Egoist okur

Sinem Sal: “Dünya belki gerçekten kötü bir yer ama hayat değil!”

“Zannedersem Tek Eksiğimiz Aşktı adlı son şiirde karakter kendi ölümüne, kıyamete ve ahiret gününe şahit oluyor. İnsana duyduğu aşk sona eriyor ve Kur’anda yazıldığı gibi tüm organları dile geliyor… Aslında yalnızca kalbi. O şiirde Allah’ın susması, var olmadığı anlamına gelmiyor, aksine… O yüzden zaten ‘Kalbim Ziggurat’ adıyla geçiyor karakter. Aşk, Babil Kulesi gibi. Yeri ve göğü birbirine bağlamak için, yaratıcıya ulaşmak için bir şeyi yapılandırıyorsun. Sonunda yalnızca kelimeler kalıyor. Belki de doğuyor. Ben en çok da insan kalbine inanıyorum. Bir gün onu keşfedeceğiz, o yüzden de şimdilik oyalandığımız hikâyeler yaşıyoruz.”

Genç şair Sinem Sal‘ın “Lakuna” ve “Anekta” adlı iki kitabı var. Bir süre önce üçüncü kitabı “Yine de Âmin” çıktı ve şiir okunmaz denen ülkemizde yayınlanır yayınlanmaz, ikinci baskıyı yaptı. Bunun üzerine kendine has bir sesi, rengi olduğuna inandığım, Umay Umay’ın, Murat Uyurkulak’ın da övgüyle söz ettiği Sinem Sal’la buluştum ve şiirini konuştum. Ne kadar karamsar bir tablo çizerse çizsin kalbin ve duanın gücüne inanıyordu Sinem. Işıklı gözlerle şiirlerinden söz ederken şunları anlattı mesela… “Yazdıklarımı bir guguk kuşu gibi düşünüyorum; saatinden fırlamaya hevesli ve kararlı. Umutlu da. Bir havalansa, dünyayı kurtaracak. Fakat her saat başı, kuzey cazı tonunda dünyanın kötü bir yer olduğunu söylüyor, arada punka dönüyor, sonra bakıyorsun aniden her şey çok arabesk… Dünya belki gerçekten kötü bir yer ama hayat değil.” İşte röportajımızın devamında konuştuklarımız…

Gülenay Börekçi

Sinem Sal’dan “büyük çaresizliğimize” şarkılar

“İnsan en çok dualarında kendi oluyor”

Yine de Âmin”de dualardan alıntılar yapıyorsun. kitabın isminden yola çıkarak,Tanrı’yla, kitapla, duayla alakan nasıl diye sorabilir miyim…

Her zaman çok ilgili ve meraklıydım. Bilgimin yoğun olduğunu söyleyemem elbette. Daha çok sezgiye, kalbe dayanan bir bağ içindeydim sanırım. Tuhaf bir babaanneyle büyüdüm. Balkonda deniz anası beslerdik. Özel bir şerbet yapardık sonra, kötü ruhları uzaklaştırsın diye. Piyano kursundan kaçıp camiye gitmiştim bir gün. Ailem kriz geçirdi tabii beni arayıp bulamayınca. Camideki çocukların elindeki kitaptan gördüğüm tek duayı yazmıştım kâğıda: Peygamberi rüyada görme duası.

Görüp görmediğini sormayacağım… 

Bilinmeyen, sırlı ve gizemli şeyler bazı ruhları çeker. Dinlerle ilgili şeyler, özellikle de dualar da bana çok sürprizli geliyor. Dua ederken, kimseye anlatamadığın şeyleri döküyorsun. Günah olarak gördüklerini, hata diye tekrarladıklarını veya sende eksik olanı, gelmesini dilediğini… O yüzden sanırım insan en çok dualarında kendisi oluyor.

Tasavvufla da ilgilisin. Bu yolda neyi arıyor, neyi bulmayı ümit ediyorsun?

Nihai olarak cahil olduğum konusunda kendimi ikna etmeye çalışıyorum sanırım. Didiklemeyi bırakmaya çalışıyorum ki bu benim için çok zor gerçekten. Hakikatin bilgiyle gelmeyeceğine inandım. Bir hayvanı tanımak için parçalarına ayırdığında onu yok etmiş oluyorsun. Yani öğreniyorsun ama sonlandırarak… Dünyayı anlamaya çalışmak da beni mutsuz kıldı. O yüzden şimdilik kendimden elimden geldiğince iyi, barışçıl bir ruh yaratmaya çalışıyorum.

Başarıyor musun peki? 
Eğer varoluşuma, tasavvufun beni dinginleştirmesiyle karşı gelebilseydim, hiçbir şeyi çok sevmemeye çalışırdım. Çok sevmek, nefret gibi bir şey, bir tür dengesizliğe sebep oluyor. Biri altı yaratıyor, diğeri üstü…Edebiyat da dengeyi mümkün kılıyor, hayatta yan yana gelemeyecek her şey, herkes orada bir arada durabiliyor. En azından, benim amacım bu; uyuşmaz gibi görünen herkesi ve her şeyi aynı metne sızdırmak. Bunu yaparken dünyaya katlanmamı sağlayan da müzik ve dua…

Şiirlerinde derdin, meselen aşklaymış gibi geliyor bana. Yani erkeklerle, kadınlarla, onların yapabildikleriyle, yapamadıklarıyla falan değil, doğrudan aşkla… “2000’lerde hiçbir aşk yeterince romantik ve masum değil” diyorsun. Aşka ne olmuş sence günümüzde?

Günümüzde aşkın dengesi bozuk bence; özellikle de kadın açısından… Bir yanın aşkta, ilişkide biricik olmak istiyor, öteki yanınsa mülkiyete karşı. Özgürsün ya hani; modernsin… En çok da 80’lerde doğan son neslin kafası karışık. Hızlı bir değişime tanık olduk çünkü biz; ne istediğimizi bilmiyoruz… Derdime gelince, kesinlikle kâinatın kendisiyle ve benliğimle ilgiliyim aslında. Ama bir insan için yorulmak, oraya tutunmaya çalışmak, oradan yara almak belki daha kolay geliyor. Yakın zamanda hipnoza gittim ve “Biri var” dedim, “Onu unutmak istiyorum, bütün organlarımla acı çekiyorum, bunun için ne yapabiliriz?”

Geldi mi cevap? 
Hayır, şunu anladım sadece: İnsana duyduğum aşk bu dünyayaya dair merakımı, endişelerimi, korkularımı geçirmez belki ama daha az tedirgin yaşamamı sağlar.

Hep teselli, hep teselli… “Kalbinin içinde sinekkuşu besleyenlere” ithaf ediyorsun kitabını. “Yasak olduğu iddia edilen aşklara” da ithaf edecekmişsin ama sonra üzerini çizmişsin o cümlenin, neden? Üzerini çizdiğin başka cümleler de var o sayfada. 

Çünkü yasak aşk kavramı sözlüklerden kalkarsa, yani onu kelimelerle ifade etmezsek artık, daha rahat ederiz bence. İthaf kısmını kitap bitince düşündüm. İlk kitabımda kimlere teşekkür ettiysem, bir bir çıktılar hayatımdan. O yüzden ithafların uğursuzluğuna inamaya başladım. Diğer yandan üzerlerini çizmiş de olsam oradaki ithafların hepsi aklımdan geçen şeylerdi. Otoriteye, hükmedene karşı gelen şiirler zaten. Politikanın ve toplumun aşka kıyıcı davranmasına tahammülüm yok. Öte yandan “Yine de Âmin”deki tüm şiirleri “yaşanamayan aşklara” adayamazdım. Çünkü kitapta sadece insana duyulan aşk yok. Özellikle ortasından itibaren biraz daha kaçık bir hâl alıyor şiirler ve karakter düzenin biçimlendirdiği aklından feragat ederek kendi ütopyasını kurmaya başlıyor. En sonda da Allah’la konuşması var. Çünkü kendi yarattığı aşk mitinin dağılışını seyrediyor, kıyametine tanık oluyor bir bakıma. Ve o kutsal günde yalnızca kalbi dile geliyor. İşte tam da orada, yasak olan hiçbir şey yok artık. Kalben özgür.

‘İmkansız görünen her şeye yazıldı bu şiirler’

Seninle geceyarıları Twitter’da kitap falı, şiir falı bakıyoruz, kahve falı hayalimizi gerçekleştiremedik ama o da olacak yakında. 

Ama güzel çay tüketiyoruz karşılıklı.

Evet, çay seviyoruz. Ama kitabının adı kahve falından geliyor. Anlatır mısın?

2013 yazında, kanaldayken, bir kadın geldi yanıma ve fal bakmak istediğini söyledi bana. Sonra da fincanı hiç kaldırmadan, okumaya, olanı biteni anlatmaya başladı. Bazı bağlar vardır, görünmez değildir; apaçık ve ortadadır. Tümünü anlattı bana gerçekten. Yaşadığım aşk için de “Olmayacak duaya âmin diyorsun” dedi. “Olsun, yine de âmin…” diye cevap verdim. Oradan geliyor kitabın adı. İmkansız gibi görünen her şeye yazıldı bu şiirler aslında. Acı ve şiddettin yanında o yüzden hep bir ironi ve umut var. Bunun için çaba gösterdim.

Kapak da enteresan… 

Kapak tercihim bilinçliydi. Neon ışıklarıyla “Yine de Âmin” yazıyor. İslamiyet’in ve Allah’ın adının altında dönen her türlü ahlaksızlığa ve sömürüye tepkimi göstermek için seçtim bunu.

‘Kadıköy’den başka yerde âşık olamıyorum’

“En iyi yardımcı katil ödülü”nü alan kişi kim, kalbin nerede, bilmiyorum ama biraz da Kadıköy’de sanki… Kadıköy sokaklarının ayrılmaz bir parçasısın Ne var Kadıköy’de, barlar sokağında, ne bileyim antikacılar çarşısında sana bu kadar çekici gelen?

Antikacılar Sokağı önemli. Türk Sanat Müziği çalıyor ve sokak çaycılarındaki çay 1 Lira…Ben o sokağı keşfettiğimde gerçekten üç insan oturuyorduk sanırım ve tüm yaz boyunca o taburelerde şiir yazmıştım, onlarca bardak çay tüketip. İşten çıktığım bir gün, ayakkabılarımı çıkarmış Antikacılar Sokağı’nda yürüyordum. Böyle anlatınca mutsuz bir kadın sanılacağım, halbuki benim için çok güzel bir gündür. Her neyse, orada gramofoncu bir abi var, taş plak tamiri yapıyor… Beni görüp dükkanına çağırdı. Birlikte piknik tüpünde çay demleyip Zeki Müren dinledik. O gün hayatımın geri kalanında da bu sokağı çok seveceğimi anladım. Hani bazı insanlar kendi evlerinden başka yerde uyuyamaz ya, ben de sanırım Kadıköy’den başka yerde âşık olamıyorum. “En iyi yardımcı katil ödülü”nü alan kişiye gelince, ödülünü aldı, sahneden indi. Evet, fonda “He shot me down, bang, bang!” çalıyordu.

Kitabın finalinde, “Zannedersem Tek Eksiğimiz Aşktı” diye uzun bir şiir var. Onu yazma cesareti nereden geldi?

O başlık aslında bir porno yönetmeninin repliğinden esinlenme. Ahlaki değerlere aykırı düşen bir sistem var Türkiye’de, aşkta… Hiçbirimiz kendi hayatımıza karşı dürüst değiliz sanki. Şiirler bir hikayeyle ilerlediği için o şiir daha çok bir kapanış metni. Az önce sözünü ettiğim gibi son üç şiirde zaten karakter kendi ölümüne, kıyamete ve ahiret gününe şahit oluyor. İnsana duyduğu aşk sona eriyor ve Kur’anda yazıldığı gibi tüm organları dile geliyor… Aslında yalnızca kalbi… Orada Allah’ın susması, var olmadığı anlamına gelmiyor, aksine… O yüzden zaten “Kalbim Ziggurat” adıyla geçiyor karakter. Aşk zaten Babil Kulesi gibi. Yeri ve göğü birbirine bağlamak için, yaratıcıya ulaşmak için bir şeyi yapılandırıyorsun. Sonunda yalnızca kelimeler kalıyor. Belki de doğuyor. Ben en çok da insan kalbine inanıyorum. Bir gün onu keşfedeceğiz, o yüzden de şimdilik oyalandığımız hikâyeler yaşıyoruz.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments