Egoist okur

CEYL’AN ERTEM: “Gecenin sonunda kendimi hep Müzeyyen Abla’yla baş başa buluyordum” 

İsminin bir kesme işaretiyle yazılmasını istiyor. Ânın içinde olmak ve tadını çıkarmaya ithafen… Ayrıca sanıyorum ismini bu şekilde yazarak, taa 2000 yılında kurduğu ilk grubu Anima’ya bir selam gönderiyor.

Ceyl’an Ertem’le daha önce tanışmamıştık. Fakat Anima’dan beri sesini, şarkılarını, “deneme cesaretini” seviyordum. Bu röportaj vesilesiyle tanıştık ve ben onun tavrını, titizliğini, işine saygısını, açık sözlülüğünü, mesafeli ve soğukkanlı oluşunu da sevdim.

Aşağıda okuyacaksınız… Ceyl’an Ertem’le Brasserie Bomonti Kadıköy’de buluşarak bir röportaj yaptık, müziği, yazma tutkusunu, hatırlamayı çok sevdiği “eskileri”, konser ruhunu neden sevdiğini ve neden korktuğunu, hayranlarıyla fırtınalı ilişkisini, müzisyen enayiliğini, arabeske bağlılığını, yalnızlığı, şiddeti, deliliği, özgürlüğü, bir oyun oynama şekli olarak şarkı yazarlığını konuştuk. Bir de hayran olduğu o güçlü ve “deli” kadınları; Yıldız Tilbe’yi, Bergen’i, Müzeyyen Abla’yı…

Gülenay Börekçi

“Bi’ dakka! Gülmeden önce biraz durup düşünsenize…”

Albümün “Amansız Gücenik”in adı enteresandı. “Amansız”da agresif bir ton, “Gücenik”te bir içe kapanma hali vardı bence. Ayrıca sertlikle yumuşaklığı, arabeskle popu bir araya getiren bir albümdü, sen ne söylersin?

Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım” şiirinden geliyor bu isim. Edip Cansever’in şahane tasvirini 17 yaşındayken okumuştum. (“Nerdeyim/ Kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim/ Para bozduranların az çok bildiği/ Adres soranların gene bildiği/ Bir sokakta bir aşağı bir yukarı/ Saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği/ Amansız bir güceniğim.”) Bana yakın geldi bu, çünkü o dönem ben de biraz öyle hissediyordum. Hayatta en yalnız kaldığım zamanlardı. Yalnızlığı da severim aslında…

Ama?

Yalnızlığı severim ama yalnız hissetmeyi sevmem. İkisinin arasında deviniyordum. O yüzden biraz melankolik yazılar çıktı benden.

Müzik harici de yazıyor musun? 

Sürekli defterler dolduruyorum. Günlük tutar gibi, aklıma ne gelirse kaydediyorum. Hayatı not alıyorum… Sen bir şey söylüyorsun mesela, hoşuma giderse, unutmayayım diye yazıyorum. Böyle bir sürü şey birikiyor. Bir albüme başladığımda da ilk baktığım şey, o defterler oluyor. Yeni bir şey yazmıyorum, bunun yerine defterlerimden bulup çıkardığım parçaları, notları bir araya getirerek oluşturuyorum şarkı sözlerimi.

Sandık karıştırır gibi…

Aynen öyle. Bir de galiba bu süreçte ha bire Müzeyyen Senar, Bergen, Yıldız Tilbe, Sezen Aksu, Umay Umay dinledim. İlk albümüm Soluk’ta ne kadar caz dinlediysem, ikinci albümüm Ütopyalar Güzeldir’de ne kadar rock, pop ve caza akraba müzikler dinlediysem, bu albümde de çok fazla arabesk dinledim. Tam 2 yıl… Gece müzik dinlemeye hangi müzisyenlerle, hangi şarkılarla başlarsam başlayayım, sonunda kendimi Müzeyyen Abla’yla baş başa buluyordum.

“Geçmişe saplanıp kaldığımızda ya da yarınla ilgili umutsuzluğa düştüğümüzde şu ânı çok kolay heba ediyoruz”

O kadınların çok belirgin bir ortak özellikleri var. Hepsi çok güçlü kadınlar. Seslerinden ya da müzisyenliklerinden değil, daha içsel bir güçten bahsediyorum…

Ella Fitzgerald da öyledir. Çok acılar çekmiştir ama o kadar güzel gülümser ki. Çocukluğumdan beri peşinde koştuğum bir şey bu. Ânı yaşamak… Yarını düşünerek ve dünü unutmayarak elbette ama tamamen de onların etkisinde kalmayarak… Geçmişe saplanıp kaldığımızda ya da yarınla ilgili umutsuzluğa düştüğümüzde şu ânı çok kolay gözden çıkarıyor, çok kolay heba ediyoruz. O yüzden o kadınlar çok değerlidir. Frida Kahlo, Semiha Berksoy, Aysel Gürel…

Onlar aynı zamanda “Deli” sıfatıyla anılan kadınlar…

Evet de kimseye benzemedikleri için böyle diyorlar onlara. Özgünler. Herkes gibi tepki vermiyor, herkes gibi yaşamıyorlar. Hem gazetelerde okuduğum, televizyonda izlediğim birçok kişi onlardan çok daha olağandışı geliyor bana. Cumhurbaşkanımız mesela ya da küçük bir çocuğa gaz sıkan o polis çok daha acayip. O kadınların verdikleri tepkilere şaşırmıyorum, normal geliyor bana. Ne yani, nasıl olacaktı ki? Zaten. Öyle. Olmalı. Müzeyyen Ablanın sahnede rakı şişesi kırması çok yerinde bir tepki. Yıldız Tilbe’nin tutuklandığında bağıra çağıra şarkı çığırması da öyle. Bana ve kadın atalarıma “çılgın” ya da “deli” dendiğinde sakince “Yoo!” diyorum. Sizce biz nasıl tepki vermeliyiz ki zaten?

Bir yanıyla da bu ülkede bir kadının delirmesi çok kolay bir şey. Bergen’in mesela kezzap olayından sonra dağılmadan, aklıselimini ölene kadar koruyabilmiş olması hatta her gece sahneye çıkması falan hayranlık uyandırıcı…

Buna ben de inanamıyorum. Bergen çok önemli bir simge. Sahnede onun bir şarkısını 10 dakika söylüyordum. “Sen affetsen ben affetmem” dediği şarkı. Tanrı’ya çok büyük bir sitem o.

Kafa tutuyor…

İşte o şarkıyı sahnede çalabilmek için Bergen gibi hissetmeye çalıştım. Performans bittiğinde ellerim titrer, dizlerim tutmaz olurdu. Düşünsene; sadece hayal etmişim, o olayı yaşamamışım bile. Ama tabii sen şiddet görmüyorsun diye, kız kardeşinin gördüğü şiddeti göz ardı edebilir misin? Gerçi “kadın olmak” mevzusu çok karikatürize de edilebiliyor. Bi’ dakka! Gülmeden önce biraz durup düşünsenize.

Kimlere söylüyorsun bunu?

Uzaktakilere değil, çevremizden insanlara. Türkiye’de kadın olmaktan bahsettiğimde bunun önemsiz bir mesele olduğunu öne sürenlere. Onlara göre hayatta endişelenecek başka şeyler var. Yahu gazeteleri açıp üçüncü sayfa haberlerini okusanıza… Komik değil bu konu. Hiçbir zaman da komik olmayacak. Türkiye’de bir kadın olarak var olmak, anne olmak, aile kurmamayı ya da anne olmamayı seçmek, bir erkeği istememek, özgürleşmeye çalışmak, toplumun ve dinin dayatmalarına karşı çıkmak… Bunlar ağır problemler. Çok şey gördüm bugüne kadar. Müzik okulunda bir müzisyene “Kadın gibi çalma” denmesi yahut arka sokaklarda bir kadının rap yaptığı için saçlarından sürüklenmesi hikayelerini dinledim mesela. Bu memlekette sahne kostümünü giyip çalıştığın bara, konser mekanına şarkı söylemeye giderken bile on kişinin tacizine uğrayabiliyorsun.

“Bazı kadın müzisyenlere çok kızgınım, rahat yaşamaları, bencil olmalarını gerektirmez”

Oluyor mu böyle şeyler gerçekten?

Olmaz mı? Bunu reddeden annelere, kadın müzisyenlere kızgınım. Rahat yaşamaları bencil olmalarını gerektirmez. Dediğim gibi ben şiddete ve tacize maruz kalmıyorum ama inkâr da etmiyorum. Bir de ters uçtakiler var; bir dönem erkek dış kimliğine bürünen kadınlar dahi olmuş. Ancak o şekilde rahat edebilmişler. Ya da feminizm bir zamanlar daha iddiasız olmayı gerektirmiş. Ayşe Tütüncü mesela, makyaj yapmaz. Fularını kapar, düğmelerini ilikler. Ona sormuştum, “Bizim zamanımızın anlayışı buydu” demişti.

Meydan okumanın bir şekli olamaz mı bu?

Öyle de bakılabilir ama bence kendini geri çekiyor aslında. Üzerine daha az gidilsin, rahat bırakılsın diye. Halbuki ben, kadın olmanın yanı sıra insanım. Özgür olmalı, ne yapmak istiyorsam onu yapabilmeliyim. Hem müziğimle karşımdakini taciz etmiyorum ki. Bir alışveriş merkezinde benim şarkılarımı duyamazsın. Yaz tatilinde beach’lerde de çalınmaz. Kimse beni tesadüfen dinleyemez.

Seçmek, dinlemeyi istemek lazım seni dinlemek için…

Evet, ona rağmen sanki birilerine tecavüz ediyormuşuz gibi davrananlara öfkeliyim. Geçen gün beraber çalıştığım bir müzisyen arkadaşımla konuşurken bir karar aldım. Karar değil de YouTube’da, forumlarda, sözlüklerde yazılanları toplayıp ortalığa şöyle bir sunayım dedim. Gözlerine inanamazsın; küfürler, bela okumalar, insana “Şimdi nereden tutunayım artık bu dünyaya” yorgunluğu yaşatacak davranışlar ve hitap biçimleri…

Kadın müzisyenlere daha mı çok oluyor bu?

Kadın müzisyenlere karşı büyük bir taciz söz konusu. Hele bu sıralar daha da arttı.

Açıkçası, bunu ben de gözlemliyorum. Bazı insanların içlerindeki pisliği başkalarının üzerine boca ederek rahatladıklarını düşünmeye başladım. Sosyal medyan da bunu kolaylaştırıyor belki. Nickname’lerin, maskelerin ardına gizleniyor ve dilediğini söylüyorsun. Takma isim kullanman bile gerekmez, nasılsa arada mesafe var, hakaret ettiğin kişi seni tanımayacak…

Fakat ne dertliymişiz meğer. Durup dururken neden bu konuları açtım ki…

“Ayakta durmak, umutlu görünmek, güçlü olmak ve bunu hep tekrar etmek zorundasın” 

Şunu konuşalım daha iyi: Senin rahatlama yolun ne?

Çocukluğumdan beri müzik tek sığınağım oldu. Aslında galiba bu benim gergin bir dönemim. İki hafta evvel ağır bir grip geçirdim, muhtemelen psikolojik durumumun da etkisiyle bir türlü iyileşemedim ve sonrasında günlerce hiçbir şey yapmak istemedim, sahneye çıkmak bile. Memlekette garip şeyler oluyor, birileri birilerine saldırıyor, insanlar insanları ve hayvanları öldürüyor… Sürekli bir kaos hali. Sonra konser günü geliyor ve sen 500 kişinin karşısına çıkıyorsun. İçinde bir keder var veya panik atak geçiriyorsun ama şarkı söyleyeceksin. Hislerinle varsın; şarkının hikâyesine giriyor, anlatılan acıyı yaşıyorsun. Belki artık başka birisin ama herkes sana bakıyor, onlara güzel şeyler anlatmanı bekliyor. Üzerindeki sorumluluk büyük… Ayakta durmak, umutlu görünmek, güçlü olmak ve bunu birkaç günde bir tekrar etmek zorundasın. Aman yarabbim! Nasıl olacak?

Eyvah, yarın da konserin var…

Neyse ki 10 gün dinlendim ve üzerime gene o bildik müzisyen enayiliği geldi. Bu defa da yerimde duramıyorum. Bir çıksam sahneye, iyi olacağım. Orası aynı zamanda bir deşarj alanı…

Ruh halin iyiyse ne hissediyorsun sahnede?

Bu işin dışında bir şey yapmak istemediğim için oradayım. Onu biliyorum, onunla var olmuşum. Ve çok iyi hissediyorum. Şimdi bir projeye başladım. Bir süredir sahneden insanların polaroid fotoğraflarını çekiyorum. Tepkilerini, mimiklerini, el kol hareketlerini… Onların beni gördüğü fotoğraflar var yıllardır ortada, ben artık biraz da “Ben onları nasıl görüyorum”u belgelemek istiyorum…

Ne görüyorsun hayranlarına, dinleyicilerine bakınca?

Ekonomik seviyeleri, sosyal konumları, siyasi görüşleri farklı… Aslında giyinişleriyle, karakterleriyle, her şeyleriyle başkalar. Öfke potansiyelleri, neşe potansiyelleri bambaşka… Birbirine benzemeyen yüzlerce insan… Ama aynı şarkıyı mırıldanıyor, aynı müzikle dans ediyorlar. Aynı notada ellerini kavuşturup sana bakıyorlar. Ve aynı dizede gözleri doluyor. Bu büyük bir şey…

Müziğin demokratikleştiren bir yanı var. Peki senin gözlerini ayırmadan izlediğin müzisyenler oldu mu?

Çoook. Çok var. Ayrıca ben kolay etkilenen biriyim. Bir film seyrederken ya da bir şarkı dinlerken kolayca ağlayabilirim. En son Bülent Ortaçgil konserine gittim…

Ve?

Benim için adeta bir ders gibiydi. Müzikal olarak değil, orada gördüğüm tavırla alakalı bir dersten bahsediyorum.

Ne etkiledi seni?

30 yıldır beraber çalan arkadaşların birbirine olan saygısı. Eşi tekrar sahneye çıksın diye Gülten Ablanın avuçlarını patlatırcasına alkışlaması. O adama sevgisi. İnancı. Benim de öyle bir grubum ve öyle bir sevdiceğim olsun istedim. Az bilinen bir şarkılarını çalmadan önce Bülent Abi, “Biz 40 yıl bekledik bu şarkıları hep bir ağızdan söyleyebilmek için, öyleyse biraz daha ilk albümden çalalım” dedi. Şunun şurasında daha kaç yıldır sahnedeyim, ben bile bazen isyan edebiliyorum. Bülent Abi ve arkadaşlarının sabrına, 40 yıl bekleyebilmelerine hayran kaldım.

Eskilerin hayatı mı zordu, bugünkülerin mi?

Bilmiyorum…

Bir şarkının tek bir kelime yüzünden yasaklanabildiği günler geliyor aklıma.

Evet ya! Ama şimdi biz de aynı durumdayız. Bir kelime yüzünden değil belki ama…

Ne yüzünden?

Çalınmıyor ki şarkılar, o yüzden. Bizi hiç dinleyebiliyor musun televizyonlarda? Çalmıyorlar. Sansür değil belki ama başka türlü bir engel var.

“Parti değil ki bu kardeşim, konser. Kon-ser! Öteki türlü bir eğlence istiyorsan bara git”

Bir şeyi merak ediyorum. Sosyal medyada müzisyenlerin, oyuncuların, yazarların sürekli var olması, hayatlarının her ayrıntılarını anlatması hayranlarıyla ilişkilerine zarar verir mi?

Bilmem, ben öyle düşünmüyorum. Küçükken Sezen Aksu’nun bütün fotoğraflarını, röportajlarını, hakkında çıkan haberleri biriktirirdim. Hayatının her ayrıntısını biliyordum. Evi nerede. Şu an Onno Tunç’la ne yapıyorlar araştırırdım. Dedektif gibi. Şimdi internetteyim ama ne yaptığım o kadar da ortada değil. Eskiden Instagram yokken Tumblr’a her gün bir fotoğraf yüklüyordum. Yani eskiden de fotoğraf günlüğü tutuyordum. Bunun yerini artık Instagram aldı. Herkesin fotoğraf çekiyor olmasını çok seviyorum, çok tatlı geliyor bana. Ama saygı da bekliyorum bir yerde. Geçen gün Erkan Oğur’un yanına gittim mesela, çekingenlikten ölecek gibiydim, konuşamıyordum bile. Halbuki arkadaş gibiyiz onunla. Benim hayranım olduğunu iddia eden bazı kişilerin tavrıysa “Ne haber Ceyl’an?” diyerek omuza vurmak seviyesinde.

Hayatta ihtiyaç duyduğumuz saygıdan bahsediyorsun…

Bir konsere gittim geçenlerde ve konserin yarısını cadı gibi dolaşarak insanlara “Şşştttt, sussanıza biraz” diyerek geçirdim. Parti değil ki bu, konser. Kon-ser! Öteki türlü bir eğlence istiyorsan git bara, içkini de al eline ve istediğin kadar gürültü yap. Bar programı da yaptım yıllarca, gecede 3,5 saat sahnede kaldım ve o yılların bana çok şey kattığına inanıyorum. Ama bu başka. Özel bir şey yapıyoruz ve seyircinin de heyecanımızı paylaşmasını bekliyoruz. Alkışlamasalar da olur ama garsona içki siparişi için bağırmasın, müziği bastıracak şekilde çığlık çığlığa konuşmasın ve şarkıları dinlesinler… Öpüşsünler, sevişsinler, mutlu olsunlar, mutsuz olsunlar, yeter ki dinlesinler.

Gerçekten dinlemek için gelenler nasıl görünüyor sahneden?

Şahane bir dinleyici kitlesi de var. Kesinlikle var. Sevgisini çok güzel dile getiren, varlıklarıyla sana güç veren seyircilere minnettarım. Başka türlü de bu iş yapılmazdı.

Keşke Müzeyyen Senar veya Zeki Müren çıksaydı o sahneye de gürültücü seyirciler günlerini görseydi. Onlar bayağı sert azarlarmış…

Eh işte, biz gene hanımefendi kişiliğimizi koruyoruz demek ki. Müzeyyen Abla kesin dağıtırdı ortalığı.

“Ezan sesini seviyorum. İyi ezan söyleyen bir müezzin varsa, sabaha kadar beklediğimi bilirim”

Şarkılara gelelim… Alkol ve sigara kullanmayan biri olduğunu öğrendiğim için albümdeki Bu Bardak Dolsun şarkısı bana enteresan geldi. Şarkıda çok güzel bir imge var: Rakı masası, fonda ezan okunuyor. Bardaklar çınlarken masaya meze olarak gitar sesi konuyor. Nasıl çıktı?

Biraz şifreli bir şarkı o… Müzisyenler çok içer, çok dağıtır diye yaygın bir inanç vardır. Benim babam da çok içerdi… Dediğin gibi ben içmiyorum. Şarkıyı alkol yasaklarına denk düşen bir dönemde yazdım. Hayali bir masa o, gerçek değil. “Kim karışır içmemize” diyerek ilerliyor sözler. Az önce kadına şiddetle ilgili söylediğim şey burada da geçerli: İçmiyorum ama içene karışılmasını da kabul etmiyorum. Şarkıda ezan sesinden bahsediyorum, çünkü seviyorum. İyi ezan söyleyen bir müezzin varsa, sabaha kadar beklediğimi bilirim. Gitar sesine gelince; ezan sesiyle gitar sesi birbirine çok aykırı olmamalı. Değil zaten!

Gene aynı şarkıdaki güller ve dikenler imgesi… “Gülleri boş ver” diyorsun, “Güller sanki çürümeyecek mi? Bu, dikenleri kırma gecesi…”

O bir aşk hikâyesi. Aklı başkalarında olan bir adam var; güzel kadınlarla, taptaze güllerle birlikte oluyor. Olmuyorsa bile dedik ya, aklı onlarda. Şarkıyı söyleyen kız da vazgeçirmeye çalışıyor. Hepimizin dikenleri yok mu? Senin dikenleri kırma gecelerin olmuyor mu? Dikenleri sevme gecelerimiz de olabilir. Arabesk bir durum.

Eskiden küçük görülen bir şeydi arabesk müzik. Oysa yavaş yavaş artık hayatımızda ne kadar önemli yeri olduğunu idrak ediyoruz…

Ben başından beri sever, dinlerdim. Ailem dinlerdi, o yüzden belki. Babam Beatles’a falan meraklı değildi yani… Evde Bergen’ler, Ahmet Kaya’lar, Gencebay’lar çalınırdı. Arabesk müzikten beslenmem şaşırtıcı değil, üzerimde çok emeği var… Bir de bence arabeski reddetmek bu toplumun hayatından uzunca bir dönemi kesip atmak gibi olmaz mıydı?

Yıldız Tilbe şarkısı var iki tane. Biri cover, El Adamı. Kahroloji zaten senin için yazılmış…

Yıldız Tilbe’nin bir şarkısını söylemiştim sahnede, çok beğenildi. Yıldız Abla’nın da kulağına gitmiş bu. Bir gün beni arayıp Kahroloji’yi hediye etmek istediğini söyledi. Sonra bir konserinde sahneye davet etti, El Adamı’nı söyledim. ‘En beğendiğim El Adamı yorumu bu’ dedi ve havalara uçtum elbette o gece. Sonra da iki şarkıyı albüme verdi. Böylece albüme iki Yıldız Tilbe şarkısı girmiş oldu. Benim için çok önemli bir kadın. Özel bir ruh. Onun beni sevdiğini söylemesi ve içinden gelerek bana bir hediye vermesi hayatımdaki en önemli anlardandır.

Romancılar yarattıkları hikâyenin merkezinde kendilerinin olduğunun düşünülmesine sinir olurlar. “Ben bir karakteri anlatıyorum kendimi değil” savunması vardır hep. Müzisyenlerde durum nasıl? Kendinizden mi yola çıkıyorsunuz, yoksa siz de karakterler mi yaratıyorsunuz?

Ben bir hikâye anlatıcısıyım. Müzisyenlerin çoğu böyledir. Bile İsteye’deki kadın asla ben değilim, hiç öyle bir aşk yaşamadım. Çok isterdim ama yaşamadım. Birçok şarkıdaki kadın ben değilim; özellikle bu albümde… Hikâye anlatıcılığını sevmemin sebebi, başka biri olmama izin vermesi. Mafyanın yanında çalışan bir genç çocukmuşum gibi hissederek yazdığım şarkım var. Bir şarkımı biseksüel olduğumu hayal ederek yazdım. Bir kadına âşık olsam nasıl hissederdim, bunu düşündüm. Yahut erkek doğsam… Başka birinin yerine geçmek çok eğlenceli, öğretici bir şey; oyun gibi.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

6 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
Ercan Berberoğlu
9 years ago

“Bu rûzigâr-ı bî-mededin inkılâbı var” yasaklanan ilk şarkılardan biri. Hikayesi de çok acıklı. Ceyl’an Ertem’e başarılar dilerim. Çok güzel bir söyleşi olmuş!

Ercan Berberoğlu
9 years ago

Dr. Nazım 1926’da idamından önce, son isteği olarak bu şarkının çalınmasını istiyor. Daha sonra da bu şarkı yasaklanıyor.

Can Türk
9 years ago

Bile Isteye’nin öyküsü ne acaba. Ayrıca cok güzel bir röportaj.