Egoist okur

Selahattin Yusuf: “Hayat, kalbimize saplanmış bir bıçak”

Cümlenin güzelliğine bakar mısınız? “Hayat; anlatamayıp kabzasını süslemeye çalıştığımız, kalbimize saplanmış ve ancak nadir anlarda güzel bulabildiğimiz bir bıçak.” Selahattin Yusuf röportajından. Yazarla, Profil Kitap etiketli ikinci romanı “Masumiyetin Son Günleri”ni konuştuk. Yanı sıra hızla kaybolmaya yüz tutan masumiyetimizi ve “kötü yola düşmüş” edebiyatımızın halini…

Selahattin Yusuf: “Hayat, kalbimize saplanmış ve ancak nadir anlarda güzel bulabildiğimiz bir bıçak”

Masumiyet’in Son Günleri’ni yazmaya başlama sürecini anlatırken, karakterinle nasıl tanıştığınızı, nasıl dertleştiğinizi, zor zamanlarınızda nasıl birbirinizin yanında olduğunuzu anlatıyorsun. Daha doğrusu anladığım kadarıyla o senin yanındaymış ama sen günü gelince ondan kurtulmanın yolunu bulmuşsun.

Arkadaşım Selahattin Yusuf’un yeni romanı “Masumiyetin Son Günleri”nin yazılış sürecini Çengelköy’deki ortak arkadaşlarımızdan dinlemiştim. Selahattin bilgisayarını alıp Çengelköy kahvelerine gidiyor, arada esnafla, arkadaşlarla sohbet ederek harıl harıl romanının yazıyordu. Bunu anlattığımda gülüyor: “Psikanaliz bilen bazı Çengelköylülerin, özellikle eski devrimci bazı aksakallıların oturup kahve çay içtikleri kişi, Masum’a çok benzeyen, onun garip bir ikiziydi sadece.” Bilmeyenler için söyleyeyim, Selahattin’le yanımıza Ahmet Kekeç’i de aldık ve TRT Radyo Haber’de “Ada” diye bir program yapmaya başladık. Program dedimse yanlış anlaşılmasın, biz bize edebiyattan konuşuyor, bazen başka dallara uçuyoruz.

Ama bugün Selahattin’le baş başayız, romanını konuşuyoruz. O ‘eski devrimci arkadaşlar” ne der bilmiyorum ama bana öyle geliyor ki son demlerini yaşayan masumiyet burada sadece romanın ana karakteri Masum’un hayatına dair bir şey değil; bir memleket hali. Yine de masumiyetin yitimini, o yolda neler yaşandığını yazara sormak, ondan dinlemek lazımdı. Ben de öyle yaptım ve aldım Selahattin’i karşıma, sordum…

Bu ikinci romanın. Yazarken seni en çok ne rahat ettirdi?

Üzerinden çabucak geçip gittiğimiz şeylere dikkatle bakmak imkanı verdi roman bana.

Peki romanda en iyi anlatabildiğin şeyin ne olduğunu sorsam…

İrdelemek, bir anın yapraklarını aça aça içine doğru, kalbine doğru ilerlemek. Becerebildiğim kadarıyla.

Anlatamadığın, anlatılmaz bulduğun bir şey oldu mu? Bunu ancak şiir anlatır ya da bu ancak sinemada yaşar gibi…

Romanım bittiğinde, ilkinde de olmuştu, hissettiğim şu oluyor: Ne çok yolu vardı bunları anlatmanın ve ben yalnızca bir biçimine mahkum oldum. Ama zaten hayat böyle. Asıl anlatılamaz olan o. Anlatamayıp kabzasını süslemeye çalıştığımız, kalbimize saplanmış ve ancak nadir anlarda güzel bulabildiğimiz bir bıçak o.

“Bakışımız bir şeyin üzerinde duraladığında, o şey yavaş yavaş kendini bize açar; çatlak aralanır ve biz varoluşun içine düşmeye başlarız”

Karakterin Masum ne zaman, nasıl çıktı karşına, sonra neler oldu?

Masum, önceki romanım “İsa Hanginiz?”de de vardı. Çok uzun yıllar önce karar vermiştim onu yazmaya. “Masumiyetin Son Günleri”nde bir kez daha yazayım istedim. Öteden beri benim için başat bir eylem olan bir şeyi temsil edecek ve hayatımdan gidecekti. Temsil etmesi gereken şey bakakalmaktı. İlk gençliğimden beri benim kaderimdi bu. Yorucu ve yıpratıcı bir ruh halidir bakakalmak. Onun için Gustav Flaubert’in “Bir şeyin ne kadar ilginç olduğunu anlayabilmek için ona biraz daha bakmak yeterlidir” sözüyle karşılaştığımda gerçek bir ürperme geçirmiştim. Bakışımız bir şeyin üzerinde duraladığında, o şey yavaş yavaş kendini bize açar. Çatlak aralanır ve varoluşun içine düşmeye başlarız. Dibi bulamadan ama bulmuş gibi yaparak, geçici bir ahenge ulaştığımızı vehmederek geri geldiğimizde -ki mecburen yalan söyleriz, bizi ‘geride’ hayatta tutan budur- ağırlaşmış, zenginleşmiş oluruz. Ben çocukluğumdan beri gereğinden fazla bakmaya, içime bakmaya alışığım. Alışığım derken, mahkumum aslında. Mizacım böyle. Herhangi bir şeyi, anlamını bitirinceye kadar -bu mümkünmüş gibi- düşünmeden, ona bakmadan yoluma devam edemem. Devam etmek, sorumluluktan kaçmaktır. Olay durmaktadır; durmuş olanın sabit aksiyonundadır. Yeterince bakmadan kaçmak borçtan kaçmaktır. Durmak ve bakmak zorundayız. O yüzden yakın çevrem beni biraz tuhaf, belki biraz saftirik filan bulur. Her şeye hayret eden bir budalayım sanki, gibi…

“Vücudumuz, modern hayatta artık mesleğimizin şeklini de alıyor; kişiliklerimiz statümüz oluyor”

Masum’un yolculuklarını okuyoruz romanda. Peşine takılan yazarını nelerle meşgul etti Masum; kafasını nasıl karıştırdı, hangi yolculuklara sürükledi onu?

İnsanın mesleği korsesidir, denir ya. Yani onu dik tutar. Vücudumuz, modern hayatta artık mesleğimizin şeklini de alıyor; kişiliklerimiz statümüz oluyor. Klasik çağlarda farklıydı; insanlar bilimle uğraşıyor, şair, marangoz veya balıkçı oluyordu. Daha sere serpe bir hayat imkanı vardı. Şimdi ise insanlar sistemin parçaları, aparatları. Uzmanlık deliklerine sıkıştırılmış varlıklar olduk. Japonların tüp otelleri gibi. Bunda belki sorun yok ama bu uzmanlıklar bize ruhsal olarak da yetiyorsa hapı yuttuk demektir.

Masum’un işi yönetmenlik, dizi yönetmenliği…

Zamanla mesleğinin bir sarfiyat malzemesine dönüşüyor. Ezilmiş, eciş bücüş olmuş kişiliğini aşkın veya ailenin içine fırlatıp kurtulmak istiyor. Ama acımasız hayat yağmuru tükürüğünü kendi yüzüne geri çeviriyor. Açılamamış kanatlarını yerlerde sürüklemeye çalışıyor. Burnu zaaflarına sürtülüyor. Dünyanın kaç bucak olduğunu anlıyor. Çapraşık ilişkileri var. 1970’lerde başlayan devrimci ve idealist hayat baharı gelip bir yerde fırtınaya tosluyor. Şaşalıyor. Türkiye’de küçük burjuva radikalizmi olarak gelişen son moda solculuk, Masum’a hayatın kaç bucak olduğunu gösteriyor. Kendi yoksul kökeniyle baş başa, yüzüstü bırakılıyor. Hayret ve ıstırap içine düşüyor. İnsan, kapitalizm, psikiyatri ve meslek, el birliğiyle hayatını delik deşik ediyorlar.

Derdi ne tam olarak?

Her insan gibi zaaflarını saklayacak mahrem bir iyilik bulmak. Kendine yetecek kadar bir gündelik metafizik bulmak. Ama olmadı işte.

Sinemayla haşır neşir olma halini, yapımcılığını biliyoruz. Bu romanın film olma şansı var mı?

Sevgili dostum yönetmen Yüksel Aksu, ilk çıktığında İsa’yı okumuş ve “Bir yığın imge var. Hepsinden ayrı ayrı film yapmak lazım, o yüzden bundan bir film olmaz” demişti. Masumiyet için de aynı şey söz konusu mu, bilmiyorum.

“Budala bir cerrah, bir mayın eşeği Masum. Romanda kendini bizim yerimize tehlikeye atıp taşı kaldırsın istedim”

İşte Ayvalık’ta bir köy kahvesi. Oyun oynayan kasketli köylüler. Gri demir parmaklıklar içinde bir televizyon. Yarışma programı. Jüri var. Televizyonun hemen yanında, içi doldurulmuş vahşi kuşlar duvara sıralanmış duruyor. O kuşlardan birinin gözleri. Donmuş, görmeyi bırakmış gözleri. O gözlere yeterince baktığıma hiç bir zaman ikna olamıyorum. Alay konusu bu, başkaları için. Benim için, ruhum için ise açıklanması gereken ve bir türlü açıklanamayan, o yüzden de bakmaya devam etmeyi gerektiren, beni bakmaya mahkum eden bir durum. O “ana” borcumu yeterince ödeyemediğim için bakmaya devam ediyorum… O gözlerin bakmayı bıraktığı anı hayal ediyorum mesela; vücudunun kurşunla buluştuğu anı. Yani belki de şu kasketli adamın, hani karısı, çoluk çocuğuyla derdi olan, yıllık mahsulünün parasını bir kağıdın üzerine koyup masada ileri süren yoksul kumarbazın kurşunuyla buluştuğu anı. Kuşun bakışı donmuş. Burada kurbanın sonsuza kadar sürecekmiş izlenimi veren bakışı -masumiyeti- karşısında bizi kim veya ne teselli edebilir? Bitmiş ve hep var olacak. Masaya bakıyor. Adama. Gözakları büyümüş. O ilk anda büyümüş. Belki ölüm korkusu. Ve Masum’u, yani modern hayatın içinde çok temel bir noktada ayağı sürçüp o kahvehaneye tutunmaya çalışan kahramanımı ben o kuşun bakışlarının önüne getirip koymak zorundayım. Hikayemiz burada bir çeşit “terminal dönemde” duruyor. Okuyucu onu hangi otobüse bindireceğini ve nereye götüreceğini biraz da kendisi bilir. Herkes kendi hikayesini bilir. Herkesin Masum’u ayrı. Dolayısıyla Masum karakteri, dokunduğu her şeyi saydamlaştıran bir budala. Her şeyi ifşa etsin, ilişkilerin bağırsaklarını bize göstersin diye romanın içine gönderdiğim biri aslında. Ruhu şu veya bu sebeple zorlanıp bozulmuş, akıl ve tedbir gibi bizi sisteme zorlayan ağırlıklardan arınmış biri. Budala bir cerrah. Bir mayın eşeği. O kendini bizim yerimize tehlikeye atıp taşı kaldırsın istedim. Taşın altında hangi akrebin yattığını bizlere, modern konfor içinde ve çaresiz ilişkilerle sarılıp sarmalanmış çaresiz insanlara, en sevdiğim kelimeyle söyleyeyim, “dalgınlıkla” ifşa etsin.

Budala yahut “modern kumpasın ele geçiremeyeceği” insan

Bu kitapla ilgili konuştuğumuzda “Budala” kavramından söz etmiştin. Shakespeare’den Dostoyevski’e bu kavrama eğilmiş çok yazar var. Hatta Tarkovski gibi yönetmenler bile… Senin romanındaki varlık sebebi ne?

Budala, Batı edebiyatında aslında İsa’nın kendisidir. Dostoyevski’nin “İki kere iki dört değil yedi eder dese, ben matematiğe değil ona inanırım” dediği İsa. Alyoşa Karamazov’un ablası, Raskolnikov’un avukatı, Stavrogin’in hiç olmamış annesi, Nastenka’nın koruyup kollayan âmâ ninesi de olan İsa. Tarkovski’de ve farklı bir tarzda Lars von Trier’in “İdiotlar” filminde de var aslında. Tarlada çamur içinde, tevekkülle çalışan mujiklerin hayatına bakarken Kont Tolstoy’un gözleri niye yaşarır? Tutku orada işte, passion orada. Benim için işin cazip ve imkan taşıyan tarafı ise özellikle şu: Modern kumpasın ele geçiremeyeceği insandır budala. Tuzağa basar ve hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam eder. Hatta tuzağını sever, onunla birlikte yürür. Gücü nedeniyle değil, güçsüzlüğü nedeniyle. Tedbirsizliği, dalgınlığı nedeniyle ve sayesinde.

Senin romanında nasıl yer buldu?

Hatırlarsan, “plaza camlarında tilkiler gibi dolanan akşam güneşinden” ürken Masum, gözlerini onun Trakya taraflarında battığı noktaya çevirir. Masum’un, romanı boydan boya kat eden tedbirsizliği budur aslında. Dikkatinin yeri bu şekilde değişen birinin o plazaların hışmına uğraması kaçınılmazdır. Burada büyük bir şiir imkanı var. Ben bu şiiri toprağın altından eşeleyip buldum çıkardım demiyorum elbette. Ama isterdim. Bu şiirin ayrıntılarını eşelemek ve ezgisini gün yüzüne çıkarmak isterdim gerçekten. Çünkü bu insandan umudu kesmemek biçimi de aynı zamanda.

Kötü yola düşen edebiyata dair

Bir röportajında edebiyatın kötü yola düştüğünden bahsetmişsin, bunun masumiyetin sonuyla bir alakası olmalı…

Evet. Romanda Frank Sinatra’nın kızı Nancy’i örnek vermiştim. O da babası gibi ünlü bir müzisyen olmak istemiş, albüm yapmış ama kimse ilgilenmemiş. Eh, babası kızını mutlu etmek istiyor, o yüzden arasının iyi olduğu mafyaya başvuruyor. Mafya ertesi gün kızın albümünden 1 milyon adet satın alıyor. Ve Nancy listelerde bir numaraya oturuyor. Ülkemizde edebiyatın çoğu ünlüsünün macerası bu maalesef. Mafyatik bir düzen bu. İşin ilginç tarafı, halkımız da mafyayla -dalgınlıkla belki ama kesinlikle- suç ortaklığı içinde.

Sen sosyal medyada da varsın. Yazarın sosyal medyada kısa cümlelerle, gündelik metinlerle yer almasının yazar-okur ilişkisine olumlu ve olumsuz etkileri neler?

Sosyal medya sadece duyuru için elverişli. Yoldaş olduğun insanların, içinde olduğun bir şeyi bilmelerini istediğinde işe yarıyor. Geri kalanı genellikle ego masajı veya sahte eğlence. Bir düşüncenin yürümesi, ete kemiğe bürünmesi için fazla hızlı bir mecra. Herhangi bir fikrin, düşüncenin haksız yere öldürülmesi için iki dakika yetiyor da artıyor bile.

Sis, hikâyeler ve Karadeniz

Çektiğin fotoğraflarda hep Karadeniz oluyor; ağaçlar, dağlar, gökyüzü ve yeryüzü, hepsini sarıp sarmalayan sis. Her coğrafyanın kendine has bir edebiyatı varmış gibi geliyor bana. Almanların kasvetli ve melankolik şiirleri mesela. Karadeniz’in edebiyatı olsa neye benzerdi?

Biliyor musun, Rus romanlarını o güçlü kuvvetli işçilerin her yerde işe yarayacağını düşünerek seven o yaşlı kadının saflığı vardı bende de. İlk gençliğimde Alman edebiyatını ve genel olarak romantikleri, hikayelerinin mekanları yüzünden sevmiştim. Doğa yüzünden yani. Önde bir şeyler oluyordu, ama ben sürekli arkada uzanıp gitmiş dağlara, sise veya köy evlerine filan gözlerimi dikmiş oluyordum.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments