Egoist okur

“Örtbas etme kültürü var gücüyle işledi”

“Onun ölümünün ardından adını vermeyen bir kişi ailesini arayarak Mustafa’nın arkadaşı olduğunu söylemiş ve şu bilgileri vermişti: “Çocuğunuzu öldüresiye dövdükleri sırada üzerinde sivil elbiseler vardı, sonra onu bir malzeme deposuna götürdüler. Burada, bir üniforma giydirdiler ve intihar süsü vermek için astılar. Ardından, sivil kıyafetlerini attılar. Onlar gittiklerinde, ben elbiseleri topladım ve size ulaşması için gizlice çantasına koydum.” (Gerçek bir hikâyenin belgelerinden)

Hatırlayacaksınız, Murathan Mungan, okurla ilk kez buluşan öykülerden oluşan iki yeni seçkiyle okur karşısındaydı. “Kadınlar Arasında”yı tanıtmıştım. Şimdi sırada epey zor lokma olan “Merhaba Asker” var. Ağır, çok ağır bir meselesi var bu seçkideki öykülerin… Bu kitap için yazılmış 16 kurmaca metinde “şüpheli asker ölümleri” ele alınıyor.

Mungan önsözünde “zorunlu askerlik kurumunun, militarizmin, kirli savaşın açık ve gizli kurbanı olmuş bütün gencecik ölülerin anısına bir saygı nişanesi olarak edebiyat toprağına alçakgönüllü bir mezar taşı dikmek, mezarlarına bir demet çiçek bırakmak istediğini” yazıyor. Siz de okuyun. “Kazayla seken kurşun, yanlışlıkla ateş alan silah, intihar, elektrik ya da yıldırım çarpması, yüksekten düşme, birlik içinde trafik kazası, eğitim sırasında mühimmat patlaması, yılan sokması, ani kalp krizi” gibi masallara, yalanlara inanmadığınızı göstermek, ölülerin mezarlarına bir çiçek de siz bırakmış olmak için…

Gülenay Börekçi

“Örtbas etme kültürü var gücüyle işledi”

Bugüne kadar “Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle” üst başlığı altında yayımlanan Ressamın İkinci Sözleşmesi, Çocuklar ve Büyükleri, Yabancı Hayvanlar, Kadınlığın 21 Hikâyesi, Erkeklerin Hikâyeleri gibi seçkiler, yazarların önceden yayımlanmış kitaplarında yer alan öykülerden derlenmişken, Bir Dersim Hikâyesi, “1938′ deki Dersim katliamı” teması etrafında bu kitap için özel olarak yazılmış öykülerden oluşmaktaydı.

2007’de yayımlanan Büyümenin Türkçe Tarihi’nin de benzer biçimde çatıldığını söyleyebilirim. Türkçede yazılmış hangi öykünün kendilerine, edebiyata özgü bir aydınlanma ânı yaşatarak, ne tür bir farkındalık yaratıp “büyümelerine” katkısı olduğunu sorduğum yazarların, kendilerine örnek seçtikleri öykülerle, buna ilişkin deneyimlerini anlattıkları denemelerin arka arkaya yer aldığı; dolayısıyla “öykü” ve “deneme” verimlerini birlikte içeren karma bir seçkiydi.

Adının uyandıracağı olası çağrışıma yaslandığım Yazıhane önemli dünya yazarlarının dergi ve kitaplarda yayımlanmış, yazmak, yazarlık, yazı’nın iç sorunları üzerine söz aldıkları denemeleri içeriyordu.

2014’te eşzamanlı olarak yayımlanan Merhaba Asker ile Kadınlar Arasında ise, tıpkı Bir Dersim Hikâyesi’nde olduğu gibi, önceden seçilip belirlenmiş bir temanın izini süren, yazarların bu kitaplar için özel olarak kaleme aldıkları öykülerden oluşuyor. Bu anlamda Büyümenin Türkçe Tarihi’nden başlayarak kendi içinde öbeklenen Bir Dersim Hikâyesi, Merhaba Asker ve Kadınlar Arasında birer seçki kitabı oldukları kadar, bir tür edebi küratörlük çalışması içeren, yazarları temel bir tema etrafında birlikte harekete geçirerek ortak bir iş kotarmayı amaçlayan bir “tasarım kitabı” olarak da değerlendirilebilir.

Türkiye’nin özellikle son yirmi-otuz yılının önemli ve acılı bir gündem maddesini oluşturan şüpheli asker ölümlerinin etrafında dolaşan, her yazarın, konuyu kendi yazarlık meşrebine uygun bir tutum ve yaklaşımla ele alıp işlediği, özel olarak bu kitap için yazılmış on altı öykü yer alıyor Merhaba Asker’de. Kuşkusuz kurmaca metinler bunlar; yani her biri gerçeklikte birebir yaşanmış bir vakadan yola çıkıp o olayı, o olayın gerçek hikâyesini konu etmiyor. Elbette yaşananlarla benzerlikler içeriyor, onlardan devşirilmiş esinler, izdüşümler barındırıyor olabilir, ama sonuçta bunların, her zaman olduğu gibi gerçek hayatın malzemesinden yola çıkan yazarın, imgelem dünyasında yeniden inşa ettiği birer “kurmaca” öykü olduğu unutulmamalıdır; bize gerçeklikte yaşananları hatırlatması, olan bitenleri yeniden ve uzun uzun düşündürmesi gereken birer “öykü”…

Bugüne kadar Türk Silahlı Kuvvetleri listelerinde “askeri zayiat” olarak adlandırılan şüpheli ölümlerin gerekçesi olarak duruma göre, “kazayla seken kurşun”, “yanlışlıkla ateş alan silah”, “intihar”, “elektrik ya da yıldırım çarpması”, “yüksekten düşme”, “birlik içinde trafik kazası”, “eğitim sırasında mühimmat patlaması”, “yılan sokması”, “ani kalp krizi” gibi olay ve durumla bağdaşmayan, inandırıcılıktan yoksun, çelişkili açıklamalar yapıldığını gördük. Sivil hayata egemen olduğu gibi, askeri hayatta da vargücüyle işleyen “örtbas etme kültürü”, devletin ortaya çıkmasını istemediği olayları bir biçimde hasır altı etme geleneğini sürdürerek her seferinde ölümleri meşrulaştırmaya çalışmış, pek çok davanın üstünü örtmüş, suçluları saklamış ya da aklamıştır. Bunca zaman ne TSK, ne dönemin hükümetleri bu konularda ciddi bir açıklama yapma gereği duymuş; pek çok olayda yetkililer, sorumlular hakkında soruşturma bile açılmadığı ya da üstünkörü soruşturmalarla savuşturulup davanın bir an önce kapatılmaya çalışıldığı görülmüştür. Şüpheye yer bırakmayacak ölçüde somut kanıtların failleri köşeye sıkıştırdığı durumlarda bile “adam öldürme” suçundan değil, “görevi ihmal” suçundan dava açılmış; bunlar da çoğu kez takipsizlik ya da hafif cezalarla sonuçlanmıştır. Örneğin, askeri cezaevinde işkence sonucu öldüğü sağlam kanıtlarla sabit olan biri için, bir yarbay ve yirmi dokuz asker hakkında açılan dava kısa yoldan takipsizlikle sonuçlandırılmıştır.

Pek çok şüpheli ölüm olayında askeri tutanaklarla hastane raporlarının birbirine uymadığı, otopsi raporlarının ciddi çelişkiler barındırdığı görülmüş; hatta bazen cenazelerin ailelerine gösterilmeden defnedildiği vakalar yaşanmıştır. Kimine otopsi yapılıp yapılmadığı bile belli değilken, kimine ait ölüm raporlarının ciddi kuşkular uyandırması üzerine ailenin “otopsinin tekrarı”, olaya ilişkin soruşturmanın yeniden açılması gibi talepleri hemen her seferinde reddedilmiştir.

Evlatlarının ölümüne ilişkin sorularına cevap arayan çaresiz ve acılı aileleri kahredici bir belirsizlikle baş başa bırakarak, onlara ömre yayılan bir işkence yaşatmak da, en az bu gençlerin ölümleri kadar hazin değil midir?

Yirmi-otuz yıldır her biri başlı başına ayrı vaka olan şüpheli asker ölümlerine ilişkin yazılı ve görsel medyada can yakıcı pek çok haber ve röportajla karşılaştık. Çeşitli kuruluşların raporlarını okuduk. Bu konuda TBMM’de verilen önergelerden, açılan davalardan haberdar olduk. Pek çok kuşkulu ölümün, intihar ya da kaza süsü verilmeye çalışılmış olayın ve bunlara ilişkin mahkeme kararının sonunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındığını ve azımsanmayacak sayıda davada Türkiye Cumhuriyeti devletinin mahkûm edildiğini gördük. Hatta bir tarihte on altı askerin şüpheli intiharıyla ilgili olarak Türkiye’den savunma isteyen AİHM’e savunma olarak devletin, “O askerler, askerden önce de bunalımdaydılar,” diye dedikodu tonunda tuhaf yanıtlar verdiğine de tanık olduk. Aynı köyden askere giden beş gencin ölüsünü “intihar etti” diyerek ailelerine teslim edenlere “aynı köyden beş asker intiharı birden olur mu?” diyenlerin feryatlarını duyduk.

Bugün bu konuda gazete, dergi arşivlerinde, internet medyasında şöyle bir kaba tarama yaptığınızda bile, pek çok vakaya ilişkin adalet duygunuzu incitecek, vicdanınızı sızlatacak, ruhunuzu yaralayacak hikâyeler ve ayrıntılarla karşılaşmanız mümkündür. Resmi kurumların, tutanaklara “intihar” olarak geçmiş ya da kaza süsü verilmeye çalışılmış pek çok vakaya ilişkin açıklamalarındaki boşlukların, çelişkilerin, tutarsızlıkların fazlasıyla “görünür” olması, yetkililerin bunları saklamak konusunda bile çaba harcamadığının göstergesidir. Belgelere bakıldığında, özellikle “intihar” vakası olarak gösterilen bazı olaylarda aklın sınırlarını zorlayan çelişkilerle karşılaşılır: “Bir kişinin kendisini bu biçimde vurmasının tıbben ve fiilen mümkün olmadığı” yolunda görüş belirten; ya da “o tür bir silahtan çıkan kurşunun giriş yarası, çıkış yarasından daha büyük olamayacağından, vakanın intihar sayılamayacağına” işaret eden; gene aynı biçimde, “atışın uzak mesafeden yapılmış olduğu, silah ve şarjörde şahsın ne kendisine ne başkasına ait bir parmak izi bulunmadığı; dolayısıyla olayda intihar ihtimali olmadığı” gibi sözlerle durumu apaçık belgeleyen adli tıp raporlarına rağmen, bu ölümler kayıtlara “intihar” olarak geçmiştir. Bazı olaylarda kafasına sıkarak intihar ettiği söylenen birinin kafasında kurşun deliğine rastlanmadığı gibi, aslında kafasının ezilmiş olduğunun anlaşıldığı; “suda boğuldu” denilen biri için daha sonra “iple kendini astı” dendiği; bölük astsubayının “yatağında ölü bulduğunu” söylediği bir erin ölüm raporunda “sınır boyunda intikal sırasında öldüğünün” yazılı olduğu; sağ elini kullanan birinin nasıl ve niye tabancayı sol şakağına dayayarak kafasına sıkmış olabileceği ya da vücudunda altı kurşunla vurulmuş halde bulunan birinin nasıl intihar ettiğine hükmedildiği sorularının havada asılı kaldığı birbirinden garip durumlar; tuhaf, tutarsız açıklamalarla karşılaşmak mümkündür.

Bu askerlerin tümü için, ailelere “oğlunuz intihar etti” açıklaması yapılmıştır. Kimilerinin ölümü için, zamana yayılan aralarla “fikir değiştirilerek”, önce “şehit”, sonra “intihar”, sonunda da “kaza” dendiği de olmuştur.

Bunun yanı sıra çocuklarının ölüm tehditleri aldığına dair dilekçe verip şikâyette bulunan ailelerin yakarılarının ciddiye alınmadığı ve içlerinden bazılarının bir süre sonra şüpheli ölümlerden birine kurban gittiği de bilinmektedir. Askerliğinin bitmesine bir ay, bir hafta, hatta bir gün kala intihar ettiği söylenenlerin hikâyesi ise kendi muammalarıyla birlikte gömülüp gitmiştir.

Ne yazık ki şüpheli asker ölümleri ve asker intiharlarında Türkiye bugün dünyada ilk sırada yer alıyor. (Yeri gelmişken, dünya klasmanında hangi konularda ilk sıralarda, hangi konularda son sıralarda yer aldığımıza dönüp bir bakmakta yarar var.) Gene Türkiye, altına imza koyduğu “Avrupa Birliği” anlaşmalarına rağmen “zorunlu askerlik” konusunda direten ve “vicdani reddi” kabul etmeyen tek ülke. Nadire Mater’in Mehmedin Kitabı ile başlayan kitaplarda anlatılanları; kışlalarda, mahkemelerde, hapishanelerde vicdani retçilere yaşatılanları ve bugün bu konuda sürdürülen mücadeleyi hatırlayalım. Bu somut durumla bu yoğun ölüm olayları arasında nedensellik içeren bir ilişki olmadığını söylemek mümkün müdür? Askerlik yapmak zorunda bırakılan antimilitarist gençlerin düştükleri bunalımı, yaşadıkları bölünmeyi ve bunun başta kişiliklerinde yol açtığı tahribat olmak üzere diğer sonuçlarını hayal etmek güç olmasa gerek. Aynı biçimde sivil yaşamında uyum sorunları yaşayan, intihara ya da kontrolsüz şiddete meyilli gençlerin gerekli tıbbi denetimden geçmeden, psikolojik yardım almadan askeri yaşamın zor ve çetin koşullarına teslim edilmesi, üstüne üstlük ellerine silah verilmesi, onları ölüme yaklaştırmak olmuyor mu?

Gene aynı biçimde bu ölümlerle, ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve askeri atmosferin, otuz yıldır süren kirli savaşın hiç mi ilişkisi yok? Şüpheli asker ölümlerinde, resmi makamlarca “intihar ettiği” ya da “kaza sonucu öldüğü” belirtilen askerlerin önemli bir bölümünün Kürt, Alevi ve egemen söylemin kendini merkeze alarak kullanmayı pek sevdiği deyişle “gayrimüslim” olması bir rastlantı sayılabilir mi? Özellikle askeri kurumlar ve bölgelerde bir askerin etnik ya da dini kimliği, mezhebi, siyasi görüşü nedeniyle ötekileştirildiği, ayrımcılığa maruz kaldığı, kin ve nefret söyleminin hedefi haline geldiği, bu konuda karakol ve kışlalarda pek çok olay yaşandığı ve tüm bunların şüpheli asker ölümlerinde ağırlıklı önemde sebepler oluşturduğu apaçık bir gerçekken, tüm bu veriler yok sayılarak konuşulabilir mi? Dışarıda yaşanan toplumsal ve etnik ayrımcılığın kışla, koğuş gibi toplumun her kesiminden insanın bir araya geldiği sıkıştırılmış bir mekânda kristalize olmaması mümkün mü? Sivilde biriktirilmiş nefret söyleminin, askerde kendisine hedef bularak nefret suçlarına dönüşmesi kaçınılmaz değil mi? Böyle bir atmosferde kurban seçilen, kapana kıstırılmış erlerin bazen komutanları ve farklı kademedeki rütbeliler, bazen de diğer erler tarafından en hafifi “kötü muamele, aşağılama, hakaret, dışlanma” diye nitelendirilebilecek zulümlerine, düşmanlık gösterilerine maruz kalması kaçınılmaz değil mi? Şüpheli asker ölümleri yıllardır adeta sistematik biçimde sürerken tüm bu olgular nereye kadar görmezden gelinerek hüküm verilebilir?

Kuşkusuz her yerde olduğu gibi askerlikte de, şu ya da bu nedenle intihar ve kaza vakaları olabilir, ama hem olayların sayısal çokluğu, hem Türkiye’de yaşanan çıplak gerçeklere ilişkin bildiklerimiz, duyduklarımız, istatistikler, belgeler, açılan davalar, hatta olguları ve rakamları çoğu kez eksik yansıttığını bilsek de resmi açıklamalar, bunların kaçının sahiden intihar, kaçının sahiden kaza olduğu konusunda insanı ciddi kuşkulara sürüklüyor. Kaldı ki pek çok intihar vakasının arka planı, “kişiyi intihara sürüklemek, canına kıymaya zorlamak” diye nitelendirilebilecek ölçüde zulüm dolu hikâye, kirli ve karanlık ayrıntı barındırıyor. Çeşitli tanıklıklara dayalı raporlarda, gördükleri işkencelere dayanamadıkları için intihar ettiği söylenen kişilere ilişkin pek çok vakaya rastlandığı sabittir. Üstelik askerde intihar edenler yalnızca ayrımcılığa uğrayanlarla da sınırlı kalmıyor. Çatışmaların yoğun olduğu bölgelere gönderilen askerler arasında “Vietnam sendromu”na benzer belirtiler gösterip, bunalıma girenler, dehşet saçanlar ya da canına kıyanlar olduğu da biliniyor. Erlerin yanı sıra gene hatırı sayılır ölçüde subay ve astsubay ölümlerine de rastlanıyor. Bu kitapta okuyacağınız bazı öykülerde olduğu gibi, bazı rütbeli askerler tarafından cinsel ilişkiye zorlandığı, tecavüze uğradığı için canına kıyanlara ait olayların varlığı da biliniyor. Etnik, dini ya da siyasi nedenlerle kurban olanların hikâyesi en azından dillendirilebilirken, “genel ahlakın” zalim yasalarının dilsiz bıraktığı bu hikâyelerin üstü mahcubiyet ve utançla örtülüp gizleniyor.

Yıllardır başta İnsan Hakları Derneği olmak üzere pek çok sivil toplum kuruluşu, asker intiharlarının önlenmesi için, “vicdani ret” hakkının tanınması, nefret suçları yasasının düzenlenmesi, askeri bölgelerde işlenen yaşam hakkı ihlallerinin, işkence suçlarının sivil savcılıklarca soruşturulup, yargılamaların sivil mahkemelerde yapılması ve askeri disiplin ortamının insanileştirilmesi gibi konularda talepte bulunmakta ve ne yazık ki talepleri büyük ölçüde karşılıksız kalmaktadır. Bu derin kayıtsızlık ve umursamazlık, bunca zamandır ne yazık ki ölülerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır.

TSK içindeki şüpheli ölümler konusunda kirli savaşın ve faili meçhul cinayetlerin en yoğun olduğu, her gün bir kışladan Kürt çocuklarının ölüm haberlerinin geldiği 90’lı yılların rakamları bile tek başına yeterince ürkütücü ve durumu açıklayıcıdır. Resmi kayıtlara göre, 1991-2001 yılları arasında TSK içinde 815 “şüpheli asker ölümü vakası” görülmüş; 433 şüpheli intihar girişimi yaralanmayla sonuçlanmış. 1992-2012 yılları arasında 2.221 asker söylendiğine göre “intihar sonucu” yaşamını yitirmiş. Günümüze dek her yıl inişli çıkışlı tekrarlanan bu grafik, sorunun yakıcı varlığının ve ona bağlı ölümlerin sürekliliğine de işaret ediyor.

Az buz değil, yalnızca yirmi yılda binden fazla şüpheli asker ölümünden söz ediyoruz burada.

Askeri sınıflandırmaya göre otuz yılda kaç tabur, kaç bölük askerin “intihar ve şüpheli ölüm sonucu” yaşamını yitirmiş olabileceği gerçeği, tek tek her birinin arkasındaki hikâyenin yeniden konuşulmasını gerektirmiyor mu? Çünkü bunu konuşmak demek, aslında Türkiye’nin hikâyesini konuşmak demek.

12 Mart, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüklerin ardında bıraktığı toplumsal ve siyasal enkaza baktığımızda, Türkiye’nin bizzat kendisinin bir “askeri zayiat” olduğunu düşündürecek büyük yıkımlarla karşılaşırız. Sivilde olduğu gibi, askerde de pek çok cinayetin faili meçhul kalmış olduğunu biliyoruz. Şüpheli ölümlerin kurbanı olanlar, çoktan toprağa karışıp gittiler. Ama bu ölümlerde parmağı olanlar, öyle ya da böyle müdahil olanlar, azmettirenler, susanlar, seyirci kalanlar, örtbas edenler, hatta doğrudan tetiği çekenler terhis olup aramıza karıştılar, mahallemizde dolaşıyorlar, karşı dairemize taşındılar, aynı kahvede bizimle birlikte çay içiyorlar; dolmuşta, otobüste, trende, vapurda yanımızda oturan şu zararsız görünüşlü adamın onlardan biri olmadığını kim söyleyebilir? Ya da terfi ettiler, omuzları kalabalıklaştı, ellerini arkada kavuşturup nizamiye kapılarında yeni kurbanlarını bekliyorlar.

Ben her zaman edebiyatın gücüne, sürekliliğine, dayanıklılığına, yazılı hafızanın kudretine inandım… ve bu öykü seçkisiyle, zorunlu askerlik kurumunun, militarizmin, kirli savaşın açık ve gizli kurbanı olmuş bütün o gencecik ölülerin anısına bir saygı nişanesi olarak, edebiyat toprağına alçakgönüllü bir mezar taşı dikmek, mezarlarına bir demet çiçek bırakmak istedim.

Öyküleriyle bu seçkide yer alarak bana omuz veren, destek olan tüm yazarlara gönülden teşekkür ederim.

Ocak 2014

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments