Egoist okur

Parmak uçlarında bir rüya

Egoist Okur takipçisi olarak hayatımıza giren ama artık Egoist Okur’un ayrılmaz parçalarından olan Burcu Yıldızer’den yeni bir yazı… Ama aslında bir öykü…

Parmak uçlarında bir rüya

Yolculuk biraz da yanılsamalarla dolu bir sürgün rüyasında, hangi sahnenin oyununa dâhil olduğunu bilememekti.

Uzaklardayım. Tenimin bir kapı imgesinden, tanıdık bir şehirden kendini zorla sıyırıp attığı bir otel odasında, boylu boyunca uzattığım düşüncelerimin seyrini izliyorum. Kalem darbeleri yaşanmadan hemen önce, aklım sanki karmaşık mekân ve zamanlardan görüntüler seçip cümle resmi geçidinde beni uykumdan uzaklaştırıyor. Yörünge hep aynı, değişen yalnızca olayların hızı. Belki de bunca sessizliğin ve bunca gürültünün bir arada olmasının tek sebebi budur.

Tavandan aşağıya doğru sarkan spiral ışık huzmeleri, duvarda asılı tablonun içinde yüzünü göremediğim krem rengi sırtı açık bir elbise giymiş kadının çekiciliği aklıma, geçmiş zaman hikâyelerini düşürüyor. Caddeden gecenin geç saatinde durmaksızın geçen tramvayın rahatsız eden sesi, patavatsızca bir şeyler söylüyor.

Seni bütün nesnelere, bütün seslere, görüntülere anlattırıyorum. Zamanla katlanılmaz hale gelen ve geride bırakmak zorunda kaldığım gürültülerde senden bir iz bulmayı deniyorum. Elimden gelen bundan fazlası değil. O izi istiyorum! Sadece onu. İnsanın her istediğini aynı zamanda da neden bilmesi gerektiğini anlayamıyorum. Küçük, anlamlı bir istek yeterli olmaz mıydı?

Dışarıdan garip sesler geliyor. Apartman boşluğundan zihnimin içine kadar dolan ve dilini hiç bilmediğim bir ülkenin kelimelerinden dökülen bu yalnızlığa bir ad vermek zor. Sesler uzamaya, yayılmaya başlıyor. Sert sessizlerin kavgasına şahit oluyorum. Duygular kırılıyor. Belki de gülüyorlardır ama yüzlerini göremiyorum. Her köşede, şekillerinin hangi harfe denk geldiğini anlayamadığım alfabenin gizli gizli fısıldaşmalarını duyuyorum. Yabancıyım. Bu hissi hep taşıdım. Fakat şimdi, bütün yaşama cesaretimi aldığım bu esriklikten farklı bir şeyler var. Yalnız kalmayı yeğliyorum.

Dışarıya çıktığımda, hiç tanımadığım sokak adlarının nereye varacağını bilemesem de uzun uzun yürüyüşler yapmalıyım. Hiçbir yalnızlık beni burada, şu otel odasındaki gibi yabancı hissettirmedi. Sevdiğim adamların bir misafir gibi hayatıma girip çıkmaları bile. Çünkü her şey olup bittikten sonra açıklanması güç bir direnme gücü tam da düşmüşken, orada bir yere yerleşiveriyor. Durdurulamaz bir şekilde önüme gelenleri biçimlendirmek, yepyeni ve açılmamış parantezleri tanıyıp dokunmak istiyorum. Yabancı olmayı seviyorum.

Yataktan kalkıyorum. Pencerenin kenarındaki boşluğa sokuluyorum. Perdeler soğuk ve is kokuyor. İğrenmiyorum. Çıplak bacaklarımı iyice sarıyorum. Sert, pütürlü bir dokusu var. Küçük sıyrıklar alıyorum ama umursamıyorum. O sıyrıkların, yüzlerce tel örgünün, ağaç kıymıklarının içinden geçip geceye bakıyorum.

Bütün binalar, zamanın durduğu bir şehirde olduğumu anımsatıyor. Herkesin tek kelime bile etmediği sadece mimikleriyle bir şeyleri anlatmaya çalıştığı uzak ve yabancı bir yerdeyim. Çıplaklığımı üzerime örtüp etrafı geziyorum. Yanımda olan insanların hepsi gitti. Uzun bir gece var önümde. Hatırlamak için henüz geç değil. Unutmayı aklımdan bile geçirmedim. Oysa hayat çokça, bir başınalığı ararken peyda oluyor. Ne anlama geldiğini bilmediğimiz rüyaların hemen ertesinde tarifsiz çaresizlikler; yazarken, konuşurken, bir şeyleri okurken ve uyurken elini bedenimize değdirip kaçıyor. El kalıyor. Çaresizlik de. Ama hüküm burada sonlanmıyor. O eli bir başkasına değdirip yepyeni bir doğumun peşinden sürükleniyoruz. Aldatmacası bol bir kısır döngünün çocuklarıyız ve bu döngü, kalabalıkların arasında koca bir yalnızlığı süslüyor. Anlam büyüyor. Karmaşa artıyor. Hiçbir şey ‘yaşamak’ özleminin yerini belki de tutmuyor. Tek bir kelimenin içinden doğacak yenilikler, yüklenilecek anlamlar için sıramızı kolluyor ve içimizde hep büyük bir beklenti açlığı çekiyoruz.

Herkes kendi şehirlerinde tutsak. Şehirler içinde şehirler. Arsız bir kendini kanıtlama isteği dudaklardan dökülüyor. Bir bedeni severken ruh, başka bedenlerde dolaşıyor. Her şeyi burada anlatamam. Doyumsuzluğu ne kadar kanatırsan, bir o kadar daha ister. Doyuramazsın.

Birkaç gün önce, daha henüz bu şehre gelmeden bir rüya görmüştüm. Karanlık, loş ışıkların iç içe hüküm sürdüğü, köşe başlarında ahşap sandalye ve masaların olduğu bir yerdeydim. Alkol kokuları, sesleri birbirine karışmış insanların kahkahaları, her şeyi ele geçirmiş gibiydi. Bir adam vardı. Hemen arkamdaki masanın ayakları yere değmeyen kadınlarıyla konuşuyor, elleriyle anlattığı şeyi pekiştirmeye çalışıyordu. Yavaşça yüzümü döndüm. Uzun uzun baktım. Görmedi. Sanki mekânlar içinde başka bir mekândaydım. Ama her nasılsa ben onu görebiliyorken o beni göremiyordu. Sağ kolunun oraya yaklaştım. Başımı kollarına dayadım. Ben sokuldukça o uzaklaştı. Gittikçe düşüyordum. Önce dirseklerine, sonra bileklerine… En sonunda parmak uçlarında kalakaldım. O sonsuz coğrafyanın en hisli yerinde. Uzaklaşmasından korkmuş olsam da geldiğim yerden mutluydum. Dokunduğu her yeri ben de onunla birlikte hissedebilecektim. Sevdiği, sevmediği birçok şeyi öğrenebilirdim. Ama artık gözlerim yoktu. Sadece onun parmak uçları. Orada kaldım. Mademki o da beni göremiyordu, o halde istediğim gibi davranabilir, onunla birlikte yaşayabilirdim.

Gece devam ediyordu. Aradan çok zaman geçmemişti ki yürümeye başladı. Gidip bir yere oturdu. Tam olarak ne olduğunu kestiremediğim bir şeylere dokundu. Sanki naylonumsu ve ıslaktı. Kısa aralıklarla ellerini gezdirip geri çekti. Ara sıra heyecanlandığını hissettim. Belki de geri çekmeyi istemediği şeylerdi. Kim bilir. Sonra buz gibi bir bardağa dokundu. Bekledikçe daha da soğuyordu. Herhalde içi buz dolu bir bardakla bir şeyler içiyor diye düşündüm. Müziğin sesi gittikçe artıyordu. Isınıyordum. Elleri alev gibi olmuştu. Birden gürültülerin içinden bir kadın sesini duydum. Sürekli “Yapsana!” diye bağırıyordu. Parmak uçlarına yerleştiğim adam: “Tamam ama biraz sabret, zamanı geldiğinde yapacağım.” diyerek sessiz olmasını istedi.

Birkaç kişi daha geldi yanına ama ne konuştuklarını duyamadım. Birileri gülüyor, birileri acele acele bir şeyler anlatıyordu. Sonra biraz yalnız başına kaldı. Kimse gelmedi yanına. Tek eliyle yüzünü ovuşturdu. Şöyle bir etrafa bakıp yerinden kalktı. Daha sakin bir yere doğru yürüdü. Sesler gittikçe azalıyordu. Gıcırtılı bir kapı aralandı. İki eliyle kapıyı kapattı. Boyundan küçük bir kanepeye uzandığını, elleriyle kendini sığdırma çabalarından anlayabiliyordum. Bir süre yattığı yerde rahat edene kadar döndü. Sonunda durdu ve parmaklarını saçlarının arasına sokup “Ahhhh” diyerek saçlarını var gücüyle sıktı. Ağladı. Hıçkırıkları tüm odayı dolduruyordu. Bedeni öylesine kuvvetli sallanıyordu ki bir an ‘ya düşersem’ diye korktum. Parmak uçları ne sıcak ne soğuktu. Saç telleri de içinde yaşadığı karmaşıklıktan nasibini almış, sırılsıklam olmuştu. Gözlerine değmek, neden olduğunu kestiremediğim gözyaşlarını silmek istedim. Ama parmak uçlarından nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Belki bu da rüyamın içindeki bir başka rüyaydı. Kendi rüyamın içinde sıkışmıştım.

Duruldu. İki elini burnuyla çenesi arasında bir yerde birleştirip saatlerce öylece hiçbir şey yapmadan bekledi. Düşüncelerinden nelerin geçtiğini, neden buraya geldiğini, kim olduğunu ve bu karşılaşmanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Niye buradaydım?

Karanlıkta çakmak sesiyle irkildim. Sanki benim orada olduğumu hissetmiş olacak ki parmak uçlarını birbirine hızlıca sürttü. Canım yanıyordu. Bağırdım. Sürtmeye devam etti. Kendi çığlıklarımda boğuluyordum ki gözlerimi açtım.

Uyandığımda salondaki kanepenin köşesine kıvrılmış bir halde oturuyordum. Televizyon açık kalmıştı. Gece saat üçü gösteriyordu ve yanımda boylu boyunca uzanmış bir adam yatıyordu. Sevdiğim adam… Rüyanın etkisiyle bir an için neye uğradığımı şaşırmıştım. Gülümsedim. Çünkü elleri çekingen, ürkek bir çocuk gibi ellerimdeydi. Derin bir oh çektim. Parmak uçlarımla yüzüne dokunup sabahın ilk ışıklarına kadar onu sevdim, sevdim. Usulca başını yastığa koyup üzerine beyaz hırkamı örtüp salondan çıktım.

Yatağa yattığımda saat sabahın altısıydı. O garip rüyanın etkisinden hâlâ çıkamamıştım. Bir şeylerden korkmuş olmalıydım. İnsanlar, sığınma isteği, parmak uçları ve sonra baskın gelen sıkışmışlık duygusu. Mutlu muydum? Kanepede uykusuna bıraktığım adamı düşündüm. Sessizliğini, ellerinde saklı kalan uykulu dokunma isteğini ama hiçbir şey bu sorunun cevabını vermeme yardımcı olmuyordu. Gözlerim neredeyse kapanmak üzereydi ki pencerenin kenarındaki boşluğa takıldım. Daha önce orada öyle bir boşluğun olup olmadığını hatırlamıyordum. Kendimi zorlayarak yataktan kalktım. Yatak ve pencere arasındaki yerde durup etrafıma bakındım. Ahşap sandalye ve masalar, dolaşan insanlar, yüksek bir müzik sesi vardı. Korkuyordum. Bir yere ait olamama duygusu ansızın içimin derinliklerine kadar işlemişti. Bir adım atsam her şey yeniden değişir miydi? O boşluğu hiç görmemiş, o adımı hiç atmamış olsam, her şey yine eski haline döner miydi? Peki ya ben az önce uyanmamış mıydım?

Bu rüyayı günlerdir aklımın en ücra köşelerinde evirip çeviriyorum. Boşluk ve karanlık arasında gidip geliyorum. İçinden çıkamadığım esaslı bir rol çalıyorum sanki hayattan. Baş etmekte zorlanacağımı bile bile gönüllü bir teslimiyeti devralıyorum. Rüyada geçen sahnelere benzeyen, zamanında gitmiş olabileceğim yerleri hatırlamak için aklımı zorluyorum. Büyük, ağır bir kaya parçası ansızın düşüncelerimin tam ortasına yerleşiveriyor. Kıymıklar şimdi daha çok batıyor. Çıplaklığım derimi soyuyor. Soydukça inceliyorum. Kılcal damarlarımın arasında, anlam veremediğim bir rüyanın peşinden sürükleniyorum.

Şehri izliyorum. Gece hâlâ çok uzun; perdeler soğuk ve is kokuyor. Yorgunum. Kelimenin anlamından çok daha yorgun. Perdeden sıyrılıp uyumak için yatağa geri dönüyorum.

Sabah olduğunda tramvay, dün geceki gibi gürültülü bir şekilde caddeden geçip gidiyordu. İnsan, kurtulduğunu sandığı bir kâbusa her an geri dönebilirdi. Çünkü sanmak sancılıydı. Emin olamadığın her şeyin karşılığı zamanla gizlendiği yerden koy veriyordu kendisini. Uzaktaydım. Ne kadar uzak olduğumu bilsem de asla yetmeyecek bir uzaklıktı. Yabancılık, yalnızlık bunların hepsi ufak, asılsız bir aldatmacadan başkası değildi. Dibine kadar kalabalıktım. Beynimin içinde beni kemiren seslerin, olayların, biriken her şeyin kölesiydim. Onlar istiyor, ben yapıyordum.

Dışarı çıktım. Hiçbir köşe başında yaşanmış herhangi bir şeyi bana anımsatacak sokakların, köşe başlarının olmadığı bu şehirde yürüyordum. Yol soran insanlara ellerimle ‘bilmiyorum’ diyordum. Ellerim beni tanıyordu ama onlar bilmiyordu.

Dört beş saat aralıksız bir kayboluştan sonra tarihi binaların göz doldurduğu bir meydana gelmiştim. Olduğum yerde tıpkı bir pergel gibi dönüp etrafa baktım. irili ufaklı hepsi taştan olan binaların tam orta yerindeydim. Belki de bu şehrin merkezi bendim. Anlaşılmayan sözcükleriyle, tanınmamış sokak aralarıyla baktığım her yer benden bir parçaydı. Dokunmak istedim. Hepsine parmak uçlarımla dokunmak… Bile isteye… Soğuk olduklarını, derimi parçalayacaklarını bilsem de onlarla aramda bağ kurmaya çalıştım. Dokundum da oysa ne kadar açık sözlüydüler. Her şeyi bir bir anlattılar. Duydum. Anlatılanların hiçbirisine yabancı değildim. Ama ben yine de ‘yabancı olmayı’ seçtim. Her insan, hangi şehre gittiğini iyi bildiğin bir yolculuktu aslında ve yolculuklar yalnızca bedenleri uzaklaştırıyordu. Yanılsamalarla doluydu yol ve mola yerinde her zaman iyi yürekli bir anlatıcı beklemiyordu. Çünkü dinlemek zordu. Dinlemek, sürgüne gitmek gibiydi.

O rüyaya da küçük, tekinsiz adımlarla ben girdim. Her sahnesini kendi dünyamın gerçeklerinden kurdum. Aylar sonra, ‘o rüyayla’ karşılaşacağımı nereden bilebilirdim ki?

Sahneyi hazırla… Ben o parmak uçlarında kalmak istiyorum.

Burcu Yıldızer

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments