Egoist okur

FERİT EDGÜ: Yargıç Karak

“Evet, ben de insanları yargılıyorum. Ama bambaşka bir yoldan; onlara yakışan en tüzel yoldan. Gerçeği, suçlu suçsuz bütün insanları, bütün bir insanlığı yargılamak isterdim. Kim, bu kentten ya da başka bir kentten, günümüzde suçsuz olduğunu söyleyebilir? İnsanların yargılanmaya, her gün her saat yargılanmaya ihtiyaçları olduğunu görmüyor musunuz? İşte ben, insanları her gün, her saat yargılayanım. Duruşmalar sanmayın ki yalnızca Yargı Sarayı’nda oluyor; hayır Sayın Bayım, her yer, her an bir duruşmadır benim için: Yerken, içerken, sevişirken, yürürken, uyurken, uyanıkken de insanları yargılamaktayım. Garip uğraş, diyeceksiniz. Garip tüze, diye bağırmanız daha uygun olurdu. Garip olmasına belki garip, ama itiraf edin ki, insancıl. ”

Bu ürpertici satırlar, Ferit Edgü’nün ilk kez Dost dergisinin Ocak 1966 sayısında yayınlanan, ertesi yıl da Av adlı kitabın bir parçası olarak okur karşısına çıkan öyküsü Yargıç Karak’tan. Daha sonra çeşitli vesilelerle defalarca yayınlandı ama ben her zaman her şeye geç kalan, en azından kendini öyle hisseden biri olarak yazarın bir süre önce Sel Yayıncılık’tan çıkan toplu eseri Leş’te okuyabildim.

Tuhaf güzellikte bir öykü Yargıç Karak. Tıpkı bir düş gibi… Ayrıca yazılmasının üzerinden neredeyse 50 yıl geçse de değerinden, öneminden hatta geçerliliğinden hiçbir şey yitirmemiş. Yani tamamen gerçek.

Sizi Yargıç Karak’la ve zihninizde canlandırabilecekleriyle baş başa bırakmadan önce hem Ferid Edgü’ye öyküsünü yayınlamama izin verdiği için teşekkür ediyor hem de Av için yazdığı 1967 tarihli önsözden bir bölümü buraya almak istiyorum.

“Bu (öykülerde anlatılan) garip olaylar, can çekişmekte olduğuna inandığım ak kuğunun (sanatın), bende yansıyan son düşlerinden, sanrılarından birkaçıdır. Ama kuğunun ölmesiyle her şey ölecek değildir, sanatın ölümsüzlüğüne inanan bazı saf kişilerin sandığı gibi. Tam tersine, insanoğlu yeni bir mevsimde, içinde yaşadığı çelişkilerden yararlanmasını bilirse, ortaya birbirinden güzel, birbirinden derin ve anlamlı binlerce ak ya da kara kuğunun düşünü, gerçeğini koyabilir. Toplumsal koşulların ağırlığı altında unutulan, bir kıyıya atılan, ‘düşsel’ ya da ‘kurgusal’ olan da, o zaman, yeniden tüm özgürlüğü, tüm bağımsızlığı içinde belirebilir. Gerçeğin içindeki düş, düşün içindeki gerçekle el ele yürüyen yaratıcı sistem, ancak o zaman dar sınırların içinden kurtulmayı başarabilir. Kanımca, umutsuzluğun, karamsarlığın tek panzehiri de budur.”

Gülenay Börekçi

FERİT EDGÜ: Yargıç Karak

Yargıç Karak’a duyduğum ilgi yalnızca adının garipliğinden mi ileri geliyordu? Kendisi, bir gün, bu konuda yaptığı açıklamada, bu adın (Karak) eski bir ad olduğunu, atalarının üç yüzyıl önce gelip bu kente yerleştiklerini, kendisinin de, tüm garipliğine karşın (özellikle, yargıçlık gibi, herkesin saygı duyduğu bir uğraşı olan kişi için) bu simetrik adı değiştirmek ve herkes gibi bir ad almak gerekliliğini duymadığını söylemiş, haklı olarak, “İmamı imam yapan cüppesi değildir” demişti. Yargıç Karak’a duyduğum ilginin kaynağı, onun, bu simetrik Karak adını taşımasından başka bir yerde olmalı, diyordum. Bu ilgi yalnızca yargıç olmasından, özellikle kendisinden önceki yargıcın ölümünün ardından, kentimizin tek yargıcı olarak kalmasından da doğuyor olamazdı. Kentimizin tüm davalarına bakan, kentimiz halkını* yargılayan tek adam olması, onu, hiç değilse benim gözümde diğer kişilerden ayırıyor olabilir miydi? Belki. Ama Yargıç Karak’a duyduğum ilginin derecesi bununla da ölçülemez. Belki onun, bizlere benzemeyen beden yapısıyla, yüzünün garip görünüşüyle ilgimi çektiği söylenebilir. Ortalama boyu 1.60’ı geçmeyen bizim gibi insanların arasında, iki metreye varan boyuyla dolaşmasının, çevresindekiler üstünde olağanüstü bir etki bırakmaması garip olurdu. Gerçeği, hayatıma ilerde yön verecek Yargıç Karak’la başlangıçta hiçbir ilişkim olmadı. Hiçbir zaman yasalarımızın suç saydığı edimleri gerçekleştirmediğim için değil, böylesi durumlarda ne bir tanık, ne bir davacı olarak, Yargıç Karak’ın, dolayısıyla onun temsil ettiği tüzenin önüne gitmemek için kendimi bildim bileli elimden geleni yaptığım, yasadan, yasa adamlarından, vebadan kaçtığım gibi kaçtığım için, bunun (Yargıç Karak’ın önünde tanık, sanık ya da davacı olarak bulunmanın) başıma gelmediğini söyleyebilirim. Kolaylıkla anlaşılacağı gibi bundan yakınmıyorum.

Tüzel işler, niçin söylemeyeyim, bende her zaman, bir baş dönmesi, bir mide bulantısı yaratmıştır. Birkaç kez, herkesin içinde, tüzeye, özellikle de Yargıç Karak’ın tüzesi üstüne olan düşüncelerimi bağırmak istedim. Ne var ki buna hiçbir zaman cesaret edemedim. Neydi bu bağıramadığım düşünceler? Bunları derli toplu anlatabilmem için olayların başlangıcına inmem gerekiyor.

* Lapsus; Hiç şüphesiz “halkı” değil, “suçluları” demeliydim.

Üç yıl öncesine değin, kentimizin tüzel işlerini yürüten, yani insanları* yargılayan yaşlı bir yargıcımız vardı. Yargıç Karak, o zamanlar yargıç olmasına yargıçtı, ama yargılamaya tam bir yetkisi yoktu. Ancak başyargıcın hastalığı durumunda onun yerini alabilirdi. Ama sanırım, bu hiçbir zaman başımıza gelmemişti. Başyargıcın zamanında kentimiz cezaevindeki tutukluların sayısı 15-20’nin üstünde değildi. Bugünse bu sayının 1500’ün üstünde olduğu söyleniyor. Belki bu sayıyı aştı bile. Nüfusu 20 binin üstünde olmayan bir kent için bu sayının ne demek olduğu bir düşünülsün! Tutuklu sayısının artması durumuna kafa yoran herhangi bir yurttaş olarak, bu artışın nedenleri üstünde, ister istemez, ben de durdum. Başlangıçta kesin bir açıklamaya varmam mümkün olmadı. Tüzel işlerden, yargılamalardan olan tiksintim yüzünden, o güne (bu içinde bulunduğumuz durumu düşünmeye başladığım, o amansız yiyip bitirici kuşku kurdunun içime düştüğü güne) değin hiçbir duruşmada bulunmamıştım. Duruşmaların hangi koşullar içinde yapıldığı üstünde en küçük bir bilgim bile yoktu. Dostlarım arasında da bu konuda beni aydınlatabilecek hiç kimseyi tanımıyordum. Tüm çaresizliğime karşın, hiç değilse kendi kendime bu tutuklamaların artışı olgusunun açıklamasını yapmam gerekiyordu.

* Aynı lapsus: Anlamışsınızdır, “suçluları”, daha doğrusu “suçlu-insanları” demek istiyorum.

Belki yukarda sözünü ettiğim kurt, bir kuşku kurdu değil de bir korku kurduydu ve günün birinde kendimin de tutuklular arasında bulunabileceğim düşüncesinin kafamda belirdiği gün içime düşmüştü. Bu noktada kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Ama ne olursa olsun, ister bencil bir korku (bencil bir korunma isteği), ister yalnızca gerçeği öğrenme tutkusu… bir kez kafam bu soruya takılmıştı. Bundan kurtulmanın tek yolu da, bu konuda aydınlanmamdı. Nasıl oluyordu da tutukluların sayısı üç yıl içinde yüzde bin artmıştı? (İnsan kendine böyle bir soru sorup da, sağdan soldan aydınlatıcı bir cevap alamazsa gözüne nasıl uyku girer?) Bu süre içinde değişen, kentimizin halkı mıydı? Kötüye, suça doğru bir eğilim mi başlamıştı? Böylesi bir eğilime kentimiz insanları artık karşı koyamıyorlar mıydı? Bu sav bana pek üstünde durmaya değer gelmedi. Toplumsal koşullarımızda pek büyük bir değişiklik olmamıştı. Tabii, bunu söylerken son kuraklık yılıyla, bu yılki çekirge akımının ekinlerimize getirdiği zararı unutuyor değilim. Ama bu ekonomik bunalımlar, sanmıyorum ki tüm bu suçların (eğer suç varsa) nedeni olsun.

İlk işim tutukluların işledikleri suçların türleri üstünde durmak oldu. Bu konuda aydınlanmakta oldukça güçlük çektim; daha doğrusu aydınlanamadım. Ne var ki bu çabam bana, sorunun başka görünüşleri üstünde düşünmek, araştırmak olanağını verdi. İlk şaşkınlığım, kentimizde işlenen suçlar üstünde hiçbir sayımın yapılmamış olduğunu görmekle başladı. Bu işi (tabii üstünkörü) benim, kendimin yapması gerekiyordu. Başarabilmek için ilk başvurduğum, son üç yıllık gazete denemeleri oldu. İkinci şaşkınlığım bunu yaparken belirdi: Başyargıcın ölümünün, Karak’ın tek yargıç olarak atanmasının hemen ardından, gazetelerimizde, cinayet, hırsızlık, ırza geçme gibi olayların yankısı azalmaya başlıyordu. Bu, bizim gazeteler gibi yazacak bir şeyleri olmayıp en küçük hırsızlık olayını birinci sayfada, koca koca harflerle veren gazeteler için çok garipti. İlk altı ayda, cinayet, yaralama, ırza geçme (tek bir olay) haberleri birinci sayfaya geçmişti. Bundan sonra, bu haberler son sayfada ve hemen hemen hiçbir ayrıntıya girmeden yalnızca bir haber olarak veriliyor, daha sonraları da (tam olarak, Yargıç Karak’ın iş başına geçişinin sekizinci ayında) tümüyle yok oluyordu. Bu durumda kafanızda şöyle bir soru belirebilir: Öyleyse tutukluların sayısının arttığını nereden öğrendin? Hayır, hayır, kulak gazetesi ya da yerin kulağı var, demeyeceğim. Kentimiz halkı, geleneği gereği, tam bir kapalılık içinde yaşar (gazete satışlarının düşük olmasının bir nedeni de bu olmalı); kentimizin toprağıysa sayın baylar, bildiğiniz gibi sağır ve dilsizdir. Ve de kördür. Tutuklu sayısının arttığını, yalnızca, geçen yıl yapılan cezaevinden biliyorum. Eski cezaevinin beş yüz tutukluyu barındırabileceği, halkımızın bildiği bir gerçektir. İkinci bir cezaevinin yapılması, elbet, birincisinin gereksinmeyi karşılamamasından doğmuştur. Bu ayracı burada kapayıp yeniden gazetelerimize dönelim.

Karak’ın, yargıçlığa “asaleten” atanmasının sekizinci ayından sonra, gazetelerde işlenen suçlar, verilen cezalarla ilgili hiçbir haberin yayınlanmamasının nedenleri üstünde düşündüm. Bu konuda yapacağım en aklı başında iş, hiç şüphesiz, gazetelerden birinin yazı işlerine bir mektup yazmak, durumun açıklanmasını ondan istemekti. Ben de bunu yaptım. Yazdığım mektupta bu durum üstüne dikkatleri çekiyor, bunun (tüzel olayların gazetelerde yer almamasının) belirli bir nedeni olup olmadığını soruyordum. Bu mektubum cevapsız kaldı. Yazdığım ikinci mektupta, birinci mektubumda söylediklerimi yineliyor, soruma olumlu ya da olumsuz bir cevap vermeleri, bunun uğraşlarının en ilkel bir kuralı olması gerektiği üstünde duruyor, bu konuda beni aydınlatmalarını bir kez daha rica ediyordum. İkinci mektubuma dört gün sonra bir cevap aldım. Kısa bir yazıydı bu. Gazetenin yazıişleri sorumlusu, mektubunda, bana, ne yazık ki hiçbir açıklama yapamayacağını, buna yetkisi olmadığını belirtiyor, böylesi garip soruların kafamda nasıl doğduğu konusundaki şaşkınlığını gizleyemediğini söylüyor ve saygılarını sunuyordu. Önümde bir kapı daha kapanmıştı. Cevapsız kalan her bir soru gibi, bu soru da, gün geçtikçe, daha bir yiyip bitirmeye başladı beni. Gözüme uyku girmez olmuştu. Bir sabah, ne olursa olsun, Yargı Sarayı’na gidip durumu orda inceleyeceğim, dedim. Orasının hepimize açık olduğunu, duruşmaları dinleyebileceğimiz gibi, eski tutanakları incelemeye hakkımız olduğunu da duymuştum. Bu “ziyaret”in benim için pek kolay olmadığını kabul edersiniz. Bu kararı (söylemiş miydim?) bir uykusuzluk gecesi vermiştim. Bugünmüş gibi anımsıyorum: Yağmurlu, perşembe gecesini cuma sabahına bağlayan bir geceydi.

Sabah, erkenden yatağımdan kalkıp yıkandım, tıraş olup en yeni giysilerimi giydim. Betimlenemez, acımsı (diyebileceğim) bir duygu içindeydim. Sabah çayımı içecek iştahı bile bulamamıştım kendimde. Evden çıktığımda hafif yağmur çiseliyordu. “Karanlık bir gün”, dedim kendi kendime. “Yargı Sarayı’na gidecek günü iyi seçtin.” Artan bulantımla, ayaklarım sanki geri geri gidiyordu. Bu, insana hayranlık veren (hiç değilse dışardan) kentimizin en güzel yapısının önüne vardığımda büyük saat, dokuzu vuruyordu. Mermer giriş merdivenlerini çıktım; büyük kapıyı geçip içeriye adımımı attığımda önümde büyük bir boşluğun açıldığını gördüm. Loş, sınırsız (diyebileceğim), tek sözcükle, korkunç bir boşluk ve bu boşluğun tamamlayıcısı, mutlak bir sessizlik. Bu boşluğun içinde birkaç kişi (sayıları onun üstünde değildi) oradan oraya koşup duruyorlardı: sırtlarında kara cüppeler, kollarının altında kalın dosyalar… Bunlar savunmanlar olmalıydı. Bu boşluğun sağ ve sol yanlarından iki merdiven (gene mermer) çıkıyordu. Soldaki merdivene doğru yürüdüm. Titriyordum: Tüm bedenimi bir ürperti kaplamıştı. Bu taş yapının soğukluğudur, diye düşündüm. Birinci kata vardığımda bu soğukluğa karşın ter içinde olduğumu gördüm. Sağda, merdivenin bitiminde kırmızı bir okla Duruşma Salonu’nun yönü gösterilmişti. O yöne doğru yürüdüm. Geçitte benden başka kimseler yoktu. Bir süre, bu, bana sonu yokmuş gibi gelen geçitte yürüdüm. Bir ara, ardımda koşuşan ayak sesleriyle irkildim. Umutla (umutla?) başımı çevirip baktım: Gelen Yargıç Karak’tı; yanında, kara cüppeleri içindeki savunmanlarla konuşuyordu. (Suçlularla birlikte bunların -savunmanların sayısının da görülmemiş derecede artmış olduğunu ilk orada sezinledim.) Onlara engel olmamak için duvarın dibine çekildim. Beni (sanki) görmeden gelip geçtiler. Arkalarından baktım: Yargıç Karak, dik, uzun adımlarla ilerliyordu; savunmanlarsa ona yetişebilmek için koşuşuyorlardı. Anlatılmayacak gülünç bir görünüm! Kendim gibi bir dinleyici (ya da seyirci, nasıl dilerseniz) görürüm umudum boşa çıkmıştı. Yeniden tüm gücümü toplayıp önümde uzanan, nereye varılacağını kesin olarak bilmediğim geçitte, tek başıma ilerlemeye koyuldum.

Büyük geçidin bitimine vardığımda soluk soluğaydım. Duvarın üstünde, gene kırmızı bir okla Duruşma Salonu’nun yönü gösteriliyordu. O yöne döndüm: Bu penceresiz, kapısız, iki uzun, yüksek duvarın arasında uzanan geçitte yürümeme devam ettim. Böyle kaç geçit geçtim, bilmiyorum. Bir an, hiçbir zaman bir duruşmada hazır bulunamayacağımı düşündüm. Bu başlayan umutsuzluğu yenmek için, gerilen bacak kaslarıma, dizlerimin dermansızlığına, her adımımda artan boğuntuma, korkuma karşın, “Bir kez başladın, devam!” diyerek yürüyüşümü sürdürdüm. Üstünde Duruşma Salonu yazılı kapının önüne vardığımda, içimde, birazdan kendi yargılanmama tanıklık edecekmişim gibi bir duygu vardı. Kapının önünde, içeri girip girmemek konusunda bir an duraksadığımı açıkça söylemeliyim. En sonunda, büyük bir güçle, kapıyı aralayıp girdim. İçeri girdiğimde, gözüme ilk çarpan, Yargıç Karak oldu. Sırtında, yakaları sırmalı, kara, parlak kumaştan bir giysi vardı. Olduğu yerde, tüm odayı dolduruyor gibiydi. Öbür kişiler (sanıklar, savunmanlar, ben) onun yanında ne kadar küçük kalıyordu! Çekine çekine, boş (salonda dinleyici olarak benden başkası yoktu) dinleyici sıralarına doğru ilerleyip ön sıralarda bir yere iliştim. Yargıcın önünde sırtı bana dönük iki kişi vardı. Karak’ın gözleri onların üzerinden benimkileri buldu. Gözlerini benden ayırmadan sorgusuna devam ediyordu. Aldığı cevapları, değişik sözcüklerle uzun cümleler halinde, anlaşılması güç bir dille, önündeki daktilo kıza yazdırıyordu. Sorular, cevaplar uzadıkça, bu önümdeki iki kişiden hangisinin suçlu (ya da sanık), hangisinin davacı (ya da tanık) olduğunu sordum kendi kendime. Hemen karar vermek güçtü: İkisinin cevapları da birbirine benziyordu. Yalnız verdikleri cevaplar değil, giysileri, yüzleri de. İkisi de, her soru karşısında, bir an bocalıyor, sonra kekeleyerek Karak’ın beklediği cevabı vermeye çalışıyorlardı. Bu, Yargıç Karak’ı çok sinirlendiriyordu. Çok geçmeden anladım ki söz konusu olan bir miras davasıydı. Dolayısıyla ne sanık vardı ortada, ne de davacı. Daha doğrusu, bu iki insandan ikisi de ya sanık ya da davacıydı. Duruşma bir başka güne ertelendi. Karak’ın dosyayı incelemesi gerekiyordu.

Onlar çıktıktan sonra, içeri iki kişi daha girdi. Birinin yanında bir savunman vardı: Bundan, onun sanık olduğunu çıkardım, ama çok geçmeden yanıldığımı anladım. Doğrusu, duruşmanın sonuna değin kimin sanık, kimin davacı olduğunu anlayamadım. Görülen yalnız Karak’ın yargıçlığı ve kara cüppelinin de savunmanlığıydı. Bu duruşma kısa sürdü. Karar okunurken herkes ayağa kalktı. Ben de onlara uymak zorunluluğunu duydum. Kararı dinleyen savunman, Yargıç Karak’a teşekkür etti; yanındaki sanık ya da davacı da ona öykündü ve hep birlikte çıktılar. Yerime oturmadan, salona girdiğimden beri gözlerini üstümden ayırmayan mübaşir yanıma yaklaşarak, salonu “boşaltmamı” istedi. İlkin ne demek istediğini anlamadım. Sonra, yaptığı açıklamadan, buradan çıkmam gerektiğini algılayabildim. Ama o, bunu beklememiş, çoktan kolumdan tutup iteleyerek kapı dışarı etmişti bile beni. Bir süre, kapının karşısındaki duvara dayanmış, bir dördüncü davayı izlemek olanağını bulurum umuduyla bekledim. Bir ara mübaşir yanıma gelerek ne beklediğimi sordu. “Bir dördüncü dava” dedim. “Bugün başka dava yok, dedi. Son duruşma içerde görülüyor. Bu duruşmada ben bile bulunamam” diye ekledi. Nedenini sorduğumda bilgiç bilgiç gülümseyerek, “Bu gibi davalar, yani miras ve toprak davalarının dışındaki davalar (tabii onlara da kan karışmamışsa) büyük bir önemi haizdir, işbu sebeple gizli celse usulüyle yapılmaktadırlar” dedi. “Ne zamandan beri?” dedim. Koca, patlak gözlerini daha bir açarak, “Ne zamandan beri mi?” diye sorumu tekrarladı. Bir an durdu, sonra, “Her zamandan beri, yani Yargıç Karak’ın iş başına geldiğinden beri” dedi. Sonra gözlerini kuşkulu kuşkulu gözlerime dikerek, bu tüzel konulara karşı niçin böyle ilgi duyduğumu sordu. Başka yapacak işim yok muydu? Bir yalan uydurmaya çalıştımsa da başaramadım. Kekeleyerek bunun beni eğlendirdiğini söyledim. Söylediklerimin inandırıcı hiçbir yanı olmamalı ki, o gözlerindeki kuşkuyu daha bir artırarak, “Sana bu sevdadan vazgeç derim”, dedi. “Senin ilginin nerde toplandığını görüyorum. Yargıç Karak, öyle değil mi? (Yargıç Karak adını bir çeşit korkuyla hecelemişti.) Ama şunu kafana koy ki, onunla oyun olmaz. Onu anlamaya da çalışma. O bir dava adamı.” Bu sözler üstüne, sanki bir suç işlemiş de pişman olmuş gibi yanımdan ayrıldı.

Yeniden aynı geçitleri geçip aynı merdivenlerden indim. Hiç değilse, arşivde son üç yılın tutanaklarından birkaçını okurum; bu belki aydınlanmama yardımcı olabilir, diye düşündüm. Arşivin nerede olduğunu sorduğum bir savunman, eliyle karanlık merdivenleri göstererek, “Alt katta, en alt katta” dedi. Alt kat dediği (inince gördüm), yeraltında, sığınağımsı bir yerdi. Geçitlerin köşelerine yerleştirilmiş lambalar bu yeraltı karanlığını yenmekten oldukça uzaktı. Karşımdaki, üstünde, Arşiv yazılı demir kapının tokmağını çevirip içeri girdiğimde, burasının, beni buraya getiren yoldan daha karanlık, daha soğuk olduğunu gördüm. Odanın tam ortasında, paslanmış bir demir masa vardı. Masanın başında, yaşlı bir adam oturuyordu. Başını kolları üstüne dayamıştı; ben içeri girdiğimde uyuyordu sanıyorum. Duvarlar, yıpranmış, tozlu dosyalarla doluydu. (Pencere? Hayır, hiç pencere yoktu. Bu yeraltında nereye açılabilirdi ki bir pencere?) Odanın tek ışığı, masanın üstündeki lambadan geliyordu. Buranın sorumlusu sandığım bu adama doğru ilerledim. Ayak seslerimle uyandırmış olmalıydım kendisini. Beni karşısında görünce, önünde duran tel çerçeveli yuvarlak gözlüğünü takıp saçını başını düzeltmeye başladı. Büyük bir saygı göstererek ne istediğimi sordu. Ona, son üç yılın duruşma tutanaklarından birkaçını görmek istediğimi söyledim. Buna karşılık olarak o, yeni atanan yargıç yardımcısı olup olmadığımı sordu bana. Sonra cevabımı beklemeden, “Nicedir bekliyorduk sizi” dedi. Ona, yanıldığını, yargıç yardımcısı filan olmadığımı, basit bir yurttaş olduğumu söyledim. “Basit bir yurttaş mı?.. Basit bir yurttaş ha?..” diye mırıldandı dişlerinin arasından. Bir anda, saygılı görünümü yitmişti; sol elinin baş ve işaretparmaklarını yeleğinin cebine sokarak, üstüme yürürcesine, “Peki niçin görmek istediğinizi sorabilir miyim faturaları?” (Tutanak yerine fatura, diyordu.) “Kentimizde işlenen suçlar üstünde bir inceleme yapmak istiyorum” dedim. Gene dişlerinin arasından, “Kentimizde işlenen suçlar… Kentimizde işlenen suçlar ha…” diye mırıldandı. Sonra, “Bu konuda Yargıç Karak’tan izin aldınız mı?” diye sordu. “Hayır” dedim. Bunun üstüne bana fatura matura gösteremeyeceğini söyledi. Her yurttaşın kentimizin tüzel arşivinden yararlanabileceğini, bunun Anayasamızda belirtilmiş en ilkel haklarımızdan biri olduğunu anlatmaya çalıştımsa da boşuna. “O eskidendi” diye cevapladı beni. “O eskidendi. Şimdi izin almadan değil faturalara bakmak, bu kapıdan içeri adım atmak bile yasak. Hem sonra, siz, buraya değin, nasıl sokulabildiniz?” Ona, yeniden Anayasadan söz ettim. “Ben anayasa babayasa tanımıyorum” dedi. “Peki bu yasağı koyan kim?” dedim. “Nasıl kim? Tabii, Yargıç Karak.” “Bu Yargıç Karak da artık…” diye başladımsa da, o devam ettirmedi: Bir anda kolumdan tutulup bir kez daha kapı dışarı edildiğimi gördüm.

Bu olayın ardından yirmi dört saat geçmemişti ki, kapım çalındı. Yattığım yerden doğrulup giyinmeye vakit bulamadan kapıyı açtım. Kapının önünde yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk, elindeki kırmızı mühürlü zarfı bana doğru uzatarak, “Yargıç Karak tarafından” dedi. Donup kalmıştım. Elimi zarfa değdirmekten korkuyordum. Çocuk, bu şaşkınlığımla eğlenircesine, “Yargıç Karak’tan diyorum, Yargıç Karak’tan… Al!” diye zarfı elime tutuşturdu. Uzun bir süre, zarf elimde eşiğin üstünde durup çocuğun ardından baktım. Gün doğmak üzereydi. Çocuk çok geçmeden sabahın sisi içinde yitti. İçeri girip zarfı masanın üstüne koydum. Açmaya değil, elimi değdirmeye bile korkuyordum. Gözlüğümü aradım. Sonra da bir bıçak. Nice sonra, büyük bir merak ve korkuyla zarfı açabildim. İçinde üçe katlanmış bir kâğıt vardı: Sol üst köşesinde bir ölçek deseni vardı, bunun hemen altınaysa, ayraç içinde “ÖZEL” sözcüğü yazılmıştı. Bu, Karak’ın mı, yoksa yazmanın mı elinden çıktığını bilmediğim mektubu okumakta oldukça güçlük çektim (yazı sert hatlı, okunaksız, ama belirgin bir kişiliği taşıyordu). İlk cümle şuydu: “Sen, benim deneyimlerimden geçmeden benim yaptıklarımı anlamaya çalışan kişi, bunu hiçbir zaman başaramayacağını bilmiş ol!” Gözümü bir an mektuptan ayırıp düşündüm: Ben, onun deneyimlerimden geçmemiş olan adam, onun yaptıklarını anlamaya çalışan kişi (gerçekten istediğim bu muydu?) bunu hiçbir zaman başaramayacağım. Niçin, diye sordum kendi kendime. Niçin, hiçbir zaman? Niçin aynı deneyimden geçmiş olmak? Ve nasıl? Evet, özellikle bu: Nasıl? Nasıl onun deneyimlerinden geçmiş olabilirdim? Bu düşünülemezdi bile. Hangi iki insan arasında bir yaşam (o buna “deneyim” diyordu) benzerliği bulunabilir? Hele onlardan birinin adı Karak’sa ve yargıçsa. Daha bir aydınlığa kavuşurum umuduyla, mektubu yeniden okumaya koyuldum:

“Aradığın gerçeği hiçbir yerde bulamayacaksın. Hiçbir açıklama yapamayacaksın. Hiçbir alanda. Çünkü kendi dışında neler olup bittiğini anlaman için başkalarının deneyimlerine ihtiyacın var. Bu deneyimleri edinmen içinse, önünde uzun bir zaman yok. Doğrusunu istersen, bugün seni karşımda gördüğümde, sırayı bozup (çünkü bir gün senin de yargılanmanın sırası gelecek) hemen yargılamak istedim seni. Çünkü senin benimle ilgilendiğin kadar, nicedir ben de seninle ilgileniyorum. Ama biliyorum ki, senin gibileri yargılamak boşunadır. Sen, o kafanı çelen sorunla, zaten, sürekli işkence altındasın. Hiç bitmeyecek olan bir işkence. Çünkü o sorun, tüm araştırmalarına karşın hiçbir zaman tam bir açıklığa kavuşmayacak. Hiçbir aydınlık, hiçbir yerde. Bu üstünde bulunduğun yolun, seni kurtarıcı bir noktaya kavuşturacağını sanıyorsan aldanıyorsun. Çok geç… Çok geç… Dün, duruşmaya geldiğinde, değil seninle uzun bir süredir ilgilenen ben, en acemi bir yargıç bile, senin herhangi bir dinleyici olmadığını, daha ilk bakışta anlayabilirdi. Gözlerindeki o tüzeden olan kuşku, o korkuyla karışık kuşkuyu gizlemeyi başaramıyordun. Arşivci, senin son üç yılın tutanaklarını incelemek için kendisini rahatsız etmek istediğini söylediğinde hiç şaşmadım buna. O, senin içine düşen kurt, biliyorum, kendinden başka hiç kimseyi yargılamaya yanaşmayan bir tutumun (yoksa ‘usun’ mu demeliyim?), bir buluncun oluşturduğu kurttur. O kurt, iyi bil ki, her geçen gün, biraz daha kemirecek seni. Çünkü tüzel düzenin işleyişi üstünde hiçbir bilgin yok. Sen ve çok şükür ki sayıları pek çok olmayan senin gibiler, sanıyorsunuz ki, yargıç, yalnızca yasaları uygulayan, önüne getirilen sanıkları, bu yasalara göre yargılayan bir kişi, kısacası, bu yasaların uygulayıcısıdır En büyük yanılgınız işte buradan geliyor: Çünkü tam tersine, yargıç, yargılamak için, yasaları kendine araç edinen kişidir. Bu yeryüzü tüzesinin en ilkel gerçeğini bilmeyen benden önceki yargıcınız, bu yüzden, yargıçlık uğraşına ihanet etmişti. İlk işim, onun, bu anlayışının tam tersi olan yolu tutmak oldu. Evet, ben de insanları yargılıyorum. Ama bambaşka bir yoldan; onlara yakışan en tüzel yoldan. Gerçeği, suçlu suçsuz bütün insanları, bütün bir insanlığı yargılamak isterdim. Kim, bu kentten ya da başka bir kentten, günümüzde suçsuz olduğunu söyleyebilir? İnsanların yargılanmaya, her gün her saat yargılanmaya ihtiyaçları olduğunu görmüyor musunuz? İşte ben, insanları her gün, her saat yargılayanım. Duruşmalar sanmayın ki yalnızca Yargı Sarayı’nda oluyor; hayır Sayın Bayım, her yer, her an bir duruşmadır benim için: Yerken, içerken, sevişirken, yürürken, uyurken, uyanıkken de insanları yargılamaktayım. Garip uğraş, diyeceksiniz. Garip tüze, diye bağırmanız daha uygun olurdu. Garip olmasına belki garip, ama itiraf edin ki, insancıl. ”

“Yargılamayı seçen biri için, yargı yerinin, suçun, suçluların, sanığın, savunmanların, giderek yasaların ne önemi var? Madem ki herkes suçlu? Madem ki herkes tanık? Ama ben bırakıyorum herkes konuşsun. Bu bizi hiçbir sonuca götürmüyorsa da, gerekli olduğu söylenebilir. Birincisi, bana dilediğimde sesimi yükseltme olanağını veriyor; ikincisi, suçluların, suçlarını kendilerinin bulmalarına yardım ediyor. Gerçekten ben, onlarla konuşurken bile, kendi kendimle konuşuyorum. Kulaklarım, kendi tüzemin sesinden başka her sese kapalı. Bu tüzenin sesinden başka bütün sesler, bana öyle geliyor ki, birer kuru gürültüden başka bir şey değildir. Sevişirken de öyle değil mi? Bütün iş aşağılarda olup bitiyor, oysa kapanan gözler kendi karanlığından başka hiçbir şeyi görmemek için mi, inildeyen dudaklar kendi sesinden başka hiçbir ses duymamak için mi?”

“Bu kâğıdın başında gördüğün tüzenin ölçeğini dengede tutmak için her şey yapılabilir. Ama gene de, yeterince hiçbir şey yapılmış sayılmaz. Çünkü o denge, gerçekte var değildir. O denge yoktur da denemez. Sorun, bu düşsel kefelerin hangisine hangi ağırlığın konulacağıdır. Bunu bilince, karşı kefeye konulacak ağırlığı bulmak kalır; o kalın yasa kitaplarının kapsadığı sözcüklerden bir demet de bunu başarmaya yeter de artar bile.”

“Bu mektubu, niçin yazıp sana yolladığımı, tüm bunları niçin açıkladığımı soruyor olmalısın kendine. Şunun için: Üç yıllık yargıçlığım sırasında, tüzel işlere bulaşmamış tek adam, sen, bu konuda olup bitenleri öğrenmek istedin. (Bu tutkunla başarılı bir yargıç olabilirdin.) Senin ardından indiğim arşiv odasında, o odanın hiç şüphesiz hiçbir zaman unutamayacağın karanlığında, son üç yılın tutanaklarını karıştırırken hep seni düşündüm. Bir yandan da, bu tutanaklardan birkaçını okuyamamış olmana yandım. Bu sararmış, tozlu kâğıtlar arasında karşılaşacağın sesler, sana ne kadar yabancı olmalıydı. Oysa benim için onlar… Her sözcükte, her soruda, her cevapta kendi sesimi duyuyordum onları okurken. Benimkilerden önceki danışmaların tutanaklarıyla, benimkilerin karşılaştırılmasında, daha öncekilerin zavallılıklarından, yetersizliklerinden başka bir şey değildir görünen. Onlar ne kadar tüzeden, dolayısıyla insandan uzakmışlar!”

“Arşiv odasında ne kadar kaldım bilmiyorum. Görmüş olduğun gibi arşiv odası, Yargı Sarayı’nın zamanı yansıtmaktan uzak olan en iyi köşesi. Ordan çıktığımda, yolda yürürken, gece işine koşan erkeklere, kadınlara, çocuklara bakıp gerekirse bu kentin çevresine bir duvar çekip tüm halkı hapsedeceğim, diyordum kendi kendime. Biliyorsun buna yetkim var. Tüze, Sayın Bayım, ya evrenseldir ya da tüze değildir. Evrensel olduğu kabul edilince de, uğrunda her şey yapılabilir. Bu kenti, bu durumda…”

Mektubu burada bıraktım. Başım dönmeye, gözlerim kararmaya başlamıştı: Devam etmeye gücüm yetmiyordu. O gün, bütün günüm bir cehennemde yaşar gibi geçti. Gece yattığımda da gözüme uyku girmediğini söylemem gerekli mi? Yatağın içinde oradan oraya dönerken, Yargıç Karak’ın, arşivcinin, sabah mektubu getiren çocuğun yüzlerini görüyordum. Sonra, kentimiz çevresinde yüksek bir duvarın örülmeye başlandığını düşlüyordum. Yavaş yavaş Karak’ın bunu gerçekleştirebilecek bir insan olduğuna inanmaya başladım. Hiç şüphesiz gerçekleştirecekti de günün birinde bu duvarı. Bizden sonra gelecekler, bu tüze duvarıyla (“ceza duvarı” dememek için böyle diyorum) çevrili olarak yaşayacaklar, kim bilir, gözlerini açtıklarında bu duvarı görmüş olacaklarından, belki onun gerçek anlamını da anlamayacaklar; varlığını yadırgamayacaklardı.

Bu durumda ne yapabilirdim? Yargıç Karak’ı öldürmek? Ama o zaman gerçekten bir suçlu olarak, hiç şüphesiz derdimi kimseye anlatamayacak ve kentin ortasında diri diri yakılacaktım. (Yargıç öldürmenin cezası budur kentimizde.) Bir de, bu durumun bilincinde olanlarla birleşip Karak’a karşı savaşmak vardı. Ama nerede bulacaktım o kişileri? Konuyu kendilerine açtığım en yakın dostlarım bile, “Yahu senin başka işin yok mu?” ya da “Adam sen de” deyip geçiştirmemişler miydi? Gündoğumundan önce kararımı verdim: Doğup büyüdüğüm bu kentten ayrılacak, bu yaştan sonra kendime yeni bir yurt arayacak, dillerinden anlamadığım, gelenekleri, görenekleri benim için yabancı insanların arasında, kendi kendimin sürgünü olarak (kendi kendimin mi, yoksa Yargıç Karak’ın mı?) yaşayıp gidecektim. İçimdeki küçük bir umut, gideceğim yerde, belki Karak’a, onun bu kara, iğrenç tüzesine, kurmakta olduğu düzene karşı savaşma olanağını sağlayabileceğim düşüncesinden doğuyordu. Hemen kalkıp bavullarımı hazırladım. Biliyorum, içimdeki o küçük umut kıvılcımına karşın, bu kaçış hiçbir şeyi çözümlemiyordu gerçekte. Ama insanların birer uyurgezer olarak dolaştığı, cellâtları çocuklarının sütüyle beslediği, kurtuluşlarını gerçekleştirmek için küçük parmaklarını oynatmak istemedikleri bir ülkede yapılacak tek şey, insanın kendi paçasını kurtarması, başka bir deyişle o ülkeden tası-tarağı toplayıp kaçmasıdır, diye düşünüyordum. Bavullarım elimde son bir kez daha, bu doğup büyüdüğüm eve baktım. Artık ilençli saydığım bu kentte, ardımda hiçbir iz bırakmamak için, Yargıç Karak’ın mektubuna değin ayrılmayı aklımın köşesine getirmediğim doğup büyüdüğüm baba ocağını tüm anılarımla birlikte ateşe vermeyi de unutmadım.

Ferit Edgü, 1960-63

Subscribe
Notify of

1 Comment
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
11 years ago

İnanılmaz güzellikte bir öyküydü. Ferit Edgü’nün şu sözleri ne kadar da doğru: “insanoğlu yeni bir mevsimde, içinde yaşadığı çelişkilerden yararlanmasını bilirse, ortaya birbirinden güzel, birbirinden derin ve anlamlı binlerce ak ya da kara kuğunun düşünü, gerçeğini koyabilir.” Tam da böyle hissettiğim bir zaman diliminde, kendimi çektiğim yerden çıkma vaktinin geldiğinin de bir göstergesi oldu benim için de bu cümleler. :)