Egoist okur

“Anlamadan biriktirmek, bunların hayat diye yaşadığı…”

“Şimdi ben uzun bir uçak yolculuğunun ardından vardığım garip bir Avrupa şehrindeyim. Dışarıda son model arabalar, evin içinde üst üste yığılmış eşyalar, televizyonda reklamlar ve bitmek bilmeyen oyun havaları… Sizi temin ederim ki bayanlar baylar, burası soytarılarla dolu, mülevves kokulu, korkunç bir panayır alanı! Hediye edildiğim kadın, beni kıymetli el yazması kitaplar gibi, kitaplığının nezih bir yerine bıraktı. Hayır, gerçekten bilmek istiyorum, acaba benden ne anladı. Bence hiçbir şey. Hakikaten hiçbir şey…”

“Zira gördüğüm kadarıyla, anlamadan biriktirmekten başka bir şey değil, bunların hayat diye yaşadığı.”

Nermin Yıldırım’ın kaleminden Havanalı bir ekmek karnesinin hikayesi. Daha önce OT dergi’de yayınlanmıştı. Aynı anda hem neşeli hem hüzünlü bir öykü; keskin eleştiriler de gizli içinde…

nermin yildirim ekmek karnesi egoistokur

Nermin Yıldırım’dan “Ben, Ekmek Karnesi”

Ekmek karnesiyim ben. Aslında yemek karnesi; et, süt, yumurta, aklınıza ne gelirse işte… Hepsi. Havana’da doğdum. Orada yaşadım, orada yaşlandım. Orada Türkiyeli bir kadının avuçlarına hediye gibi, souvenir gibi, hani sanki haspa çok da anlayacakmış gibi usulca bırakıldım; ateşe atıldım…

Bizim oraya dünyanın her yerinden meraklı turistler gelir. Hepsi nasıl hassas, nasıl hislidir. Normalde görmezler beni, ama bir görseler, o yel değmemiş yürekleri çabucak inciniverir. 1900 derler, 40’lar gibi derler, ekmek bile karneyle demek, vah zavallılar, filan derler. Kendi hayatları bayram yeriymiş gibi, bana bakıp bakıp içlenirler.

Bilmezler. Her şeyin satın alındığı bir dünyanın mahsulü olduklarını bilmezden gelirler. Şimdi bizim sokaklarda reklam yok; caddelerde ışıklı tabelalar, yol üzerinde afili mağazalar, mahalle aralarında devasa marketler, efendime söyleyeyim raflarda ambalajlı yiyecekler, reyonlarda üst üste yığılmış rengârenk giyecekler yok ya, bu onlara büyük yoksulluk gibi gelir. Baktıkça içleri acır. İşte bu zevat hep böyle, kendi talihine inanabilmek için başkalarına çilekeş hikâyeler biçme telaşındadır. Ben alınmam, anlarım. Zaten ancak anlamayanlar alınır.

Mari Cruz

Nurlar içinde yatsın, bendeniz yıllar evvel Mari Cruz isimli şahane bir hanımefendinin kıymetli ellerinden çıktım. Parmak izleri uzun kâğıt ruloları tarafından silinmiş bir matbaa işçisiydi kendisi. Annemdi. Yani Gepetto Pinokyo’nun neyiyse, Mari Cruz da benim için öyle bir şeydi.
Hakikatli kadındı bu Mari Cruz. Diktiği bütün karnelere şefkat gösterirdi. Sayfalarımızı okşarken eski bolerolar söyler, kalbimize ılık muhabbet tohumları ekerdi. Yanmış kibritler gibiydi çalışırken. Daima hafifçe öne eğilir, saçlarının koygun buklelerini zarifçe üzerimize dökerdi. Uzak yosunlar gibi, ne bileyim denizyıldızları yahut köpüklü sular gibi kokardı saçları. Galiba kocası denizciydi.

Depo ve Prusya mavisi kamyon

Ama bu tatlı hayat uzun sürmedi. Günün birinde Mari Cruz’un atölyesinden çıkarılıp karanlık, küf kokulu bir depoya atılıverdim. Depomuz galiba Malecón’a yakın bir yerdeydi. Geceleri büyüyen dalga sesleri, sayfalarımın arasında gezinirdi. Bazı akşamlar rüzgâr çöp kokuları taşırdı içeri; bazı akşamlar şeker kamışı, bazı akşamlarsa yorgun bacaklarını rumba ile canlandıran işçilerin şehvetli terini. İşte bütün bu kokular ve sesler arasında kim bilir kaç gün kaç gece geçirdim.

Derken bir gün, bizim devreden çocuklarla birlikte Prusya mavisi bir kamyonete yükleniverdim. Dış cephesine devasa ebatlarda Che’nin nakşedildiği İç İşleri Bakanlığı ile Camilo’nun heybetle dikildiği Ulaştırma Bakanlığı binalarını geçtik; sarı boyaları pul pul dökülmüş perişan bir devlet dairesine getirildik. Nihayet, camekânlı bir bölmenin ardına sıralanıp, emekliliğine üç ay on iki gün kalmış yaşlı bir memur olan Pedro Bueno tarafından, şehir sakinlerine imza karşılığında takdim edildik. Sahibimin ellerine böylece kavuştum.

Ulysses

Sahibim, Ulssyses namlı bir adamdı. Ona bu nefis adı veren babası, Fidel’in komünizmi dosta düşmana duyururken yanına aldığı talihli partililer arasındaydı. Oğluna harika bir miras bıraktığını düşünerek ölmüştü. Ulysses de harika bir miras devraldığını düşünerek büyümüştü. Ama işte babalar ölünce ve çocuklar büyüyünce, aralarındaki yaş farkı kapanıyor. O zaman hisler ve hevesler aynılaşabildiği gibi, bazen de farklılaşıyor. Ulysses büyüyünce mirasa burun kıvırmadı ama evladına değil çevreye güvenmeyen vesveseli analar gibi, onu tenkit etmeye başladı. Beni verdiği kadına, memleketinde hükümete laf etmenin güç olduğunu söylemişti. Kadın vahlanmaya kalkınca da “Sizin düzende kolay mı sanki? Sahi, siz daha yeni çoluk çocuk sokaklarda ölmediniz mi?” diye cevabı yapıştırıvermişti. Sevmediği bir şey varsa eski sahibimin, o da birinin, diğerine acıyarak kendini talihli saymaya çalışmasıydı.

Turistlerin sadece turistlerin gidebildiği ve hesabı Peso Convertible ile ödedikleri restoranlarda yedikleri bir gecelik et yemeği, onun Küba Pesosu ile aldığı bir aylık maaşına denkti. Hassas yürekli turistler, bunun için kederlenip, sağa sola bahşiş yağdırarak yediklerinin diyetini ödemeye çalışadursun, bütün bunlar Ulysses’in umurunda bile değildi. Cebinde beni taşırdı; dışarıdan gelen zenginlerin asla sahip olamayacağı bir güvenlik hissiyle, ömür boyu aç kalmayacağını bilirdi. Para harcayarak aranan mutlulukların şaklabanlık olduğuna inanırdı. Şaklabanlık saydığı başka şeyler de vardı: Mesela şehre gelen yabancıların galon galon içtiği, en hasını ben içtim diye eşe dosta göstermek için poz poz fotoğrafını çektiği mojito. Kübalılar, Santiago de Cuba sek rom içerdi. Şekline şemaline bakıp gülmekten katıldıkları bu makyajlı mojito ise şaşkın ecnebiler sevinsin diye icat edilmiş numaradan bir içkiydi. Ulysses hiç mojito almadı ama sayfalarımın arasında eser miktarda rom vardı. Puro, kahve ve dahi toz şeker de… Ecnebiler almak için ömürlerini tükettikleri yığınla şeyi yük gibi biriktiredursun; Ulysses, mutlu olmak için satın almaya lüzum görmediği kurtarılmış bir âlemde, serin bir kameriyenin tenezzülsüz gölgesinde, telaşsızca yaşadı. Tanısanız bayılırdınız, şahane bir adamdı…

… ve ben

Şimdi ben uzun bir uçak yolculuğunun ardından vardığım garip bir Avrupa şehrindeyim. Dışarıda son model arabalar, evin içinde üst üste yığılmış eşyalar, televizyonda reklamlar ve bitmek bilmeyen oyun havaları… Sizi temin ederim ki bayanlar baylar, burası soytarılarla dolu, mülevves kokulu, korkunç bir panayır alanı! Hediye edildiğim kadın, beni kıymetli el yazması kitaplar gibi, kitaplığının nezih bir yerine bıraktı. Hayır, gerçekten bilmek istiyorum, acaba benden ne anladı. Bence hiçbir şey. Hakikaten hiçbir şey…
Zira gördüğüm kadarıyla, anlamadan biriktirmekten başka bir şey değil, bunların hayat diye yaşadığı.

Nermin Yıldırım

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments