Egoist okur

CANER FİDANER: Registannâme

Beşinci Nihat Akkaraca Öykü Ödülü yarışmasında ikincilik kazanan bu çok güzel öykü, Caner Fidaner’in “Kalem Kutusu” adlı kitabında yer alıyor. Caner kitap yayınlanmadan önce göndermişti öyküyü, geçenlerde yeniden okuyunca yayınlamak istedim. Umarım devam ediyordur yazmaya…

registanname caner fidaner egoistokur

Registannâme

Taşınmayı sevmesem de o bahaneyle kitapları derleyip toplamak hoşuma gider. Her seferinde dolapların, çekmecelerin diplerinde, kaybolduğu için uzun süredir üzüldüğüm kitaplar elime geçer çünkü. Ancak bu kez farklı bir şey geldi başıma. Mart ayının son haftasıydı, ben bir yandan taşınma günü yağmur yağarsa ne yapacağımı düşünürken bir yandan da kitaplarımı kolilere aktarıyordum. Eski dostları teker teker elden geçiriyor, birbirlerine vurarak tozlarını silkeliyor, hatta bazılarının sayfalarını şöyle fırt fırt diye hızla çeviriyordum ki Görünmez Kentler ile Yüzyıllık Yalnızlık’ın arasından daha önce hiç görmediğim ufak tefek bir kitap çıktı. Bütün kitaplarımın kapaklarını ezbere bilirdim ama buncağızı hatırlayamamıştım, anlaşılan hiç okumamıştım da.

Kitaplığımın bu yeni konuğu ele pütürlü gelen samanlı kâğıda basılmıştı. Hem eskiydi, hem de yıpranmış görünüyordu. Üst kenarın tarazlı haline bakılırsa alındığında kapalı olan sayfalar, bıçak niyetine kullanılmış tarak gibi bir şeyle açılmış olmalıydı. Öteki sayfalardan biraz daha kalın bir kağıda basılmış olan kapakta resim de yoktu, çerçeve de; yalnızca ortada iki sözcük okunuyordu, iri harflerle “Registannâme” ve onun altında biraz daha küçük “Hikâyeler”. Yazarı, çevireni, basımevi, basıldığı yıl… Bütün bunları boşuna aradım. İç kapağın arka sayfasında on üç öykü adı sıralanmış, karşılarına da sayfa numaraları yazılmıştı. Böyle eski kitaplarda pek “içindekiler” bulunmadığından bu liste beni şaşırttı. Yüze yakın sayfanın tümünü gözden geçirdim, sahibine ya da kullanan kişiye ait olabilecek bir not, imza ya da herhangi bir karalama bulamadım. Registannâme’nin nasıl olup da kütüphaneme girdiğini hiç mi hiç anlayamamıştım. Sonunda çok değerli olabilir diye bu kitabı bir süre hiç kimseye göstermemeye karar verdim.

Bir iki gün sonra taşınma işi kabaca bitti, ben de yeni keşfimle ilgilenme fırsatı buldum. Önce içindeki öyküleri gözden geçirdim, sonra okumaya başladım. Anlatılanlar tanıdık geliyordu. Örneğin ilk öyküde kahramanımız kendisinin bir benzeriyle karşılaşıyordu, Poe’nun William Wilson’unda, Dostoyevski’nin Öteki Ben’inde olduğu gibi. Galiba Paul Auster’in bir romanında da buna benzer bir şeyler vardı. Kitap öyle ilginç geldi ki okuma keyfi çabucak sona ermesin diye ilk öyküyü bitirince kenara koydum, yarın devam ederim diye. Ertesi gün York Kilisesi’ndeki sarışın bir Norveçli kadından söz eden ikinci öyküyü okurken fark ettim ki ayın ikisi olmuştu. Bu ilginç rastlantı bana bir işaret gibi göründü. Kaderin istediğini yaptım, ayın üçünde yalnızca üçüncü öyküyü okudum, o da bütün kitapları bir araya getirmeye çalışan bir grubu anlatıyordu. Dördüncü günün öyküsünde ilginç bir sözcükle tanışmıştım, “amfisbena”; ‘kuyruğunda da kafası olan yılan’ anlamına geliyordu. Ayın on ikisinde ise yalnızca tek yüzü olan bir diskin de var olabileceğini öğrenmiştim.

On üçüncü gün, yani ayın on üçünde son öyküyü okuyup kitabı bitireceğimi düşünerek Registannâme’yi elime aldım, fakat bir sürprizle karşılaştım. İçindekiler listesinin sonuna bir öykü eklenmiş, bütün öteki öyküler bir üst sıraya kaymıştı. Dünkü ilk öykü ise kaybolmuştu, listede de, kitapta da izi yoktu. Sayfa sayıları da değişmişti. Heyecanla o günün on ikinci öyküsünü okudum, son başlığı ertesi güne bıraktım.

Kitabı yastığımın altına koyup uyuduğum o gece gördüğüm düşü hiç unutmayacağım. Çöldeydim, dört yanımda göz alabildiğine kum tepeleri uzanıyordu. Ne tarafa gideceğimi kestiremiyor, fakat bundan dolayı bir rahatsızlık duymuyordum. Çünkü kum taneleri her türlü ihtiyacımı gideriyordu; susuzluk, açlık hissetmiyordum.

Sabah uyandığımda ilk işim Registannâme’nin sayfalarını karıştırmak oldu. Evet, beni şaşırtan olay tekrarlanmış, kitabın sonuna yeni bir öykü eklenmiş, dünün ilk öyküsü ise silinip gitmişti. Artık neler olup bittiğini biriyle konuşmanın zamanı gelmişti. O gün yalnızca on ikinci öyküyü okumakla kalmadım, kitabı göstermek ve kendi başıma çözemediğim gizemi danışmak için sahaf arkadaşım Cafer’i aradım. Gittiğimde Cafer meraklı bir yüzle beni kapıda bekliyordu. Bir eliyle benimle tokalaşırken öteki eliyle sakalını sıvazladı, dükkânı kilitledi. Sonra hoş geldin bile demeden koluma girip “Yürü!” diye beni yakındaki köfteciye sürükledi. Belli ki buraya önceden telefon etmişti, bizi üst kata, özel bir odaya aldılar. Oturur oturmaz Registannâme’yi cebimden çıkarıp masaya bıraktım; her şeyi başından anlattım, dün geceki düş hariç. Cafer dikkatle kitabı eline aldı. İlk sözü, “Registan neresi, biliyor musun?” oldu. Sonra cebinden bazı fotoğraflar çıkardı, önüme koydu. Cafer, çevresinde cami benzeri tarihi yapılar olan bir meydanda pozlar vermişti. “On on beş yıl oluyor, Semerkand’a gitmiştim, bunlar orada çekildi. Registan bu şehrin kalbidir. ‘Reg’ ya da bulmacalardan hatırlayacağın şekliyle ‘rıh’ Farsça ‘kum’ demek. Semerkand’daki üç büyük medresenin ortasında kumla kaplı bir meydan vardır, oraya ‘registan’ derler.” Ayranlarımız geldi, bardaklarımız dolarken sustuk. Garson gidince sordum: “Peki, ‘registan’ aynı zamanda ‘çöl’ anlamına da geliyor mu?” Cafer bıyığında kalmış beyazlığı peçeteyle silerken “Evet,” dedi, “Yalnız hikâye bu kadar değil.” Ben Registannâme’yi önüme çekerken kitabı gözleriyle takip ederek devam etti: “Zamanında o meydanda idam cezaları infaz edilirmiş. Kılıçla. Dökülen kanın kolayca emilmesine yarar kum.” Köfteler geldi. “Zeki Usta da şu köftenin lezzetini hiç bozmadı,” dedim. Cafer başını salladı, “Biliyor musun,” dedi, “Hani şu gladyatörlerin dövüştüğü ‘arena’nın adı da aslında ‘harena’dır. Bu sözcük Etrüskçedir derler, o da ‘ince kumla kaplı’ demekmiş. E arenada da kanı emecek bir zemin gerekiyor tabii.” Cafer durakladı, son köftesini ağzına attıktan sonra, “Yani Registannâme Türkçeye ‘Arena kitabı’ diye çevrilebilir.” dedi.

Bir süre sessiz kaldık. Kemalpaşa tatlımızı yerken sordum: “Sence ne zaman basılmıştır?” Cafer önce lokmasını yuttu, sonra kitabı önümden alıp karıştırdı, “Latin harflerine 1928′de geçildi, bunun da o tarihten eski olmaması gerek. Fakat içindeki öyküler değişebildiğine göre harfleri neden değişemesin ki?” Masadan kalktığımızda kafamdaki soru işaretleri azalmamış, tersine iyice artmıştı.

Artık her gün kitabımın başından bir öykü eksilirken sonuna bir yenisi ekleniyor, ben de on ikinciyi okuyup son öyküyü ertesi güne bırakıyordum. Saçma da olsa bir düzenin var olması iyidir, ne olacağını bilmek insanı rahatlatır. Bu düzene de kısa sürede alıştım. Registannâme ile kurduğumuz dostluk ilişkisi epey sürdü. Yine de gidişte bir değişiklik olacak diye duyduğum endişeden kurtulamıyordum. Her sabah olduğu gibi 30 Haziran’da, yani dün de uyanır uyanmaz yastığımın altından kitabımı aldım, on üçüncü sıraya, yeni isme baktım: “Registannâme’nin Öyküsü”. On ikinci öyküyü okuyup kitabı yastığımın altına koydum. Dün gece kendimi çölde bulduğum düşü yeniden gördüm, yalnız bu kez çölde gece olmuştu, ben üşümeye başlamıştım. Kum taneleri de pek arkadaş canlısı gibi görünmüyorlardı.

Bu sabah içine baktığımda Registannâme beni bir kez daha şaşırttı; içindekiler listesinde de, öteki sayfalarda da düne göre bir değişiklik yoktu. Aynı öyküler, aynı yazılar. Son öykü de aynı. Bugün onu okursam kitap bitecek. Sonra ne olacak? Bilmiyorum. Ama korkuyorum.

Caner Fidaner

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments