Egoist okur

Murat Belge: “Tekerrürden ibaret olan tarih değil aptallıktır!”

Murat Belge’nin Edebiyatta Ermeniler adlı kitabı çıktı. Belge, hem Ermeni meselesine dair görüşlerini yazıyor, hem de geçmişten bugüne Ermenilerin edebiyatımızda nasıl alımlandığını, yansıtıldığını anlatıyor…

MURAT BELGE

“İnkâr ettiğin hakikat bir gün mutlaka kendini gösterir”

Edebiyatta Ermeniler adlı kitabınız çıktı. Hem Ermeni meselesine dair görüşlerinizi yazıyorsunuz, hem de geçmişten bugüne Ermenilerin edebiyatımızda nasıl alımlandığını, yansıtıldığını anlatıyorsunuz. Edebiyatımız nasıl ele aldı bu meseleyi, günahı mı daha fazla, sevabı mı?

Buna tek bir cevap veremem; farklı evreler, toplumsal koşullar gereği değişkenlik gösteren durumlar söz konusu. Mesela Osmanlı döneminde yazılmış romanlara bakınca Ermeni düşmanlığı görmüyoruz, onlarda yok öyle bir şey. Halide Edip, Yakup Kadri, “Ermeniler alçaktır” falan demiyor. Hele Yakup Kadri hiç demiyor. Edebiyatçıların Ermenileri düşman olarak görmesi milliyetçilikle başladı, Ömer Seyfettin’lerle. Bak; son yıllarda bu konu hep “Oldu mu, olmadı mı” tartışmasıyla yürüdü. Oysa eskiden, çok uzun bir süre “Olmadı” diyen yoktu; olduğunu, bir kıyımın yaşandığını herkes biliyordu. Çok daha sonraki yıllarda başladı bu “olmadıcılık”. Toprak derdi yüzünden Ermenilere yapmadığımız kalmamış ama suçluluk duygusundan, cürmümüzü yok sayarak kurtulmuşuz. Sonra “Onlar bize neler neler yapmıştı, biz karşılığını verdik” demiş birileri. Tarihimizin çeşitli evrelerinden bahsettik ya, o esrarengiz koridorlar bugün biraz aydınlandı, en azından Ermeni kıyımını konuşabiliyoruz hatta bu konuda yayınlar çıkabiliyor. Edebiyata gelince; Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal meseleyi doğrudan yazmadılar belki ama romanlarında küçük küçük de olsa konuya doğru bir perspektiften göz attılar. Yine de modern romanda yaşayan Ermeni karakterlerin pek yaratılmadığını söylemek gerek. Yazılanlar da estetik bakımdan çok iyi değil ama bir önemi yok, gelişmeler böyle başlar. Önce kötüler yazılır, sonra iyiler gelir… 

Kitabınızda başka konulardan da bahsediyorsunuz… Dr. Moreau’nun Adası romanındaki insanlarla hayvanları birbirine karıştırarak ne insan, ne hayvan canavarlar yaratan deli doktor mesela… Ve bizim de bu çeşit bir “yaratma” çabasının mamulleri olduğumuzu yazıyorsunuz…

Toplum mühendisliği diye bir kavram var. Toplum bilimiyle, yani toplumlara bilimsel gözle bakma çabalarının hızlanmasıyla ortaya çıkmış. İlk bakışta toplum bilimi ve toplum mühendisliği komşu disiplinler gibi… Biri toplumu bilim aracılığıyla anlamaya, ötekiyse bilimsel yollarla müdahalelerde bulunarak onu dönüştürmeye çalışıyor… Ama işte ikisi de sosyolojinin yaratıcısı Auguste Comte’un, yani pozitivizm denen ideolojinin ürünü.

Mühendislik kısmına gelirsek…

İşte o, birçok insanın kafasındaki ideal. Toplumu kendi istediğin şekilde değiştirmek, değiştirmeyi denemek… Fakat toplum biliminin dinamiklerini anlamışsan toplumun mühendislikle değiştirilemeyeceğini, bunun boş ve tehlikeli bir çaba olduğunu da bilirsin. Bizim tarihimize, İttihat ve Terakki’ye bakalım… Yıllarca Avrupa’da, Paris’te yaşayan, Meşveret Gazetesi’ni çıkaran ve “Biz bu memleketi değiştirip Batılılaştıralım” diyen Ahmed Rıza Bey, pozitivizmi burada başlatan adamdır.

Siz de zaten Batılılaşmanın bir Cumhuriyet projesi değil, bir Osmanlı projesi olduğunu söylüyorsunuz…

Evet. Tabii Cumhuriyet’e gelindiğinde pozitivizmin dozu ve hızı epeyce arttı, tüm toplumu kuşatan geniş ve baskın bir proje haline geldi. Fakat özde değişen bir şey olmadı. Batılılaşma hem Osmanlı’da, hem de Cumhuriyet döneminde seçkinlerin ideolojisi ve pratiği kaldı. “Madem Batı’yla başa çıkamıyorsun, bari onun gibi ol” dürtüsüyle hareket eden seçkinler, toplumu kafalarına göre değiştirmeye, insanları yeni bir kılığa sokmaya çalışırken kimseye “Sen bunu istiyor musun?” diye sormuyordu. Halk bu projenin öznesi değil, düpedüz nesnesiydi. Dr. Moreau’nun yaratıkları gibi, mitolojide kompoze mahluklar gibi bir şeye dönüştürdüler bizi. Hani başı insan, gövdesi boğa ya da başka bir hayvan olan karma mahluklar vardır ya… Birileri süreci zorladıkça, bizler de daha bir hilkat harikası yaratıklara dönüşüyoruz.

Kitabınızdaki çarpıcı cümlelerden biri: “Hiçbir yaptığımıza inanmıyoruz sonunda ve inandığımız hiçbir şeyi yapamıyoruz.” Neye, ne şekilde inanacağımız birileri tarafından belirlenince böyle oluyor herhalde…

Bir yanda resmi ideolojimiz var, bir yanda gerçek ilişkilerimiz… “Bu işin doğrusu şudur, budur” dediğimiz şeyler bize tam olarak doğru gelmeyebiliyor ama bize doğru gelenleri yaptığımızda da beğenilmeyebiliyoruz. İlle siyasi örneklendirmelere gerek yok… Anneyle baba çocuklarına şiddetten uzak durmayı, yalan söylememeyi telkin ediyor ama buna en başta kendileri uymuyor. Okulda yaptığı bir şey yüzünden çocuğun başı derde girmiş mesela. “Söylemeseydin öğretmenine” diyebiliyor anne baba. Yahut gidip öğretmenle konuşuyor, “Benim çocuğum öyle şey yapmaz” diye ve kabahati başka bir çocuğun üstüne atıyor. Eh, ama çocuk içten içe biliyor kendi kabahatini, değil mi. Annesiyle babasının yalan söylememek gerektiğine dair anlattıklarını da gayet güzel hatırlıyor…

En basit konularda bile birer hilkat harikasıyız o halde…

Türkiye’nin dünya kadar sorunu var ama esas kimsenin farkında olmadığı bir sorunumuz var: Pedagoji. Bizim kadar kötü çocuk yetiştiren bir toplum yok pek. Çünkü bütün sorunlarımızın temeli olan o şizoid yapı, yani ikiye bölünmüşlük orada da çöreklenmiş bekliyor. “Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” sorusu bile bir çocuğun hayatını batırmaya yetebilir. Çocukken herkese bu soru defalarca sorulmuştur. Sana sorulmadı mı?

Daha kötüsü de soruldu. İlkokulda bir arkadaşım “Babanı mı daha çok seviyorsun Atatürk’ü mü?” diye sormuştu… Bu soru farklı şekillerde hala soruluyor bize aslında…

İşte görüyorsun; o tarz ideolojik cendereler içinde yaşıyoruz.

Dr. Moreau’larımız bizden yalnızca olduğumuz kişileri gizlemekle yetinmiyor, şahit olduğumuz ya da yaşandığını bildiğimiz olayları da görmemişiz, bilmiyormuşuz gibi yapmamızı istiyor. “Ermeni kıyımı olmadı. 6-7 Eylül hadisesi olmadı… Olduysa bile sebebi vardı…” Tarihin bu derece çarpıtılması bize ne yaptı?

Olanı kabullenmek zor geldiği zaman bazı insanlar içlerinden “Keşke böyle olsaydı” der ve sahiden öyle olmuş gibi davranırlar. Sözünü ettiğiniz şey, aslında bunun toplumsal boyutu. Gerçekliği bir kenarda unutup kendi yalan dolan gerçekliğini yazmaya başlıyorsun ve insanları olmayan bir tarih içinde yaşamaya mecbur ediyorsun. Ama o sakladığın, inkâr ettiğin hakikat mutlaka kendini gösteriyor, bilhassa da dilde. “Çanına ot tıkamak” diye bir deyim var mesela, niçin? İlk kullanılmaya başladığında kilise çanı kastediliyordu. Ot tıkayarak o çanı çalamaz hale getirmek, yani sahibine haddini bildirmek…

“En çaktırmadan işleyen ideoloji dildir” diyordu Cemil Meriç, o geliyor akla… Bunlar olurken karşı cephede ne değişti? “Toplum zaten hiçbir zaman öyle düşünmemişti ama düşünmediğini söylemeye cesaret de edememişti. Şimdi cesaret edip söylüyor” diyorsunuz…

Cumhuriyet tarihinde çeşitli evreler var. Tek parti döneminde ‘ne söylenebilir, ne söylenemez’ diye baktığımızda, söylenemez olanların epey fazla olduğunu görüyoruz. Daha sonra, Demokrat Parti iktidarı sırasında, “Yeter, söz milletin” sloganıyla birlikte tek parti döneminde hoşgörülemeyecek bazı şeyler, kısmen de olsa serbestleşti. Tabii gücün el değiştirmesi söz konusuydu, yani gene ama bu kez başka söylenemeyecek şeyler vardı.

Daha yakın zamanlara gelirsek, neler oldu bu söylenemeyecek şeyler açısından?

Açıkçası, AKP iktidarı döneminde ufukta yeni bir askeri darbe tehdidi görünmüyor, ordu yerinde sessizce duruyor gibi. Ve eskisine göre daha fazla konuşulabiliyor. 2005’teki Ermeni Kurultayı’nı düşünün… Eskiden “Ermeni” sözcüğünün geçtiği her yerde “sözde Ermeni soykırımı” da denirdi. Şimdi hâlâ öyle diyenler var ama geri kalanların öyle deme zorunluluğu yok. Cumhuriyet tarihini yeniden ele alma eğilimi de arttı. Mesela kurucularından olduğum İletişim Yayınları’nda Cumhuriyet tarihini olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi inceleyen tezlerin büyük bir kısmını yayınladık.

AKP’li tarihimizin ikinci 10 yılında, bir yapı değil ama aktör değişikliğinin görülmeye başladığını yazıyor ve “Baskı duruyor ama uygulayan değişti” diyorsunuz…

Zor koşullarda yola çıkmış yoksul bir toplumuz, savaşlarda çok kayıp verdik, o yüzden gecikmeler normal. Fakat bazı alanlardaki, mesela ekonomideki başarılarımızı demokratik kurum kurmakta gösteremedik. Gerçi çok partili demokrasiye geçebildik hiç değilse ve bu elbette çok iyi bir şey. Öte yandan şu var: Seçime giren ve kazanan partilerin olması demokrasiler için olmazsa olmaz bir şeydir ama gerçek anlamda demokrasinin var olduğu anlamına gelmez. Benim gördüğüm, yetişmiş kadrolardan oluşan, ideolojik hedefleri bulunan baskıcı ve otoriter bir iktidar var. Bu tabii çok demokratik bir şey değil. Fakat tuhaf olan bu yapı içinde demokratik bir muhalefetin de çıkmaması. Demokrat Parti ve AKP örneğinde gördüğümüz gibi geçmişte ve bugün muhalefet iktidar olabildi ama ne Demokrat Parti kendi içinde bir demokrat kültür üretebildi, ne de AKP yapabiliyor…

Demokrasi paketi için ne düşünüyorsunuz?

Onaylanan maddelerin hepsi iyi açıkçası. Ne yazık ki yeterli değiller. Sabah özgür bir topluma uyandığımızı söyleyecek halimiz yok.

Gene kitabınızdan bir cümle: “Siyasi eylem’ denen şeyin bende uyandırdığı bir ‘eksiklik duygusu’ vardır. ‘Nedir?’ diye düşündüğümde galiba ‘siyasi olması’ demem gerekiyor.” Çünkü siyasi eylem bir noktada bitiyor ve gerçek hayat kaldığı yerden devam ediyor… 

Geniş bir perspektiften bakmaya çalışıp 1968’den itibaren dünyanın çeşitli yerlerinde olan bütün protesto hareketlerini düşünelim… 68 dünyada önemli bir olaydı. İnsanların, bilhassa gençlerin “Kurup bize verdiğiniz dünyayı beğenmedik” deme biçimleriydi. Önemliydi ama aynısını burada başaramadık. 68 hareketi bizde iktidar çatışmaları ve bir darbeye zemin yaratmaya yaradı. Bir özgürleşme süreci olamadı. Aslında kapitalizmin ilerlemiş zamanlarıydı 1968. II. Dünya Savaşı çoktan bitmiş, soğuk savaş başlamıştı. Bir süre sonra Sovyetler çöktü, soğuk savaş da, kapitalizmin rakibi de kalmadı. Kimileri buna “Tarihin sonu” dedi, kimileri bir bayram havası estirmeye çalıştı. Ve dünyanın birçok yerinden memnuniyetsizlik sesleri yükselmeye başladı; Porto Alegre falan… Ben sevinemedim açıkçası, İngiliz tarihinde bir makineleri kırma hareketi vardır, olanları ona benzettim. Bu kez amaç makineleri değil, globalizasyonu kırmaktı. Halbuki bence globalizasyon olacak, olması iyi bir şey. Onun içinde kalarak, ama insanların bundan olabildiğince az zarar görmesini sağlayarak mücadele etmek lazım. Daha yakın zamanda İspanya’da Öfkeliler ve ABD’de Occupy Wall Street hareketleri oldu. “Siz benim çıkarlarımı zedeliyorsunuz, ben de protesto ediyorum” deniyordu o hareketlerde, sempatiyle baktım bu yüzden. Derken Gezi oldu. Gezi’deki gençler işsiz kalmamışlardı, sefil durumda değillerdi, sadece yaşam tarzlarını, değerlerini müdafaa ediyorlardı. Altrüist bir durumdu yani, bu yüzden destekledim. Hatta dünyaya model olabilecek bir hareket olduğunu yazdım.

Peki sonrasında ne olur, Gezi’den ne çıkar?

Bir zamanlar 1 Dakika Karanlık Eylemi yapmıştık. Çok kısa sürede bütün Türkiye’ye yayılmıştı, müthişti. Gel gör ki insanın büyük bir zaafı var, başarılı olmuş şeyleri ha bire tekrar etmek istiyor. Olmaz! “Tarih tekerrürden ibarettir” lafı da saçmadır zaten. Tekerrürden ibaret olan aptallıktır. 1 Dakika Karanlık Eylemi’ni daha sonra çeşitli sebeplerle defalarca yeniden yapmak istediler ama aynı etkiyi yaratmadı. Yunus balığı nefes almak için sudan çıkar ve sonra yeniden dalar ya… O daldığı yerden çıkacağını zannedersen yanılırsın, suyun altında alıp başını gitmiştir, kim bilir nereden çıkacaktır. Toplumsal hareketler için de böyle… Aynı şeyi tekrar tekrar denersen, her seferinde etkisi azalır. Gezi de öyleydi. Bir hadise gerçekleşti, tamam. Oradaki binlerce kişi örgütlü değildi ama bir çeşit iletişim kurmayı başardılar ve kendi aralarında haberleşebildiler. Yarın öbür gün başka bir yerde aynısı gene olur beklentisine giren çok yanılır. 

Gülenay Börekçi

Comments are closed.