Egoist okur

BOB DYLAN: Son troubadour

Nobel’iyle ilgili eleştirileri Mehmet Hakan Kekeç’in yazısında okumuştuk, sıra methiyelerde… Bob Dylan’ın bir vakitler “şair” olarak Allan Ginsberg, Jack Kerouac, Kenzoburo Oe hatta Samuel Beckett gibi edebiyatçıların hayranlığını kazanmış olduğunu şahsen yeni öğrendim. Şeytanla sözleşme ve troubadourluk meselesine gelince; ayrıntıları aşağıda…

Bob Dylan önümüzdeki ay İsveç’te düzenlenecek Nobel ödül törenine katılmayacakmış. Katılacağını düşünmemiştim zaten.

Yine de konudan söz etmemek olmaz. Hele geçenlerde bir sohbet esnasında Etyen Mahçupyan’ı dinledikten sonra. Günümüzde büyük roman yazılmadığını, çünkü Tolstoy ve Dostoyevski’ninkilerle karşılaştırılabilecek büyüklükte karakterlerin yaratılmadığını düşünen Etyen Bey, Bob Dylan’ın henüz 20’li yaşlarında, yani daha iki üç şarkısı çıkmışken ve henüz ünlü bile değilken katıldığı radyo programlarından, verdiği röportajlardan falan bahsetti. Soru ne olursa olsun uzun uzun sustuğundan, sonra bir yerden vahiy gelmiş gibi sorulanla alakasız şeyler anlatmaya başladığından, o anlattıklarında hep bir tuhaflık, bir başkalık olduğundan… Bob Dylan’ın bilinçakışı tekniğiyle yazdığı ve türüne bir türlü karar veremediğim, zaten baştan sona da okuyamadığım kitabı “Tarantula” gibi… Ve sözü Nobel’e bağlarken dedi ki: “Büyük romanlar yazılmayan, büyük karakterler yaratılamayan bir çağda, Nobel komitesi bana sorarsan ödülü bir yazara değil, ilk kez bir karaktere verdi.”

Açıkçası böyle düşünmeyi ben de sevdim. Fikrinizi duymak isterim.

bob-dylan-nobel-egoistokur-gulenay-borekci-mhkekec

Bob Dylan: Şeytanla sözleşme, Beckett’dan şairlik onayı ve şimdi de Nobel

Köklü edebiyat dergisi Paris Review Bob Dylan’ın Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık bulunmasıyla ilgili matrak bir yorum yaptı: “Müzik aletleri satan dükkânlarda akustik gitar ve ağız armonikası satışları patladı. Eşzamanlı olarak tweed paltolarını bir kenara atıp uçlarını iyice sivrilttikleri Ticonderoga kurşunkalemlerini çekmeceleriyle birlikte sokağa fırlatan, bununla yetinmeyip daktilolarını parçalayan edebiyatçılar da müzisyen olmanın yolunu aramaya başladı. Modası çoktan geçmiş bir işte debelendiklerini ve kültür âleminde artık bu şekilde var olamayacaklarını, daha önemlisi yazarlığın kendilerine ne prestij getireceğini ne de kültürel elitin onayını kazandıracağını bir anda idrak ediverdiler. Şimdi Don DeLillo, Columbia Records’la 12 albümlük bir anlaşma yapmanın peşinde. Haruki Murakami, külliyatını ‘Toplu Şarkı Sözleri’ adıyla yeniden yayınlıyor. Geçen akşam ipek pijamalı Philip Roth salonunda bacak bacak üstüne atıp beş dakika kadar ağız armonikası çalmayı denedi ama çabuk sıkılınca bundan vazgeçip mastürbasyon yapmaya başladı. Milan Kundera, gelecek yılki Newport Folk Festival’da sahneye elektro gitarla çıkacak.”

Paris Review her şeye rağmen zarif davranmış, çünkü Dylan’ın Nobel’i yüzünden itiraz edenler, öfke nöbetleri geçirenler de oldu. Öte yandan ünlü müzisyen kimileri tarafından zaten William Shakespeare’le karşılaştırılacak seviyede bir şair olarak nitelendiriliyordu.

“Zamanımızın Shakespeare’i”

“Şimdi değil de 1601’de yaşadığımızı düşünün. Elizabeth dönemi Londra’sındasınız ve aktör, oyun yazarı, troubadour William Shakespeare’in en yeni oyununa vaktinde yetişip oturacak yer kapabilmek için hızlı adımlarla yürüyorsunuz. Bu gece sahnelenecek olan, onun yazdığı 20’inci oyun mu, yoksa 30’uncu ya da 40’ıncı mı, emin değilsiniz. Saymaya lüzum var mı! Tiyatro sanatının yaşayan en büyük yaratıcısı, az sonra kanlı canlı karşınızda olacak.”

Matthew Tempest bunları 2001 tarihinde Guardian’da yayınlanan Bob Dylan makalesinin başlarında söylüyor. Demek ki geleceği görebilen biriymiş, çünkü yazıda Dylan’ın ancak Shakespeare’le karşılaştırılacak olağanüstü yazı yeteneğinden, yaşayan en büyük troubadour olduğundan falan bahsediyor ve “1601’de Shakespeare’e hayran olan insanlar eğer günümüzde yaşasalardı, aynısını Dylan için hissederlerdi” diyor. (Troubadour’un dilimizde tam bir karşılığı yok, Ortaçağ Avrupası’nda şehir şehir gezerek şarkılı şiirler yazan sanatçılara verilen ad bu.)

Bir anımı aktarayım… Yıllar önceydi, koyun Dolly henüz kopyalanmıştı. Arkadaşlarla bir gün insanları da kopya ederler mi, ederlerse kimi görmek isteriz falan diye konuşuyorduk. Herkes bir fikir atıyordu ortaya ama sonunda Wolfgang Amadeus Mozart’ta karar kıldık. O hep okuduğumuz ama hayal etmekte bile zorlandığımız muazzam performanslarından biriyle sahnede, piyanosunun başında… Shakespeare de şahsen görmeyi deli gibi isteyeceklerimizden biriydi. Şimdi olsa Marlon Brando’yu da katardım listeye, fakat Brando o tarihte henüz hayattaydı.

Sözü Bob Dylan’a getireceğim. Shakespeare, Mozart ve Brando için artık çok geç olabilir ama açıkçası Dylan’a yetişebildiğim için çok şanslıyım. Onu sahnede iki kez izledim. Hele ilki unutulmazdı. Hiçbir şey yapmasına gerek yoktu; sakin adımlarla sahnenin ortasına yürümüş ve seyirciye sırtı dönerek çalmıştı. Sözleri ve müziği dışında orada yoktu sanki…

bob-dylan-egoistokur-gulenay-borekci-nobel-1

Ginsberg, Kerouac ve Beckett’ın onayı ile…

İşte Matthew Tempest’ın yazısı, 15 yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü Komitesi tarafından da onaylandı. Hem Dylan’ın edebiyatçı olarak yeteneklerini, Nobel Komitesi’nden çok daha önce keşfedenler de vardı. Mesela Beat Kuşağı’nın iki önemli temsilcisi, Allen Ginsberg ile Jack Kerouac. Mesela şair Andrew Motion… Normalde methiye konusunda pek de cömert olmayan Samuel Beckett…

Bir not: Beckett’ın Nobel alamamasını umursayanlardan değilim, çünkü gözümde onun değerini eksiltmiyor bu. Dylan’ın Nobel’ini de abartmamak gerekiyor. Bu ödülün Oscar’ın yazınsal versiyonu olmak dışında bir özelliği yok çünkü. Yine de güzel bence, sonuçta yayın sektörüne hareket getiriyor, kitapların konuşulmasını sağlıyor.

Özetle Bob Dylan’ın Nobel’ine sevindim. Adı üstünde Nobel Roman Ödülü veya Nobel Öykü Ödülü değil söz konusu olan. Üstelik Milan Kundera gibi birkaç edebiyatçıyı hariç tutarsak, kime vereceklerdi söyleyin. Neticede, ‘ergen edebiyatı’ denebilecek bir türün cılız örneklerinin etrafı sardığı günlerdeyiz. Açtıkları taze damarları genişleterek ilerlerken geçmişle bağlarını koparmayan, tüm insanlığı ilgilendiren evrensel meseleleri merkeze alırken ait oldukları toplumla organik bağlarını bir biçimde diri tutan, içinden çıktıkları toplumlara borçlarını ürettikleri eserlerle bir biçimde mutlaka ödeyen ‘büyük yazarlar’ devri çoktan kapandı. Genç yazarlara bakıyoruz; bir hikaye bulup onu 10 yahut 20 bölüme ayırıyor, sonra bu bölümleri diledikleri gibi sıralayarak bir ‘şey’ yaratıyor, adına da ‘roman’ diyorlar. PR’cıları iyi çalışırsa, güzel yazılar da yazılıyor, yazanların bile inanmadığı… Bu romanların gerçek bir etkisi olmadığına, çoğunun geleceğe kalmayacağına eminim. O yüzden insanların hiç değilse unutulmuş bir formun, yani sözlü şiir geleneğinin bugünkü karşılığını başka bir gözle yeniden keşfetmelerinde bir sakınca yok. Ayrıca Dylan’ın kelimelerle ve hikayelerle arası o ‘romancıların’ hepsinden mükemmel. Dertli adam Dylan bir de; dünyaya, insanlığa bakıyor. Anlıyor, anlatıyor…

İki de kitabı var. Birincisi şiirle nesir karışımı ‘değişik’ bir şey; Beckett romanlarına benzeyen “Tarantula”… İkincisi, “Chronicles” adlı otobiyografisi. Çocukluğundan başlayarak hayatını anlatıyor. Türk asıllı babaannesinin kızlık soyadının “Kırgız” olduğunu, Amerika’ya Kars’tan göç ettiğini o kitaptan öğreniyoruz. Dylan çocukken içinde “Türk” kelimesi geçen şarkılara bayıldığını da anlatıyor.

“Kökleri Homeros’ta”

Ama bu kitapların o kadar da önemi yok galiba, çünkü nihayetinde Dylan’ın yazınsal büyüklüğü şarkı sözlerinde gizli. Nobelli Kenzaburo Oe, “Onu büyük yapan kelimelerdir. Dylan muazzam yetenekte bir şarkı söz yazarı. Ben söylüyorsam doğrudur, çünkü iki konuda müthiş iddialıyım. İyi şarkı sözünü ve iyi kovboy filmini anında tanırım. Dylan, sürreel dizeleri aracılığıyla aslında beni edebiyatla ve bilinçakışı tekniğiyle tanıştıran adamdır” demiş.

Şair Craig Morgan daha ileri gitmiş ve “Dylan’ın kökleri William Blake’de, Walt Whitman’dadır” demiş. “Ondan ne kadar etkilendiklerini anlatıp duran şairleri, yazarları bir düşünün. Dylan’ın parmak izleri her yerdedir hatta o olmasa popüler kültür sahnesinden silinip gidecek olan sözlü edebiyata katkılarını düşünürsek, Dylan çağımızın Homeros’udur. Kendisine ‘yüksek edebiyatçı’ diyemeyiz ama günümüzde ruhumuzu en derin, en gizli yerlerinden kavrayarak onun kadar doğru anlatabilen başka bir yazar yok. Eh, edebiyatın varoluş sebebi bu değilse nedir?”

Başta Samuel Beckett demiştim, onunla bitireyim: Beckett, “Bugün etenekli bir genç şairin şiirlerini dinledim” diyor.

O genç şair, bugün olgunluk çağında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık bulunan Bob Dylan’mış. Hayatta bazen hakikaten acayip şeyler olabiliyor, sevinelim.

Hem Yahudi hem Hıristiyan hem de Müslüman

İşte bugün artık “durgun su” olan Bob Dylan’ın alevli gençlik günleri ve birkaç tuhaf hikâyesi…

+ Lisede çekingen bir çocukmuş. Edebiyat öğretmeni B.J. Rolfzen’a hayranmış ve onun derslerinde mutlaka ön sıraya otururmuş. Gerçekte Zimmerman olan soyadını değiştirip Dylan yapması da bu yüzdenmiş, çünkü Rolfzen İrlandalı şair Dylan Thomas’a hayranmış. Çocukluğundan bahsetmekten pek hazzetmeyen Dylan, şöhret olduktan sonra da hocasını unutmamış ve doğduğu kasaba olan Hibbing’e her gidişinde mutlaka onu ziyaret etmiş.

+ Din değiştirip Hristiyanlığa geçmesi, 80’lerde sahnede seyirciye ders verici kıyamet hikâyeleri anlatmaya başlaması, sonra ondan da vazgeçmesi bana göre huzursuz bir ruhtan fazlasını göstermiyor. Zaten bir röportajında şunları söylemiş: “Hristiyan sayılmam. Aynı anda hem Hristiyan, hem Yahudi, hem Müslüman, Hem Hindu olabilen biriyim, hepsi bu.”

Başkomutanla sözleşme

+ O mahcup çocuk cesaretini müzikle haşır neşir olmaya başladıktan sonra toplamış. Lisedeyken bile kimseye benzemeyen bir gitar stili varmış. Okulda düzenlenen bir yarışmada müdür, “Bu garip ses sussun artık” diye sahneye giden elektrik kablosunu kesivermiş. 20’sinde puantiyeli gömlekleri, kara gözlükleri ve fırça saçlarıyla sahneye çıkarak gündeme bomba gibi düşmüş. Hep ‘akşamdan kalma’ hissi veren çatlak ve detone olmaya gayet eğilimli sesiyle şarkı söylerken yaydığı enerji inanılmazmış. Farklılığı büyüleyici olduğu kadar korkutucu da geliyormuş insanlara. Siyahi blues müzisyeni Robert Johnson’la birlikte onun da bir gece yarısı otoyolun kenarında şeytanla buluşup bir sözleşme imzalayarak ruhunu sattığı söylentileri yayılmış.

+ “Sözleşme” meselesi enteresan. 2005’te canlı yayınlanan bir televizyon röportajında Ed Bradley, bu söylentide gerçeklik payı olup olmadığını soruyor Dylan’a. O da, “Bunu iddia edenler haklı” diyor. “Bir vakitler sahiden bir pazarlık yapmış ve ruhumdan vazgeçmiştim. Bugün olduğum yerde olabilmemin başka yolu yoktu.” Haliyle kaçınılmaz soru geliyor: “O pazarlığı kiminle yaptığınızı sormamda bir mahsur var mı?” Cevap: “Başkomutanla!” Sürdürüyor Bradley: “Nerenin başkomutanı?” Dylan gülüyor: “Bu dünyanın ve göremediğimiz diğer dünyaların…” Bence Tanrı’dan söz ediyor veya sadece espri yapıyor. Ama bilemezsiniz, çünkü o Bob Dylan.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

1 Comment
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
6 years ago

Yorumuma bir soru sorarak başlamak istiyorum. “Sizce Nobel Edebiyat Ödülü kaç yıl geriye gitmeli?” Açıklamak gerekirse, Nobel Edebiyat Ödülü 1940’lı yıllarda yazılmış “Kürk Mantolu Madonna” için hayatta olsaydı Sabahattin Ali’ye 2017 yılında verilir miydi? Eğer bu Sabahattin Ali o günden sonra hiç bir roman yazmamış olsa bile mi? Son dönem öykücüleri ve yazarları sıranın kendisine gelmesini mi beklemeli? Ya da Nobel Edebiyat Ödülü son yıllarda üretilmiş eser sahiplerine mi verilmeli? Birçok eleştirmenin Bob Dylan’ ın en üretken çağının 20’li yaşlarının başı olduğu ve sonrasında üretken olmadığı yorumları varken, yıllar sonra gelen bu ödülün açıklaması nedir acaba? Yoksa Nobel Akademisi’nin, Bob… Read more »