Egoist okur

Sezgin Kaymaz: “Onlar gibi olamamaktan, daha doğrusu kendimiz olmaktan korkuyoruz”

Bütün sakinlerinin mutlu ve huzurlu yaşadığı Cennet’te, Tanrı ilk insanı yarattı, adına da Âdem dedi. Onu yarattığı toprağa kendi nefesinden üfleyerek can verdi, bu cana hem iyilikten hem şerden, hem riyadan hem sadakatten koydu. Ona güzel olan ne verdiyse, bir o kadar da kötülük ekledi. Sonra Cennet’teki tüm varlıklara dönüp Âdem’e secde etmelerini buyurdu. Bu buyruğa karşı çıkabilecek kadar kibirli tek bir Cennet varlığı vardı, o da Azazil’di. Âdem gelene kadar Cennet’te kendi özünden bihaber, huzur içinde yaşayan Azazil, “ilk insan”la mücadeleye girecek, yaratılışında var olan ateş canına yapışıp İblis’e dönüşene dek bütün Cennet’e Âdem’den üstün olduğunu kanıtlamaya çalışacaktı. Peki ya bir çamur topağından ibaret olan insan, Cennet bahçesinin çiçeği Azazil’in aklına haramı düşürürse ne olacak? İblis mi insanı kandıracak, yoksa insan İblis’i Cennet’ten kovduracak kadar “şeytan” mı olacak?

Ateş Canına Yapışsın değil sadece. Geber Anne!.., Kaptanın Teknesi, Lucky, Sandık Odası, Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir, Zindankale de var. Bütün bu kitapların eşsiz yazarı Sezgin Kaymaz’ın fantastik edebiyatta, daha doğrusu korku ve gerilim türlerinde kimsenin yadsımadığı bir yeri var. Yazar aynı zamanda Ankaragücü hentbol takımının teknik direktörlüğünü yapıyor. Umuyoruz ki bu söyleşi, onu biraz daha yakından tanımanızı sağlayacak. (Veya şahsi fikrime göre onu daha da, daha da merak etmenize sebep olacak.)

Ama şu cümleler şahane, onu baştan söyleyeyim: “Oysa her şey zıddı sayesinde vardır. Üzüntü olmasaydı sevinç, düşmek olmasaydı kalkmak, kaybetmek olmasaydı kazanmak olmayacaktı. İlâhi espride, kimi zaman sen kazanırken ben kaybedeceğim, kimi zaman ben kazanırken sen kaybedeceksin, kimi zaman da ben hem kazanıp hem kaybedeceğim. Bunda ağlaşacak, yaka bağır parçalayıp dövünecek bir şey yok. Bir yerde ne oluyorsa başka bir yerde de o olanın tam tersi olduğu için oluyor. Bunu görmek bu kadar zor mu?”

Sezgin Kaymaz’la yeni romanı Kün üzerine

Grafikler bu adresten alındı.

Sezgin Kaymaz: “Onlar gibi olamamaktan, daha doğrusu kendimiz olmaktan korkuyoruz”

Sizi korku gerilim edebiyatına getiren yolculuğun nasıl başlayıp nasıl geliştiği pek bilinmiyor…

Aslına bakarsanız hiç kimse nereye, nasıl geldiğini gerçekte bilmiyor. Sonradan çok sevdiğiniz, “Hayatımın anlamını değiştirdi” dediğiniz biriyle belki onun, belki sizin, belki ikinizin birden “Olmaz olaydı” dediğiniz bir olay sayesinde tanışmış, karşılaşmış olabiliyorsunuz. Bana göre, mutlak anlamda irade diye bir şey yok. Kâinat sistematiğinin çökmemesini başka türlü açıklayamıyorum. O halde, yazmaya yönelmiş olmamı da kendi irademe, hür seçimime bağlamamalıyım. Gerçek anlamda neyi, kimi hür olarak seçmiş olabilirim ki? Hangi vakitte hangi ruh hali içerisinde olacağını kim bilebiliyor? Ne zaman evet, ne zaman hayır diyeceğimizin şartnamesi nerede kayıtlı? Herhalde bizde değil. Fantastik edebiyat… Korku edebiyatı… Bu kapı bana nasıl açıldı? Bilmiyorum. Bir gece, alt katta oturan komşumuzun “Yeter artık!” deyip tavana süpürge sapıyla vurmasına sebep olmuştum. Gürültüden başı şişmiş adamın elinde süpürge sapına dönüşen bu sebep, Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir bitinceye ve sonrasında da ben anam babam usulü daktiloyu gözden çıkartıp bir bilgisayar alıncaya kadar sürdü. Bu yüzden Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir’i dikkatle okuyanlar, süpürge sapı ritmini duyabilirler. Daktilonun üstünde tepinmeye başladığım o meşum gece, edebiyat yapmak, edebiyatçı olmak gibi bir niyetim yoktu. İletişim’in o devirdeki editörü Can Kozanoğlu, buna “edebiyat” dedi ve yazdığım o şeyin türünü de “fantastik kurgu” olarak belirledi. Önceleri hoşlaşmamıştım o laftan, sonra sonra çok içim ısındı.

Yazarlık sizin ikinci kariyeriniz. Bu anlamda gizemli biri olduğunuzu düşünüyor insan, biraz Dr. Jekyll’vari bir durum söz konusu sanki. Bir de okumak, yazmak türünden entelektüel uğraşlarla “sizin öteki işiniz” birbirine zıt addedilir çoğunlukla. Thomas Mann buradan yola çıkarak Değişen Kafalar adlı kısa romanı yazmıştı mesela. Sizin için durum ne? İki işiniz birbirini nasıl tamamlıyor ya da dışlıyor?

Kişinin evde yalnız başınayken yaptıklarıyla toplum içinde yaptıkları da birbirine zıt addedilir ama bunlar, o kişinin “Nasılsa evde pijamayla gezip kaşınabiliyorum; sokakta da yapayım, dürüst olayım,” demesini makul kılmaz… Sporu sevmem; sporun beni sevmesi, bir tarafımı ve bir zamanımı ona ayırmama neden oluyor. Bu karşılıklı bir ilişki. Yazmak ise tamamen farklı. Onun beni sevip sevmediğini bile bilmiyorum. Tek bildiğim, ben onu seviyorum. Vaktimin, aklımın ve gücümün çoğu yazmaya ayrılmış vaziyette. Yazamadığım zaman bile yazıyormuş gibi yapıp bilgisayar başında oturmazsam huzur bulamıyorum. Spor ise agresif. İçinde kazanma tutkusu var. Kazanmak uğruna birilerinin kaybını dileme, hatta o kaybı planlama cingözlüğü var sporda. Üstü “bizim takım” yorganıyla örtülmüş tutkulu, acımasız, yağması, çapulu, talanı, orgazmı ve tecavüzü bol bir savaş bu. Benim fıtratıma da oldukça aykırı. Yazarlık yaparak bizim ülkemizde geçiminizi temin etmeniz çok zordur. Belki iki satır yazmakla kendini bilirkişi, uzman, evrensel tarihçi, her şeyin hükmüne râm edebilen bir ulvi şahsiyet sayabilenlerden olsaydım ikinci bir işe ihtiyaç duymazdım. Olamadım ve ek işe yazıldım; spor adamlığına… Bundan şikayetçi olduğum sanılmasın. Sporcuların hayat hikâyeleri ilginç ve çok özel. Üstelik her bir hikâye benim en fantastik hikâyemden daha fantastik. Yani malzeme bol.

Seçtiğiniz türe dönersek; Türk edebiyatı korku açısından bir çeşit “çorak ülke”. Tuhaf bir dışlama, hatta aşağılama var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce korkusuz bir millet miyiz, yoksa korkularımızı kurcalamaktan bile korkuyor muyuz?

Öncelikle “seçme” tespitinizi değerlendireyim: Biraz havalı olacak ama, türü ben seçmedim, o beni seçti. Ben sadece kendi okuyacağım romanı yazmak istiyordum, böyle bir tür çıktı. Türk edebiyatında kim kimi dışlıyor, kim kimi aşağılıyor, bilmiyorum, takip de etmiyorum. Hiçbir edebiyat dergisini okumuyor, kim kimi nasıl nitelemiş umursamıyor, medyada kimin yıldızı parlamış, sallamıyorum. Benim bir tek kuralım var: Beğenmedimse o romanı okumam. Yazan ister Türk olsun, ister Fransız. Mina Urgan’ın sözüymüş; bir mektupkardeşimden öğrendim: “Beğenmediğin yemeği yememelisin.” Hayır, korkusuz bir millet değiliz maalesef. Okumaktan acayip korkuyoruz. Yazmaktan ödümüz patlıyor. Beğenilmemek ve eleştirilmek korkusu canımızı alıyor. Böyle olunca kendi beğendiğimizi değil, “çoğunluğun” beğendiğini söylediği kitapları alıp okuyor ya da okuyormuş gibi yapıyoruz. Çünkü “onlar gibi” olamamaktan, daha doğrusu “birey” olabilmekten de korkuyoruz.

Cinsellik ile korku, din ile korku arasındaki bağlantıları siz nasıl kurarsınız? Korku edebiyatının nihai olarak vardığı yer ölümle hesaplaşmaksa din ve cinsellik insanın ölümle hesaplaşmasına en çok olanak sağlayan alanlar mıdır?

Cinselliğin, işin içine tecavüz girmediği sürece korkulacak bir tarafı yoktur ama korkunun içinde bol miktarda cinsellik bulunur. Dinin de korkulacak bir tarafı yoktur, fakat korku kavramının içinde bol miktarda din bulunur. İşte tıpkı bunun gibi. Önce korku imparatorluğunu kurar, sonra kurallarınızı dayatırsınız. Korku edebiyatının “ölümle hesaplaşmak” gibi bir nihai hedefi olduğunu bilmiyordum. Bir gün ben de sizinle hesaplaşıp bu tespitinizin ne anlama geldiğini sormalıyım.

Kitaplarınızda özellikle zaman kavramıyla oynayarak okurda kafa karışıklığı yaratıyorsunuz. Hatta Geber Anne!..’nin son sayfalarında mekânla birlikte zaman o kadar eğilip bükülüyor ki, okuyucu olay kurgusundan atılıp bir kaosun ortasına itilmiş gibi hissediyor kendini. Bunlardan yola çıkarak sorarsam, zaman ve zamansızlığı boşluk olarak tanımlayabilir miyiz? Bu kavramlar edebiyatın ne kadar önemli bir unsurudur.

Zaman, başlı başına hayatın kurucu unsurudur ama bütün hakiki kurucu unsurlar gibi o da gerçekte görülemez, kavranamaz, anlaşılamaz ve bilinemez. İnanılmazlığı da bu gizeminden kaynaklanır. Öte yandan, onu inanılır kılan yegâne şey de zaten inanılmaz oluşudur. Bu son derece hoş paradoks, Kâinatın Yüce Tasarımcısı’nın belki de en çarpıcı hediyesidir; ki âdemoğluna görünmezi ve inanılmazı “Bir zamana kadar oynasınlar-oyalansınlar” diye hediye eden o Tasarımcı da işte bu yüzden “inanılmaz”dır ve O’nu inanılmaz kılan gizem, başlı başına inanılır oluşunun kanıtıdır. Edebiyata gelince… Yazar, isterse zaman kavramıyla ifrazatını kurcalayan bir Alzheimer hastası gibi oynasın, isterse kendince hiç dokunmadığını düşünsün o kavrama. Zaman onun içinde, satırlarının, cümlelerinin, harflerinin arasında hep var olacaktır, çünkü kendisi de bizatihi “zaman”ın içindedir. Hayatın kurucu unsuru olan bir kavramın edebiyat dışında kalması mümkün değildir.

Geber Anne!..’de, Tayfun isimli bir genç bir gün annesini evde başkasıyla yakalıyor ve “Geber anne!” diyerek evden kaçıyor; annesi de buna dayanamayıp intihar ediyor. Diğer kitaplarınıza göre bu romanda psikoloji ağırlıklı temaların daha çok öne çıktığını, üstelik incelikle işlendiğini görüyorum. Oedipus Kompleksi örneğin… Geber Anne!..’yi kurgularken, bu ve bunun gibi psikolojik kuramlardan ne kadar yararlandınız?

“Kurgulamak” ve ona göre yazmak gibi bir yeteneğim olmadığı, romanlarımı aklıma estiği zaman, estiği şekilde, estiği kadar yazdığım için hangi psikolojik kuramdan hangi ölçüde yararlandığımı cidden bilmiyorum. Yararlanmışımdır… Bilmeden… Hayatında ilk kez ve de tesadüfen rodeo’ya giden bir seyirci, o gittiği gösterinin bir parçası olmak uğruna rodeo kitaplarını devirmeli midir? Yoksa sadece görüp gözlemleyerek bize oynaş tayların nasıl kementlenip nasıl düğümlendiğini, azgın atların nasıl dizginlendiğini anlatabilir mi? Bence anlatır. Dili “rodeo” kelimesini telaffuz etmeyi beceremese de üstelik. Tıpkı benim dilimin “Oedipus Kompleksi” terimini telaffuz etmeyi beceremediği gibi…

Romanlarınız bir yandan fantastik öğeler barındırırken, bir yandan da son derece aşina olduğumuz bir dünyada geçiyor. Bu ikisi arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Sıradan saydığımız gündelik halleri birer korku unsuruna dönüştürdüğünüz hikâyeleriniz var. Örneğin bütün üyeleri zayıflamak isteyen bir aileyi anlattığınız hikâyenizde, zayıflama çabasının insanın üzerinde nasıl büyük bir yük olabileceğini de görüyor insan. Gündelik hayat, dehşet verici anlar silsilesi de olabilir mi bu durumda?

Gündelik hayat, eğer onun lezzetinden nemalanmayı bilmiyorsanız zaten dehşet verici anlar silsilesinden ibarettir. “Geleneksel Kömüş Günü Şenlikleri”nde lezzetle dehşet, mizahla eziyet, sevgiyle nefret, toklukla zafiyet iç içe ama onun okur kitlesinde de durum böyle. Okurken gülmekten fenalaşanlar da var, derhal ve çok şiddetli bir diyete başlayanlar veya yapmakta oldukları diyete son verenler de var. İnanmayacaksınız, bana elektronik mektup atıp “Sensin kömüş!” diyenler bile var.

Bir de işin içine sürekli olarak mizahı katıyor, bunu daima diri tutuyorsunuz. Konuşma diliyle, gündelik hayatta kullanırken farkına varmadığımız bazı deyişleri ve argoyu kullanarak yazıyor oluşunuz, edebiyat dünyasına girme sürecinizi etkiledi mi? Örneğin, olayların bir genç kızın ağzından anlatıldığı Kaptanın Teknesi’ndeki üslup gündelik dile, hatta argoya epey yakın. Geber Anne!..’de ise bunun tam tersi bir durum söz konusu…

Her ne kadar beni görenler suratsızın teki olduğumu düşünse de ben hayata hep gülerek bakarım. Bu duruşumu son derece kötümser, iç karartıcı denecek kadar karamsar, objektivizm adına günlük güneşlik bir ânı bile rutubetli, cıvık tezekli bir kara zindana çevirmeyi başarabilen, fazla mükemmeliyetçi oldukları için yaptıkları iyi şeylerin dahi farkına varamayan dostlarım da değiştiremedi şimdiye kadar. Kimse değiştiremeyecek. Ben gülerim. Suratıma bakmayın; kalbim ve gözlerim hep sırıtır. Hal böyle olunca her nevi çuvallamanın, acı sonun bir yerlerinde, çoğunlukla da “her yerlerinde” gülünecek bir şeyler görürüm. Ben gülüp dururken âdemoğlunun kendine jilet atması, acı çekmesi tuhafıma gittiği için de suratım asık olur. “Yazar neyse yazısı da o olacaktır,” diyenler var. Belki doğrudur. Ben istediğim kadar bu fikre katılmadığımı söyleyeyim, yazdıklarımda benden bir şeyler, belki çok şey olacaktır. Misal; argoyu severim, dilim sık sık yakası bağrı açılmadık kelimelere kayar, “ayıpçı”sözler söylemem gerektiğini düşünürsem hiç gözünün yaşına bakmam, söylerim. Demek ki Kaptanın Teknesi’nde söylemişim.

Kitaplarınızda, özellikle Kaptanın Teknesi’nde, “Yaşamı sevmeyenler için ölümü sevmek kaçınılmazdır,” sözünün ağırlığı hissediliyor. Birbirine zıt kavramları bir arada kullanıyorsunuz. Örneğin Zindankale’de, rüya ve gerçeklikle birlikte kadercilik olgusu da ön plana çıkıyor. Bir romancı gözüyle baktığınızda, bu zıt kavramlar arasında nasıl bir etkileşim var?

Her şey zıddıyla âyandır. Zıddı olmayan şey, “yok” hükmünde olan şeydir. Gecenin karanlığı gün ışığının altını kalınca çizer. Âdemoğlu, nedense elinde tuttuğu bıçağın bir keskin, bir de kör yüzü olduğunu, bugün gülse dün ağladığını, bugün ölse dün yaşadığını unutuyor. Oysa her şey zıddı sayesinde vardır. Üzüntü olmasaydı sevinç, düşmek olmasaydı kalkmak, kaybetmek olmasaydı kazanmak olmayacaktı. İlâhi espride, kimi zaman sen kazanırken ben kaybedeceğim, kimi zaman ben kazanırken sen kaybedeceksin, kimi zaman da ben hem kazanıp hem kaybedeceğim. Bunda ağlaşacak, yaka bağır parçalayıp dövünecek bir şey yok. Bir yerde ne oluyorsa başka bir yerde de o olanın tam tersi olduğu için oluyor. Bunu görmek bu kadar zor mu? Romancı gözüm, hayata insan gözümün baktığından daha farklı bakmıyor; biri ne görürse öbürü de aynını görüyor. Aklına eseni yazan, ne zaman ve nasıl yazacağını dahi planlamayan biri olarak “Şu konuda eşşek gibi bir roman yazayım, millet saç baş yolsun. İçinde birbirine zıt şu karakterleri şey edeyim, şurası giriş, şurası gelişme, şurası da sonuç olsun. Hah, tamam! Şimdi de oturup noktalı yerleri tamamlayayım” demediğim, böyle bir plastik yetenek sergileyemediğim için zıtlıkları işlemişsem ancak “Kendiliğinden olmuştur da ondan işlemişimdir,” diyebiliyorum.

Ölümle birlikte evin boşalmasını, erimesini, çürümesini anlattığınız hikâyenizin olağanüstü bir kısa film olabileceğini düşünüyorum. Bugüne dek hiç böyle bir teklif aldınız mı?

Çok teklif aldım, hepsi de fos çıktı. Yok, hak yemeyelim, İstanbul’da bir tiyatro grubu Geber Anne!..’yi oyunlaştırıp oynadı ama bana oyunun afişi dışında tek harfle olsun âkibeti hakkında bilgi vermedi. Oysa ben onlara izin vermiş, karşılığında da hiçbir şey istememiştim. Zindankale, TRT’nin iki ayrı döneminde iki ayrı yönetmen tarafından benim kifayetsiz senaristliğimle TRT kapılarına dayandırıldı, ancak her iki seferde de içinde ensest olduğu için “ayıpçı” bulundu, ters yüz edildi. Bunu da ben talep etmemiştim. O dostlar talep etmişlerdi, ben sadece izin vermiştim. Bir zamanlar eskiden Savaş Ay’la beraber çalıştığını söyleyen bir yönetmen beni ısrarla kovaladıktan sonra bir gün bir köşede kıstırmış ve “Yahu, izin veriyoruz veriyoruz bir halt ettiğiniz yok. Boş yere debelenme. Senden de iş çıkmayacaktır,” dememe kulak asmadan Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir’i güçlü bir senarist grubuyla çalışarak ille de filmleştireceğini söylemiş, izni kopartmıştı. Aradan yedi sene geçti, tık yok. Ben o kadar sene bir roman üzerinde çalışsam, şimdiye kadar sekiz tane Yüzüklerin Efendisi çektiydim. Günahı boynuna, kendisini televizyondan görmekten ve bazı filmlerini izlemekten öte tanımışlığım yoktur. Epey ünlü bir yönetmenimizin de çok seneler önce Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir’i filmleştirmeyi arzu ettiğini onu tanıyan bir dosttan duymuştum. Hepsi o. Şimdi… Benim ne düşündüğümü boşverin. Siz olsaydınız ne düşünürdünüz?

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments