Egoist okur

Neslihan Önderoğlu: “Unutuş, hafızanın geleneğidir”

İlk öykü kitabı “İçeri Girmez miydiniz?”le 2013 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Neslihan Önderoğlu, ikinci kitabı “Mevsim Normalleri”yle de adından söz ettirmişti. Arada bir gençlik romanı ve iki derleme hazırladı, başka yazarlarla ortak işlere imza attı… Şimdiyse hem çocuklar için yazdığı “Mutsuz Palyaçolar Örgütü” çıktı hem de “Filler ve Balıklar” adlı üçüncü öykü kitabı. Onunla yas tutmak, unutmak ve hatırlamak kavramlarını, geçmişle yüzleşmekten nasıl da titizlikle kaçındığımızı, bunun sonucu olarak ortaya çıkan “nostalji fetişizmi”mizi, “unutma ağrımızı” konuştuk. Araya Türkiye’de bir eleştiri geleneği olup olmaması gibi meseleler de girdi.

Gülenay Börekçi

neslihan onderoglu filler ve baliklar notos kitap egoistokur

Neslihan Önderoğlu, “Retropya”daki nostalji fetişizmini ve unutma ağrımızı anlatıyor

Yazarlık serüveninden bahseder misin? Edebiyatla yolculuğun nasıl başladı?

Edebiyatla tanışıklığım çok erken ama yolculuğum geç başladı. Küçük yaşlarda şiir yazmaya ve kardeşimle biriktirdiğimiz paralarla çocuk kitapları alıp kütüphane oluşturmaya dayanan bir okuma serüvenim var. Hayatımın her döneminde bu böyle oldu. Ama ciddi anlamda yazmaya başlamam ancak yazmaktan başka bir şey yapmayacağım koşullar oluştuğunda gerçekleşebildi. Örneğin, çalışıyorsunuz ve aynı zamanda küçük bir çocuğun annesisiniz, diyelim. İnsan böyle bir durumda kendini yazmaya ne kadar adayabilir? Başaranlar var elbette. Ama ben o insanlardan biri değilim.

Üretken bir yazarsın. Arka arkaya yazdığın kitaplar, kolektif işlere yaptığın katkılar çok uzun süre biriktirdiklerinin fışkırması gibi… Neyi bekledin bunca sene? Ve oldu da ateşledi seni?

Yazmak için gerekli koşulların oluşması gerekti diyelim. Birkaç karpuzu koltuğunun altında taşıyabilen insanlardan değilim. Mükemmeliyetçi bir yanım var, yaptığım işe tam olarak kendimi adamayı istiyorum. Ama kendimi asla geç kalmış biri gibi görmüyorum, ondan önceki zaman bana kayıp gibi gelmiyor. Hep söylüyorum, öncelikle iyi bir okurum. Ve o okuduklarım yazar olarak beni oluşturan şeydir.

“Filler ve Balıklar ismini koyduğun için yeni öykü kitabının hatırlama biçimlerimizle, hafızayla alakasını da okura baştan söylemiş oluyorsun. Nedir hatırlama meselesinde seni çeken?

İnsan hafızasının işleyiş şekli bana ilginç geliyor. Neleri unutuyoruz veya neleri unutmayı seçiyoruz örneğin. Sabahları uyandığımızda yeni doğmuş bir bebek gibi hayata sıfırdan başlamak mümkün olsaydı bunu ister miydik? Yoksa varoluşumuzun temelleri aslında hafızamızla mı şekilleniyor? Biz aslında hatırladıklarımızın bir toplamı mıyız? Bütün bunlar üzerinde düşünülmesi gereken konular. Hafıza ve Unutuş arasında bir diyalektik var. Unutuş, hafızanın geleneğidir.

Neleri unutmayı seçiyoruz ve neden?

Biz hatırlanmasıyla başa çıkamayacağımız şeyleri unutuyoruz bana göre. Bütün doğu toplumlarında bir hastalıktır kolay unutmak, yas tutamamak, geçmişiyle yüzleşememek. Bunun sonucu da bir “nostalji fetişizmi” olarak ortaya çıkar. Yani geçmişi “eskiden her şey ne kadar da iyi idi” şeklinde hatırlamaktan bahsediyorum. Örneğin bugün televizyona bakın 80’ler, 90’lar dizileri ne kadar popüler. Bence bizim geçmişe dönük bir ütopya yaratma eğilimimiz var ki ben buna “Retropya” diyorum.

“Unutma ağrısı” diye bir şey var mı gerçekten? Ve o ağrı neler yapar bize?

Bence var. Unutma ağrısı dediğim şey, kendimizi aslında unutmamamız gerekenleri unutmaya zorladığımızda ortaya çıkıyor. Bir süre sonra duyulmaz oluyor ama insanın içinde habis bir ur gibi büyüdükçe büyüyor. Kimi zaman o kadar büyüyor ki mutlu olmamıza, aşka inanmamıza, umut etmemize, insanlara güvenmemize, onları ve kendimizi sevmemize engel oluyor.

Sen hatırlamak için mi yazıyorsun öncelikle, yoksa okura unuttuklarını hatırlatmak için mi?

 İkisi de değil. Ben sadece tanıklık ettiğim çağın bende bıraktıklarını yazıyorum. Bunun sonucunda okur bunları hatırlarsa ne mutlu bana.

Öykülerin elbette bu ülkede geçiyor ama dilinden, atmosferinden, şahsi hayatından ya da yolun kesiştiğinde şahit olduğun şeylerden kattıklarını düşününce, kendine özgü bir coğrafyası da varmış gibi geliyor okura. Kendi öykü coğrafyandan, orada nasıl yol aldığından bahseder misin?

Yazdıklarımın evrensel bir coğrafyası, dili ve iklimi olmasını isterim. Türkiyeli bir okur kadar Meksikalı bir okur da okurken mümkünse aynı yolculuğu yapabilsin. Bu nedenle çok yerel motifler yok öykülerimde. Bir de ben büyük şehirde doğmuş ve hayatını hep orada geçirmiş biriyim. Elbette etrafımda olup biteni yazacağım daha çok.

Acılar karşısında taşlaşmış insanları ağlatarak içlerindeki düğümleri çözen “Mutsuz Palyaçolar Örgütü”

Yetişkinlerin yanı sıra gençler için de yazıyorsun, bir farkı var mı?

Hiç farkı yok. Eğer bir yazar okur kitlesinin özelliklerine göre yazdığı metne müdahale ederse o metin çok şey kaybeder. Ben de işte bu yetişkinler için, bu da gençler için diye düşünerek hareket etmiyorum. Sadece konular, dil ve anlatım kendi okur gurubunu belirliyor.

Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan son öykü kitabın “Mutsuz Palyaçolar Örgütü”. Kitaba adını veren öykü, rahatlaması için insanları ağlatan bir gruptan bahsediyor. Ağlamanın güçsüzlük belirtisi sayıldığı Türkiye’de, böyle bir “örgüte” ihtiyaç var mı?

O öyküde acılar karşısında tepki veremeyecek kadar taşlaşmış insanları ağlatarak içindeki düğümleri çözen bir grup palyaço anlatılıyor. Sadece ağlamak değil, acı çekmek ve yas tutmak da bir kültür gerektirir. Bizim ülkemiz bu açıdan çok iç açıcı değil.

Peki bu örgütün mutlu öyküleri de olur mu bir gün?

Neden olmasın. Yazar olarak bir fanusta yaşamıyoruz. Etrafımızda olup bitenler bizi ve yazdıklarımızı etkiliyor. Son yıllarda çok mutlu ve güler yüzlü bir Türkiye’de yaşadığımı söyleyemem. Elbette anlattıklarım da bundan nasibini almıştır. Ama söz, neşeli, oyunlu bir şeyler de gelecek.

“Yazarlar tek bir an mutlu hissederler, gönül rahatlığıyla son noktayı koydukları zaman. Öncesi bir arayıştır”

Öykücülük yazar olarak sana nasıl bir haz veriyor? Bir öyküye başlamakla bitirmek arasında yaşadıklarını, hissettiklerini sorsam…

Öykü bütün yazı türleri gibi sancılı bir süreç aslında. Bence yazarlar tek bir an mutlu hissederler, gönül rahatlığıyla son noktayı koydukları zaman. Ondan öncesi bir arayıştır. Bende süreç şöyle işliyor; bir fikir oluşuyor önce. Daha sonra bu fikri besleyecek malzeme topluyorum. Gözlemlerim, anılarım, okuduklarım, izlediklerim vs. etraftaki her şey acaba bu öyküye hizmet eder mi diye düşünmeye başlıyorum. Yani gündelik hayat devam ederken beynimin arkasında bir yerde o öykü de devam ediyor. Yeterli malzeme biriktiğindeyse kafamdakiler ve almış olduğum notlarla o öyküyü en iyi nasıl anlatabileceğim sorusu ortaya çıkıyor. Yani burada matematik devreye giriyor. Nasıl bir dil kullanmalı, anlatıcı kim olmalı, mekânlar, diyaloglar nasıl şekillenmeli, öykü nerede başlayıp nerede bitmeli vs. Topluca kurgu diyebiliriz.

Nedir karakterlerinin ortak özellikleri? Onları yaratarak ve öyküler boyunca onlarla ilerleyerek nereye ulaşmaya çalışıyorsun?

Onlar aramızda, bizimle yaşıyorlar. Aynı metroya biniyoruz, aynı kuyrukta bekliyoruz, işyerinde, okulda yan yana masalarda oturuyoruz. Anlattıklarım sıradan insanların sıradan hikâyeleri gibi geliyor bana.

Öykülerin genelde noktalanmıyor, yaşamdan bir kesiti nakleder gibi. Alışılagelen türden son cümleler yazmaktan bilerek mi kaçınıyorsun?

Biz nedense okur veya izleyici olarak hep sonlara alıştırılmışız. Kitaplarda ve filmlerde ille de bir son olsun istiyoruz. O olmadan rahatlayamıyoruz. Oysa hayat öyle bir şey değil. Neyin sonu? Bunu düşünmek gerek. Çünkü son sandığınız bir şey aslında bir evrimin halkalarından başka bir şey değildir. Orada durmaz, mutlaka onun da bir sonraki aşaması var. Ben öykülerimde vurucu finaller sevmiyorum. Hayatın kendisinde de sevmediğim gibi.

“Türkiye’de doğru dürüst bir eleştiri geleneği olduğunu düşünmüyorum”

Yazarlar sadece okunmak değil eleştirilmek de istediklerini söyler ama bunun sonuçlarına pek değinmezler. Sana yol gösterdiğini düşündüğün eleştiriler oldu mu?

Türkiye’de doğru dürüst bir eleştiri geleneği olduğunu düşünmüyorum. Ne yazık ki bir kitap hakkında yazılan yazılar, dikkat ederseniz dost ahbap ilişkisine dayanıyor. Ya da artık ismi kabul edilmiş bir yazar kötü bir şey yazdığında kimse ortaya çıkıp da “bu olmamış” demiyor. Oysa ki bir yazarın bütün yazdıkları aynı seviyede olamaz, inişler, çıkışlar çok doğal. Hayatımızda hep aynı çizgiyi koruyabiliyor muyuz ki yazdıklarımızda bunu becerebilelim. İnsanız yahu.

Dildeki duruluğa, açıklığa hatta daha doğru bir deyişle netliğe  önem veriyorsun. Bu dili yaratmak, korumak, nasıl bir disiplinde yaşamayı gerektiriyor?

Bunu yapmaya çalışıyorum, evet. Ama bu biraz da bıçak sırtı. Çünkü duru, açık ve net olmak isterken kuru, duygulardan arınmış, tekdüze bir dile de kayma ihtimali var. Bunu yapmamaya çalışıyorum. Aslında her yazı bir ritim duygusuna dayanır. Eğer doğru ritmi yakalamışsanız ortaya çıkan şey de tatmin edici olur. Örneğin ikinci kitabım “Mevsim Normalleri”nde “Kestane Ağacı” adlı bir öykü var. Evde yaşlı bir kadın, konuşamayan spastik bir genç ve ona bakan köyden getirilmiş bir kız var. Odalar, ev dar ve havasız. Sesin ve havanın olmadığı böyle bir ortamda güçlükle nefes alıyormuş gibi kısa ve kesik cümleler kullanmayı tercih etmiştim. Bahsettiğim şey tam olarak bu.

Neler okuyorsun ve yazıyorsun bu aralar?

Üzerinde çalıştığım bir metin var. Bir romana doğru gidiyor sanırım. Son okuduğum kitaplar Juli Zeh adlı Alman bir yazarın Metis’ten yayımlanmış “Temize Havale” ve son dönemde en beğendiğim genç romancılar arasında olan Erhan Sunar’ın Alakarga’dan çıkan “Ölüm ve Adam” isimli romanları. Elimden geldiğince çağdaş dünya edebiyatını takip etmeye çalışıyorum.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments