Sezgin Kaymaz: ‘Kafana göre yaşayamıyorsun, kafana göre ölemiyorsun da’
Sezgin Kaymaz’ın “Lucky” adlı kitabı unutulmazlar arasına çoktan girmişti. Kahramanı Lucky’nin seveni, hayranı da çoktu. Bu dünya akıllısı köpeği bir roman kahramanı yapan şeyi çok düşündüm… Ve en iyisi yazarına sormak dedim kendi kendime…
Her zamanki üslubuyla anlattı o da… “Kimse kendisinden fazlası değildir, ama çok kimse bunu bilmez. Lucky biliyordu; ona göre davrandı hep. Ne istiyor ne bekliyorsa yekten istedi, belli etti ya da hiç utanmadan, yasak masak dinlemeden gitti kendisi aldı, sana bana laf bırakmadı. Ne birine minnet etti ne bir başkasına müdanaa, ne kirinden pasağından utandı ne şaşkınlığını zayıflığını saklamaya kalktı, ne sevgisinin üstünü örttü; ‘Sen oysan ben de buyum işte!’ dedi. Ama bununla da kalmadı; ‘Bak çok matah bir şeymiş gibi caka satıyorsun falan ama, sen de aslında aman aman bir tip değilsin yani. Bi sakin ol, bi kendine gel!’ deyiverdi yüzümüze. Bence Lucky’yi Lucky yapan bu: Kolay kolay olamadığımız şeydi o; sadece kendisiydi.” Kaymaz şimdi Lucky’nin izinden giden başka bir kahramanla karşımızda. Yeni ve epeyce şenlikli romanının adı “Farfara”. Bakalım bu kez nasıl bir köpekle tanışacağız, karşısına ne şekil insanlar çıkacak, anlatılan neyin “farfara”sı olacak…
Gülenay Börekçi
Başlıktaki “mecmua” kelimesinin sebeb-i hikmetini merak ettiyseniz o da işte bu linkte. İster göz atın, ister indirip bilgisayarınızda, akıllı cihazınızda okuyun.
Sezgin Kaymaz mecmua / 45 sayfa
Kaf Dağı’ndaki burnumuzu düz ovaya indiren FARFARA
Hayvanların dünyasını hem seviyorum hem de açıkçası orası bana daha ait olduğum bir yermiş gibi geliyor, çünkü ne yalan dolan var ne maskeler, roller… Kimin ne olduğunu hemen görüyor insan. Peki ya siz ne buluyorsunuz orada, neden seviyorsunuz hayvanları?
Maske yok, rol yok, yalan dolan yok, hile hurda yok, neyin ne, kimin kim olduğu belli, başında ne isen yolun devamında da osun, sonunda da o. Nedir bu? Ne bulmuş olabilirim? Biliyorum ne bulduğumu. “Aşk kuvvetli bir tutkudur, gelir geçer, söner gider, esas olan sevgidir, saygıdır, falan filandır!” deyip bilgiç bilgiç ahkâm kesenlerin asla bulamayacağı bir şeydir bulduğum. Aşk’tır; ta kendisidir.
Romanınızda insanların rolü ne?
Onlar, en ummadıkları yerden yiyorlar darbeyi; en havalısının burnu yere sürtülüyor bir güzel. Sürten de patron değil, müdür değil, “bir büyük” değil; hepi topu bir it. “Sillenin nereden geleceği belli olmaz!” diyorlar. İnsanların bu romandaki replikleri bundan ibaret.
“Kim kendini bana açarsa kahramanım o oluyor” demişsiniz. O süreç nasıl ilerliyor? Bunu galiba size bir biçimde hep soruyorum siz de her seferinde tam olarak anlatamasanız bile dinlemeye, okumaya değer şeyler söylüyorsunuz. Gene sorayım…
Gene tam olarak anlatamam kesin. Ama deneyeyim. Plansız programsız, geldiği gibi yazıyorsan nasıl açıklayabilirsin ki o süreci. Geliyor işte. Bir adam çıkıyor bir yerden, bir kadın çıkıyor, bir hayvan çıkıyor, başlıyorlar yaşamaya. Kimi gülüyor kimi ağlıyor, kimi söylüyor kimi dinliyor; ben de işlerine hiç karışmadan seyrediyorum seyrediyorum, sonra da ne yaptılarsa yazıyorum. İlham desem inanır mısın? Ben inanıyorum. Esastan da ilham sanki.
Nasıl hep gülümseyebiliyorsunuz? Kitaplarınız da iyi tabiatlı. Karanlık varsa bile gırgır yanları oluyor…
Öyle çünkü. Neler neler yaşadık saç baş yolduran, şimdi dönüp baktığımız zaman “Amma da salakmışız!” deyip kikirdiyoruz. Üstelik sırf o yaşadığımız acılara, başımıza gelen bir zamanların felaketlerine değil bu dalgacı gülüşlerimiz; aynı zamanda saç baş yolan hallerimize. “Niye ağladın ki sen?” deyip deyip gülüyoruz işte. Hayat dövdüğü zaman bile öpüp okşuyor, gıdıklıyor oramızı buramızı. Bunu ancak araya uzunca bir zaman girince görebiliyoruz. Mesele, sırtımıza sırtımıza inen iki kamçı darbesi arasında kafamızı bir ancık olsun kaldırıp o kamçıyı vuranın aslında ne kadar komik, zavallı ve salak olduğunu görebilmek. Çoğumuz kafamızı kaldıramadığımız, “Anam sırtım, anam belim!” diye bağırıp durduğumuz için bunu beş on sene sonra görüp gülüyoruz; ben alışmışım galiba, aynı anda gülüp ağlayabiliyorum. Hayata kendini aç, bir kere olsun “Gel, ne olursan ol gene gel!” de, sen de gülersin ağlayacağına.
Umutsuzluğa kapılmıyor musunuz hiç, dünyanın hallerinden, insanın insana, insanın hayvana ettiklerinden, kendimizi dünyanın en üstünü sanmamızdan?
Elbette. Genel bir umutsuzluk hali içinde yaşıyorum dersem abartmış olmam. İki sokak altımızdaki bir müstakil evin yıkıntısında daha gözleri yeni açılmaya başlamış dokuz bebek köpek vardı; gidip gelip bakımlarını yapıyor, karınlarını doyuruyor, aşılarını falan vurduruyorduk. Tek arzumuz, onların da yaşamaya hakkı var, yaşasınlar. Bir gece “insanın biri” çuvala doldurup boğmuş sekizini. Biz sadece bir tanesini kurtarabildik. Evinin önüne sokak kedileri için mama, su koyan mahalle sakinlerinin konu komşudan dayak yediğini görüp duyuyoruz televizyonlardan E, o zaman hani umut?
Ama “masum olmayan insan yok” demişsiniz. Kötülük edenler neden yapıyor bunu o halde? Neden yalan söylüyor, ayrımcılık yapıyor, gıybet ediyor, katlediyor?
Rakel Dink, “Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulayalım!” demişti. Kastettiğim masumiyet bir caninin cinayet anındaki masumiyeti değildir; öyle bir şey yoktur. Ben Rakel Dink’in bir tek “Bebek” sözüyle ansiklopediler dolusu tasvir ettiği masumiyeti kastediyorum. Hepimiz bebektik, hepimiz masumduk; canavarlığı ne zaman öğrendik biz? Hadi öğrendik; bir zamanlar masum olduğumuz hakikatini değiştirir mi bu? Ya da bugün canavar olduğumuz hakikatini? İşte bunu sorgulayalım ve karşımızdaki canavara, bir zamanlar masum da olan canavar gözüyle bakalım. Bu onu mazur göstermez ama burnumuzu iyi bir sürter. Değil mi ki bir yerlerde birileri araya girip o bebeğin masumiyet kodlarıyla oynadı; demek ki dünya âlem de oturup seyretti. Kim o dünya âlem? Bugün o suçluya “suçlu”, bu katile “katil,” şu canavara “canavar” diyen akıllı uslu adamlar değil mi? Niye seyrettiler o zaman?
“Sana kötülük eden her kim olursa olsun tanrındır, ona şükran duy” diyen Jung’a katılır mısınız?
Bir ölçüde. Başımıza gelenler öğretir bize. Dokunulmaz, vazgeçilmez hatta zannettiğimiz kadar mühim olmadığımızı. En kalantorumuzun kan uykusunu haram eder bir sivrisinek; bir minnacık mikrop “Küçük dağları ben yarattım!” diye dolaşan adamın sırtını yere çalar. Bize kötülük edenler de böyledir; onların bu zahirî âlemdeki rolü budur: Kaf Dağı’ndaki burnumuzu düz ovaya indirmek.
İnsanoğlu, kızı masumiyetini yeniden kazanabilir mi sizce?
Bebeklerin masumiyet kodları kırılıp kötülük bilmeyen ruhları canavarlığa doğru yeniden programlanırken seyirci kalmazsak, ancak. Bugün “Bana nesi? Bana ilişmiyor ya!” demeyi menfaatten sayıp başkasının ocağını yıkan, canını yakan bir kötülük gördüğümüz zaman başımızı öteye çeviriyoruz ya… Aslında menfaatimiz tam tersini yapmayı gerektiriyor. Sintir sintir, uyuz uyuz yanından geçip gittiğimiz her bela bir gün karşımıza çıkıyor çünkü. Ya bizim karşımıza çıkıyor, ya çoluk çocuğumuzun. Menfaatimiz başımızı çevirmekte değil, bilakis tam da o yana bakmakta, görmekte. Görmeyi başarabilirsek yavaş yavaş geri gelid masumiyet.
‘Kafana göre yaşayamıyorsun, kafana göre ölemiyorsun’
“Mutluluk sıcacık bir köpek yavrusudur” diyen adam bize neyi hatırlatıyor?
Bu adam “Şu hayatta sadece bir tek şey için garantin var!” diyor. “Bir köpek yavrusuna yuva oldun da evirip çevirip sevmeye başladın mı sana garanti ediyorum; hayatında can sıkıntısı namına bir şey kalmayacak.” Birine köpek yavrusu olur bu tılsım, bir diğerine kedi yavrusu.
Peki “Oyun havası değil bu, düğüne giden oynar. Aklı yetenler bu sırrı anlar, aklı yetmeyenlerin kusuruna bakılmaz” diyen adam?
Neşet Ertaş bir şeyi dediyse konuşmadan önce düşünmek lazım. Farfara, oyun havası değil, acı biten bir aşk hikâyesinin ritmik ağıdıdır. Ama biz kalkar oynarız. Bana sorarsan üstat, “Bana dert gelen, sana oyun havası gelir. Hayat budur. Anlarsan anlarsın” demiştir.
“Şu çocuk bahçesinde oynayıp duruyoruz hepimiz, koşup gideceğiz annemiz çağırınca. Ne yapalım, emir büyük yerden, çağrıldın mı gideceksin. O güne kadar, yapacak bir şey yok, oy farfara farfara!” diyen adamı da sorayım son olarak…
Hayat dediğin, memat ile sınırlı. Tersini de düşünebilirsin; biri bitmeden diğerinin başlamasına imkân yok. Nasıl öyle kafana göre yaşayamıyorsan kafana göre ölemiyorsun da esasen. “Hadi koş gel; oyun bitti!” demesi gerekiyor Biri’nin. O zaman gideceksin. Gidinceye kadar da… Oyna işte. Eğlen, vakit geçir, oyalan.
Yazmak çizmek okumak
Niye yazıyorsunuz?
İçimden geliyor. Yazmaya sığınıyor gibiyim; öyle hissediyorum.
Peki biz niye okuyoruz?
Neyi? Benim yazdıklarımı mı, yoksa her neyi okuyorsak onu mu?
İkisi de diyeyim…
İki durumda da cevaplar muhtelif ve muhayyer. Bugün öğrenmek için okuruz, yarın anlamak için, öbür gün keyfimiz için, devrisi gün vakit öldürmek için. Tüm bu sebeplerin tek bir ana sebepten kaynaklandığını düşünmek, hatta buna iman etmek istiyorum ben: İhtiyaçtan. Yüzeydeki sebep ne olursa olsun, alttan alta bir şey, okumaya muhtaçsın, okumak mecburiyetindesin diye dürtüklemeli bizi. Muhtacız çünkü. Dostoyevski ne güzel demiş: “Okumak barbarlığın sonudur.”
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments