Egoist okur

Başar Başarır: “Aşk lüksmüş, ümit tehlikeliymiş, heyecan öldürürmüş”

Egoist Okur’daki Bizi Hatırlayınız sayfalarıyla hepimizin kalbinde taht kuran Başar Başarır’ın öyküleri için ne desem az. Sevgimi, hayranlığımı defalarca yazdım, biliyorsunuz. Başar son öykü kitabı Teklifinizle İlgilenmiyorum‘la 2014 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nün de sahibi oldu. Onu kutluyor, aylar önce yaptığımız Teklifinizle İlgilenmiyorum röportajını yeniden yayınlıyorum. 

Gülenay Börekçi

Başar Başarır: “Yazı bir hançer değildir ki maziye saplayasın!”

Başar Başarır ve Bizi Hatırlayınız sayfaları 

Başar Başarır: “Aşk lüksmüş, ümit tehlikeliymiş, heyecan öldürürmüş”

Edebiyatımızın en “ele avuca sığmaz” kalemi Başar Başarır’ın Teklifinizle İlgilenmiyorum adlı kitabındaki öyküler hem keyfinizi yerine getirecek, hem de ağzınızın tadını epey bir kaçıracak… Nasıl derseniz, Başarır, taşkın zekası, akıcı dili, dayanılmaz mizahıyla sizi gene avucunun içine alacak. Ama bu cıvıltılı dilden beklemeyeceğiniz ölçüde ağır ve sert konulara girdiği için de hiçbirinizde huzur falan bırakmayacak.

Bu arada… Haberi var mıdır bilmem ama ben Başar’ın öykülerini acayip severim. Her ay bir kitap yazsın, kaçırmayıp okurum, o derece. Çünkü eksikliğini en çok hissettiğim şeyi yapar Başar ve beni güldürür. Bizim edebiyatımızda bu ne kadar nadir rastlanan bir özelliktir bilir misiniz?

Mesela son kitapta evliliğin 7. yılının “sakat” bir dönem olduğunu ima ederken anlatıcının zihninden geçen şu cümlelere bakın: “Zamanda bir zamanaşımı çizgisi. Siz artık kardeşsiniz. Sizi iki kardeş ilan ediyoruz. Başkalarını öpebilirsiniz!”

Tam anlamıyla “gülmeyip de ağlayacak mıyız” durumu… Fakat yanlış anlaşılmayayım; Başar gözünüzün yaşına bakmadan ağlatır da… Her kitabında çok ama çok hüzünlü bir hikaye mutlaka vardır. (Gerçi bence hepsi biraz hüzünlüdür, o ayrı.)

Ek olarak -burada o sıkıcı kelimeyi ve benzerlerini kullanmaya mecburum- “düşündürür, kuşkulandırır, işkillendirir, sorgulatır. Dedim ya, ağzınızın tadını bir güzel kaçırır. Candy Crush’ın şekerleme ve bonbonlarla değil bizimle, yani insanlarla oynanan versiyonunu anlatan bir yazar kimin huzurunu kaçırmaz ki?

Ha bi de Eytan Hanım var ki o apayrı bir vaka. Gelmiş geçmiş en favori karakterimin Bir Başar Başarır öyküsünde cinsiyetini şaşırarak vücut bulmuş hali. Onu hiç anlatmayayım, kendiniz keşfedin.

Böyle işte. Gerisi aşağıda…

Başar Başarır favori karakterimi yazdı: Eytan!

Teklifinizle İlgilenmiyorum tuhaf bir kitap. Her şeyin bu kadar acıklı ve aynı zamanda dayanılmaz komik olmasını kastediyorum… O öykülerin evrenindeki Tanrı espri duygusu kuvvetli, bu yüzden olduğundan da acımasız görünen bir varlık. Onunla sizin ortak noktalarınız neler?

zmak zaten bir çeşit “yaratıcı”lık oynamak değil mi zaten? Yazarak elde edilen tatminin bir sebebi de bu “yaratma”, “yaratıcı olma” imtiyazı değil mi? Tabii bünye ve terbiye lazım bu imtiyazı kaldırabilmek için. Ne de olsa her türlü güç önünde sonunda biraz yoldan çıkarabilir ölümlüleri. Şuraya gelmek istiyorum efendim… Belki sorun yaratıcının olduğundan daha acımasız görünmesi değildir de, göründüğünden de çok daha fazla acımasız olmasıdır. Kendini gizlemeye çalışmış ama belli ki başaramamış.

Sıradan mutsuzluk çeşitleri var kitapta, trajediye dönüşmesine ramak kalmış durumlar… Mesela evliliğin 7. yılının “sakat” bir dönem olduğunu ima ederken anlatıcının zihninden geçen şu cümleler: “Zamanda bir zamanaşımı çizgisi. Siz artık kardeşsiniz. Sizi iki kardeş ilan ediyoruz. Başkalarını öpebilirsiniz!” O cümleleri okurken ben çok gülüyorum, siz yazarken ne hissediyorsunuz?

Ben de kıs kıs gülüyorum. Ama “Çok mu ağır oldu acaba?” diye endişelenmeden de duramıyorum. Netice de argümanın özüyle ilgili bir şüphem yok, hiç yok. Ancak bu fikri ifade ederken sergilenen, tercih edilen diyelim, o kaba, vurdumduymaz, ya da sizin nazik deyişinizle “acımasız” tavır, okur tarafından farklı yorumlanabilir. Ben çoğu kez hayatta karşılaştığımız açmazları lüzumundan fazla ciddiye almamızın, bizi komikleştirdiğini düşünüyorum. Acı gerçeği, tatlı bir dille aktarma çabam da bu yüzden.

Sizin bütün kitaplarınızda öyküler özel bir kurguyla bir araya gelirler. Bu kitapta da böyle… Bir kısmı günümüzde geçen öyküler ama arada çok farklı duran, diliyle de anlattığıyla da ötekilere benzemeyen üç öykü var. Neden bunu seçtiniz?

Bir arayış içindeyim daima. Yeniyi, başkayı, ayrıksıyı kovalıyorum. Aynı dille, aynı kurguyla, aynı atmosferle birbirine benzeyen öyküler üretmek düşüncesi beni rahatsız ediyor. Pireleniyorum. Bu yüzden sürekli dönüp eski metinlere bakıyorum, “Bunu daha önce yapmış mıydım” diye. Eskiye gitmek de, geçmişe uzanmak da çok sevdiğim, telezzüz ettiğim bir tavır. Zaman aksı kayınca mecburen dil ve olay örgüsü de değişiyor. Bugünü anlatanla dünden geleni aynı kitabın sayfaları arasına koymaktan çekinmedim. Sonuç olarak hepsinin ortak yanı insan değil mi? Bu toprakların insanları.

Müzedeki Çocuk adlı öyküde çekingen adımlarla müzede gezinmeye başlayan çocuk iyi bir oyun kurması, “iyi bir şeyler bulup tutunması” gerektiğini düşünüyor. Sizin hikayelerde karşımıza espri olarak çıkan şey, o çocuğun kurduğu oyunlara mı benziyor? (Geçen defa Çikolata’ydı, bu defa da bilhassa bu öyküyü okurken gözlerim sürekli doldu.)

Kitabın kurgusu nedeniyle bu, ikinci öykü oldu. Çünkü ilk öyküde çatırdayan bir evlilik ve o evliliğin içindeki yetişkinler ve çocuklar vardı. İkinci öykü kopmuş bir ebeveynin annede kalan küçük oğlunun gözünden anlatılıyor. Annesi işe gitmek zorunda. O da zamanını şehir müzesinde geçiriyor. Sıkıntı, korku, tedirginlikle başlayan gün sonunda zamanın su gibi akıp gittiği müthiş bir eğlenceye dönüşüyor. Sorunuzun yanıtını bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: O çocuk büyüyecek ve sonunda görsel estetik alanında çok ünlü bir sanatçı, dünya çapında meşhur bir tasarımcı olacak. Zaten adı da öykünün başında açıkça yazılı.

Bu yaz olanlara tanıklık ettiğiniz son öyküyü niçin ve nasıl yazdınız? Büyük bir bölünmeyi okuyoruz orada, Candy Crush oyununun dev ve şeker yerine insanlarla oynanan versiyonunu…

Sonunda insanlar etiketleniyor yani “tag”leniyor ya, biraz onun için yazdım. Ülkenin profil resmi cepheden çekilmiş kızgın bir pozla değişiyor ya, o yüzden yazdım. İçimde büyük bir yarılmayla, üzüntüyle, ve fakat yer yer filizlenen umutla yazdım. 90 kuşağına karşı bir mahcubiyet duygusuyla, kıçını kaldıramaz sandıklarımızın hakkını teslim etmek çabasıyla yazdım. Yargımız kalsın, önyargımız batsın diye yazdım.

Aslında başka işler yapan hayatını daha çok o başka işlerden kazanan biri olduğunuz için sormak istiyorum, yazmanın sevdiğiniz tarafları neler?

Beni insan olmaktan kurtarıyor bir süre. Metafizik bir yükselmeyle sandalyeden ayrılıyor, tavana değene kadar çıkıyor, çıkıyor, sonra çatıyı da delip başım göğe erene kadar uçuyorum. Oyza yazmazken olduğum yerde oturuyor işte sümsük sümsük. İlk sorunun yanıtında da söylediğim gibi: bu bir çeşit “yaratıcı”lık oyunu aynı zamanda. Yazarken tanrısallık atfediyorsunuz kendinize. Transla gelen bir illüzyona kapılıp gidiyorsunuz. Kar da yağdırmamı ister misiniz?

“Aşk lüksmüş, ümit tehlikeliymiş, heyecan öldürürmüş…”

43 yaşında olmasına rağmen ununu elemiş eleğini duvara asmış gibi görünen Reha Bey’e ne diyeceğiz? Kitaba adını veren öyküden bahsediyorum. Eytan Derdiçöz diye bir sarışın fıstık çıkıyor karşısına ve Reha Bey hayatındaki boşluğu, tekdüzeliği, anlamsızlığı, yaşadıklarından aslında ne kadar sıkıldığını hatta bezdiğini ilk kez idrak ediyor. Bu tip eksikliklerimizi, derlerimizi bize idrak ettiren şeylerden niye bu kadar korkuyoruz? 

Çünkü sarışın bomba haklı olabilir. Gayet güzel yanılmış olabiliriz. Doğru tavır hatanın bir yerinden dönmekse, bunun acısına katlanmak gerekebilir. Öte yandan, günümüzde kimsenin kimseye diyecek bir sözü yok. Ben de Reha’yı hiçbir biçimde yargılamam. Gitse kızmam, kalsa ilenmem. Ne yürü derim, ne de dur otur. Kokmuş yumurta sonuna kadar yenmez ki. Bir ilişki bitmişse bitmiştir. Sürüklenmez. Ama marifet yemeğinizi sofraya otururken doğru seçmekte. Tabak önünüze geldikten sonra arıza çıkarmakta değil.

“Aşk lüksmüş, ümit tehlikeliymiş, heyecan öldürürmüş…” Esas korkmamız gereken bize bunları söyleyerek sindirenler, “bir ceset kadar uslu” hale getirenler değil mi? 

Bunlar mevcudu muhafaza etmek isteyenlerin amentüsü. İlkel bir güdünün tezahürleri. Bir ceset kadar usluysan gerçekten, belki de öldün sen, sadece farkında değilsin. Öte yandan korkmamız gerekenler bunlar değil. Beni korkutanlar söylemle yetinmeyip fiiliyata geçenler. Başkasının hayatına müdahale etme hakkını kendinde bulanlar. Hatta bunu bir görev sayanlar. Orada durun işte.

Eytan için çok roman yazıldı, çok film çekildi bugüne kadar. Sizin öykünüzdeki halinin öncekilerden farkı nedir? 

Çok analitik buluyorum onu. Mühendislik diploması var bir kere. Sadece sosyal zekası değil, soyut kavramlarla düşünebilme yeteneği de gelişmiş. Hayatın deltasını almayı, integral hesabını biliyor. Bütün bu teknik bilgileri de şahsi verilere uygulayabiliyor. Yani daha tehlikeli. Daha ikna edici. Özellikle de sohbet bel altına doğru indiğinde çok pervasız. Sakat bir tip, zaten hep öyledir. Ama bu diplomalı, fazlaca donanımlı.

Hayat bilgisiyle dilbilgisi aynı şeyler midir?

Tablodaki kız aracılığıyla, kullandığımız dilin bizim niyet ettiğimizden çok daha fazlasını ifşa edebildiğini hatırlıyoruz. “Karıkoca” bitişik yazılırken “ana baba” ayrı yazılıyor mesela, gerçekten bir anlamı var mı bunun? Yani dilbilgisiyle hayat bilgisi aynı şeyler mi?

Aaa, değil mi? Şüpheniz mi var yoksa? Bana sorarsanız kelimelerin kaderiyle o kelimeleri kullanan toplumun kaderi birlikte hareket ediyor. Birkaç örnek sayabilirim hızlıca: Nikahlar neden “kıyılır” Türkçede? Ya da nişan neden “alınır” ya da “atılır”? Veyahut da aziz hanımefendi, can denen şeye neden başka bir şey olmaz da illa ki “yanar”? Elbette hayat değiştiği için dil de değişiyor. Örneğin 1990 öncesinde medya diye bir kelime mi vardı dilimizde? Basın yayın, bilemediniz matbuat, neşriyat filan denirdi. Bir gecede medya diye bir şey peyda oldu. Hepimiz içine düştük. 80’lik babam bana kızdığı zaman hâlâ “medyacı” diyor, yani hiç iyi anlamda kullanmıyor kelimeyi. Küçükken evimizde sürekli tekrar edilen bir bilmece vardı. Herkes yanıtı bildiği halde oyunu tekrardan oynamak o kadar zevkliydi ki, hatırladıkça yineler, hatta eklemeler yaparak genişletirdik. Örneğin annem başlardı: “Anaya değmez, babaya değer”. Babam devam ederdi: “Halaya değmez, amcaya değer.” Sonra işte aklınıza ne gelirse: Kardeşe değmez, ablaya değer. Değere değmez, değmeze değer. Vallahi değmez, billahi değer. Bu bilmecenin yanıtı dudaktı. Hangi kelimeleri söylerken dudaklar birbirine değiyor, hangilerinde ise işi ağızın içindeki dil kendi başına hallediyor. Ama ben ciddi ciddi kuşkulanır, hakiki bir sebebinin olmasını düşünürdüm, yani neden dudaklarımız ana derken değmiyor da baba derken değiyor birbirine? Bu işin içinde bir iş olmalı derdim. Kendimce sebepler uydururdum. Alın size hayat bilgisi.

Gülenay Börekçi

Görsel buradan alındı

 
Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments