Egoist okur

Gizli geçitlerle bağlı olduğumuz o geniş ailenin romanı

İstanbul’un son gayrimüslimleri, esnaf dostları Aşkale’ye gitmesin diye vergi borcunu ödemek için para toplayan Müslüman komşular, asılan bir başvekilin güçlü karısı, 60’ların müge çiçekleriyle bezeli Ankarası’nı yasa boğan uçak kazası, Kapadokya’nın yer altı kentleri, karlı Berlin, ana kucağı Ihlara, tangolar, ağıtlar… İclal Aydın’ın romanı “Unutursun”dan anlar, karakterler. Hiçbiri unutulmasın diye…

“Buradan göçüp gitsek de ardımızda bıraktıklarımızla bağlıyız. Birbirimizden kopup kopup yeniden kavuşan, yeni bir hayatın yeni bütünü olan parçalarımızla…”

“Eskiden kardeşimin onu koruyup kollayan yarı annesiydim. Bugün artık annemin kardeşiyim…”

İclâl Aydın’ın yeni romanı “Unutursun”, okurun boğazına yumru gibi oturan bir giriş yazısıyla başlıyor. Annesinin dokunaklı unutuşunu anlatıyor İclâl Aydın bu yazıda. Tıbben unutmaya yazgılı zihninin, geçmişinde annesini kişilik olarak nasıl sertleştirdiğini, şimdiyse, unutmanın başlattığı çözülmeden geriye sadece sevginin kaldığını öğreniyoruz. İclâl Aydın’a ve küçük kızına “Sizi çok seviyorum kardeşlerim” diyor artık annesi. “Kimsem kalmadı, herkes öldü, evim viran oldu” diyor. İclâl Aydın’ın kelimeleriyle, “Eskiden kardeşimin beslenme çantasını hazırlayan, onu koruyup kollayan yarı annesiydim. Bugün artık annemin ‘kardeş’iyim.”

Ama “Unutursun”, İclâl Aydın’ın annesinin romanı değil. Zaten, annesinin çocukluğundan izler taşıyan, “Bir Cihan Kafes”ten de tanıdığımız Yaşar’ın payına unutmak düşmüyor romanda. Yazarın annesi değil, unutmanın kendisi, hayat ve insan adına çoğullaşıp romanın iliği, ruhu, canı oluyor. Büyük ihtimalle, yazdırtıcısı da olmuş. Çünkü “Hep bir devam romanı yazmak istiyordum ama böyle bir roman mıydı, bilmiyorum,” diye anlatıyor Aydın.

Unutma biçimleri

Evet, “Unutursun” bir devam romanı fakat “Bir Cihan Kafes”ten bağımsız bir şekilde yaşıyor. Çünkü devamlığı olaylar bazında değil. Hatta kişiler bazında bile sayılmaz. “Bir Cihan Kafes”ten tanıdığımız Lorin’in, Nariye’nin, Ethem’in, Lemide Hanım’ın ya da Kaan’ın bu romandaki devamlılıkları daha çok hayatın kendi devamlılığına dâhil edilebilir. Romanın ana duygularından biri, en büyük acılar yaşanırken dahi dünyanın bir anlığına bile durmaması, hayatın akıl almaz bir şaşmazlıkla herkesten ve her şeyden bağımsız şekilde sürmesi olduğundan, iki roman arasındaki devamlılığın yerine tam oturduğunu söyleyebiliriz.

Tabii, hayatın devamlılığı gibi büyük bir konudan söz edebilmek için zengin bir insan galerisine ve o galeriye hem zemin hem de ışık olabilecek siyasi ve tarihi bir perspektife ihtiyaç var. “Bir Cihan Kafes” zaten kalabalık kadrolu bir romandı. Samire, Yaşar ve Lorin üzerinden üç kuşak kadının hikâyesi ayrı ayrı sürüp toparlanarak iç içe geçiyor, bu iç içe geçiş, ayrı ayrı kaldıklarında görülemeyecek başka bir hikâye daha anlatıyordu. Bu yeni romanında, İclâl Aydın’ın klostrofobik çekirdek aile yerine geniş aileye bakarak insanı anlama ve ruhsal çatışmaları anlamlandırma çabası, aile bağlarını aşarak sürüyor. Başka bir deyişle, “Unutursun”daki yeni hikâyeleri ya da hayatları iç içe geçiren, sadece aile bağları değil artık. Bu defa, siyasetin, tarihin, ortak insanlık acılarının, zamanın ve tanıklıkların, toprağın, havanın ve suyun, katılaşmaların ve çözülmelerin, sevmelerin, sevilmelerin, terk edilmelerin ve kavuşmaların, hatırlayışların ve unutuşların yarattığı başka bir kan bağı söz konusu. Toprağı ve vatanı, acıyı ve mutluluğu, iyi ve kötü günleri, geçmişi ve geleceği, kabullenişi ve umudu devasa evlere, insanları da geniş aileye dönüştüren insanlık ve hayat bağı bu…

Unutmamak için direnenler

“Bir Cihan Kafes”in kadrosuna “Unutursun”la birlikte kendine ağırlıklı bir yer edinerek katılan Hacı Gavras Bey’in romanın açılışındaki mektubunda bu büyük bağ şu satırlarla fısıldanıyor: “Ve bütün bu dağların, oyulmuş kayaların, kızıl toprakların altında bizi birbirimize götüren geçitler, yollar, kanallar vardır. Birbirimizin zulmünden kaçalım, güvenli ve gizli sığınaklarımızda saklanabilelim diye. Oysa o güvenli mağaralara bizi ulaştıran bu gizli geçitlerdir. Dedim ya, kaderin hayat suyu dolu dalları gibi bizi birbirimize bağlar. Anadolu’nun görünen toprağıyla değil, görünmeyeniyle düğümlüyüz çünkü biz birbirimize. Yerin altındaki onlarca geçitle, tarihin güneşte kuruttuğu kanla, birimizin düştüğü yerden diğerinin başladığı o koşuyla. Buradan göçüp gitsek de ardımızda bıraktıklarımızla bağlıyız. Birbirimizden kopup kopup yeniden kavuşup birleşen, yeni bir hayatın yeni bütünü olan tüm parçalarımızla…”

Gavras Bey’in mektubundan sonra roman, Nariye’nin kendini Ihlara’daki kızıl kayalardan bırakışıyla başlıyor. Çünkü o unutamayanlardan. Unutmaya çalışmak, ilk romanda şöyle bir gördüğümüz, sevgisinin acısı asıl şimdi koyulaşacak olan kocası İsmail’e düşüyor.

Yaşar, teyzesi Nariye’nin intiharından yıllar sonra Ihlara’ya, çocukluğunun sıcak kucağına dönmüş. Çünkü o, unutmamak için direnenlerden. Kocası Ali’yi, kızı Lorin’in doğumundan hemen sonra kaybetmişti ilk romanda. O acı yerli yerlinde duruyor kalbinde. Hem annesi Samire hem de kızı Lorin’le bir türlü birbirlerini tam olarak sevip anlayamamanın kederini de kabullenmiş artık. Hatırlayışlarını, elinde kalan en güzel hatırasını, çocukluğunu yani, üzerine bir battaniye gibi çekmeye, evi yapmaya gidiyor Ihlara’ya.

Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, kayıpların acısı

Lorin’se yediği kalp vurgunundan uzun bir süre sonra unutmanın eşiğine gelmiş nihayet. Hayata yeniden başlayabilmek için unutmaya ihtiyacı var. Bu şansı, Berlin’de eski bir binanın harcını sanatla karıp otele çevirmek isteyen ecnebi arkadaşları sunuyor ona. Ucuza alınmış, şimdi değerlenmiş olan binayı elden çıkarıp zenginleşme dertleri yok. Unutulmaz, hep yaşayacak bir otele çevirmek için yatırımcı bulmayı teklif ediyorlar Lorin’e. Hacı Gavras Bey, işte bu teklifle birlikte geliyor Lorin’in aklına.

Gavras Bey’in hayata devam edebilmek için unutmuş gibi yapmak zorunda kaldığı çok ağır şeyler var. Geçen yüz yılın başlarında Yunan Rum’uyla karıştırılmaktan ve gönderilmekten korkan, “İnsan yaşadığı yeri taşır kanında,” diyerek Türkiye’yi terk etmemiş bir dedesi var. Varlık Vergisi borcunu Türk arkadaşları kendi aralarında toplayınca Aşkale’ye gitmekten kurtulan bir babası var. 6-7 Eylül olaylarında diz çöküp Tanrı’ya yakaran bir annesi var. Kaybedilmiş bir eş ve evlat acısı var. Fakat bu acıların hiçbirini takmadan dönen de bir dünya var.

Hayat devam edip dururken, ilişkiler, ilk romandaki gibi, kronolojik olmayan fakat zamanın hikâyelerimiz üzerindeki etkisini tam da o sırasızlık içinde asıl anlamına kavuşturan bir teknikle örülüyor. Böylece, eski Radyo sanatçısı Lemide Hanım, Samire, Ethem, Nariye ve İsmail “hikâye o kadar değilmiş” dedirterek romandaki yeni hayatlarını yaşamaya başlıyor. “Bir Cihan Kafes”te çocuk yaşta olan Kaan’la okumak için gittiği New York’ta karşılaştığı Katia’nın Türkiye ve Yunanistan arasındaki unutturulmuş ortak acıların hatıralarını birlikte toplayarak geleceğe yürümeleri ise romanın girişinde boğazımıza yerleşen yumruyu aynı yerine fakat bu defa umuttan, sevinçten oturtuyor.

Fakat romandaki bütün kişileri unutmakla ilişkileri üzerinden açıklamak kitaba haksızlık olur. İclâl Aydın romanında Türkiye’nin yakın siyasi tarihine rüzgârın nereden estiğine aldırmayan dürüst bir bakışla yaklaşarak, karakterler arasında yarattığı kan bağına benzeyen o hayat bağını, roman kişileriyle okur arasında da yaratmış ve okura, unutmaya çok yatkınken aslında gizli geçitlerle bağlı olduğu o geniş aileyi hatırlatmış.

Gerisi, Lorin’in dediği gibi: “Bütün hikâyelerin içinden geçenler, birbirleriyle kavuşup, hiç rastlaşamadan yoluna devam edenler, sadece kendi hikâyeleri biricik zannederler. Oysa hepsi birbirini tamamlamak içindir. Sen doğmadan bir süre önce tanıdığım yaşlı bir adam bana ‘Benim acım bir başkasının şifasına yol olmayacaksa neden açıldı bende bu yara?’ diye sormuştu. Sorusunun cevabını vermemişti. Şimdi anlıyorum ki, iletilmesi gereken sadece bu soruymuş. Yanıtını sen kendin arayıp bulacaksın.”

Selen Birsam

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments