Egoist okur

Shakespeare’in titremesi, Orwell’in öksürüğü

Evleri, bahçeleri, çalışma odaları, yatak odaları, yetmedi çalışırken atıştırmayı sevdikleri yiyecekler; edebiyatçıların özel hayatlarına dair merakımız hiç geçmeyecek gibi. Bu konularda arka arkaya kitaplar çıkıyor. Ama bence en enteresanı bu elimdeki, yani “Shakespeare’in Titremesi, Orwell’in Öksürüğü”.

Konu? Bildiniz: Büyük yazarların hastalıkları ve tedavi süreçleri. Jack London’ın ruhundaki fırtınalar, Jonathan Swift’in saplantılı temizlik düşkünlüğü, James Joyce’un geçirdiği sayısız göz ameliyatı, William Shakespeare’in antibiyotiğin henüz keşfedilmediği bir çağda frengiyle mücadelesi… Herman Melville, John Milton ve George Orwell gibi devlerle devam eden kâh eğlenceli, kâh üzücü anedotlar.

Peki ama neden yazarlar ve neden hastalıkları? Okumaya devam ediniz…

shakespeare orwell titreme yky gulenay borekci egoistokur

Shakespeare illüstrasyonu, Ethem Onur Bilgiç‘in hazırladığı afişten detay.

“Shakespeare’le ilgili bilinmeyen çok şey var ama bana kalırsa sırların en büyüğü Dante, Cervantes, Chaucer, Tolstoy gibi büyük yazarların aksine, onun hayatının bir döneminde yazmayı kesin olarak bırakması ve bir daha dönmemesidir. Şimdiye dek bu esrarı kimse çözemedi.”
John J. Ross

Shakespeare’in titremesi, Orwell’in öksürüğü

Aynı zamanda hekim olan ve yer yer kurmaca yer yer gerçek karakterler çevresinde ördüğü hikayelerle okuru edebiyat ve tıp tarihinde eğlenceli bir yolculuğa çıkaran John J. Ross, bu pek matrak ve merak uyandırıcı kitabı yazmaya karar verme sürecini şöyle anlatıyor:

“2000’lerin başında, bulaşıcı hastalıklar uzmanı olarak çalıştığım Boston Eğitim Hastanesi’nde frengi hastalığının aniden yaygınlaşmaya başlaması üzerine bir rapor hazırlamam gerekmişti. Halbuki 1945’te yarım milyon Amerikalı’yı etkileyen sifilis zamanla öyle nadir görülen bir hastalık haline gelmişti ki Birleşik Devletler’deki çoğu hekim ne bir vaka görmüştü ne de hastalığın belirtilerine aşinaydı. Her neyse, tıbbi zeminlerde tartışılması için hazırladığım PowerPoint sunumumu bu hastalıkla dalga geçmeye bayılan Shakespeare’den birkaç alıntıyla süslemeye karar verdim. Ve evdeki yıpranmış Shakespeare cildinin tozunu silerek yapraklarını çevirmeye başladım. Okudukça, ‘Vay anasını’ diye düşünüyordum, ‘Bu konuyla ilgili ne çok şey var burada’. Merakım uyanmıştı… Shakespeare’in başından geçen cinsel talihsizliklere dair dedikodularla onun hakkında kesin olarak bilinen tek tıbbi gerçek -el yazısının orta yaşlarının sonunda titrek bir hale geldiği gerçeği- arasında bir bağlantı mı olabilir miydi? Böylece Shakespeare’in patolojik durumu üzerine tıbbi bir yayın organında yayınlanmak üzere bir makale yazdım. Ama makalem beni bile şaşırtarak internette bir nevi sansasyon yarattı hatta bir televizyon dizisine konu oldu. Bunun üzerine ben de yazarlar ve hastalıkları hakkında bir kitap yazmaya karar verdim.”

Tadımlık

Londra Köprüsü harikulade ve acayipti, şaşaalı binalarla çevrili heybetli bir yapı. İç rahatlığıyla konutların altındaki karanlık, klostrofobik tünele girdi. İçeride, ardı arkası kesilmeyen bir gürültü yükseliyordu: Kadim iskelelerin arasında yükselen sular karaya hücum ediyor; su çarkları gıcırdıyor; çıraklar dövüşüyor; arabacılar geçiş hakkı için tartışıyor; kör kemancı kemanını çalıyordu; kesilsinler diye Eastcheap’e, mezbahaya giden koyunlar yolda meliyordu. Köprünün siperinden çıktı ve diğer taraftaki acı veren güneş ışığına çıktı. Kaval kemikleri zonkladı ve kasları acıdı. Kendine rağmen, kafasını kaldırıp köprünün sonundaki vatan hainlerinin mızraklara geçirilmiş kafalarıyla süslenmiş muazzam taş geçide baktı. Sırıtkan kafataslarında hâlâ küflenmiş et parçaları duruyordu; tarazlanmış, yoluk saçları güneş ve yağmurdan ağarmıştı.

Southwark’ta, havlayan çoban köpeklerini ve Bear Garden’da kalabalığın uğultusunu işitti. Bir direğe zincirlenmiş, köpeklerle kışkırtılan ihtiyar ayı Sackerson’ın böğürüşünü, pençeleriyle saldırışını canlandırdı gözünde. Gözüne ilişen ara sokaklardan birinde oynayan yırtık pırtık giysili çocuklar içini eve dair endişelerle ve bir yalnızlık ve utanç sızısıyla doldurdu. Sıra sıra dizilmiş genelevlerin önünde çökük burunlu ve bacakları yara içinde leş gibi bir dilenci kadın gördü. Kerhanelerde yıllar süren sadık hizmetine karşılık, frengiden ölsün diye sokağa atılmıştı. Korku dolu bir ürpertiyle tüyleri diken diken oldu ve bakışlarını kaçırdı.

Kafası zonkluyor; kendini sersem ve aptal gibi hissediyordu. Rezil durumdaki evlerden oluşan bir labirentin içinde dönüp duruyordu ki, gideceği yer karşısına çıkıverdi. Bir hizmetli onu aşağıya giden merdivenlere yöneltti. Ozan, leş gibi sülfür kokusu yayan sıcak bir mahzene doğru indi. Geniş bir fırın odayı yanıp sönen turuncu ışıklarla dolduruyordu. İnleyen adamların terli kafaları geniş tahta küvetlerden dışarıya çıkmıştı. Demir maşalar taşıyan soluk benizli ve sıska bir adam odanın içinde koşuşturuyor, bir kapağı açıp küvetleri sıcak tuğlalarla besliyordu. Tuğla yığınlarının üzerine sirke döktü ve terden parıldayan adamları inletip sarsan keskin bir buhar yükseldi.

Doktor ansızın Will’in hemen yanında belirdi, onu irkiltti. Özenle kesilmiş keçi sakalıyla şık ve gösterişliydi. Rahatlatıcı bir şekilde gülümsüyor olsa da, ozan doktorun mesafeli durduğunu fark etmişti. Hekim, teskin edici, kibar bir sesle, tedaviyi açıkladı: Bağırsakları boşaltmak için kuru erik kompostosu; hazmı kolaylaştırmak için taze etler; hastalığı deriden arındırmak için zencefil ve terleme küveti. Doktor önemsiz yan etkilere karşı uyardı: Denetimsiz salya artışı, ağız kokusu, dişeti kanaması, ürperti ve titremeler. Yine de ümitsiz hastalıklar ümitsiz çareler gerektirirdi, elbet.

Shakespeare bir avuç dolusu gümüş akçe uzattı. Hekim eldivenli eliyle bu paraları aldı, dikkatle inceledi ve yapmacık bir gülümsemeyle cebine koydu. Will’i muazzam ocaktaki tuğlalarla ilgilenen sıska, benzi atık adama yöneltti. Ozan yeniden dönüp baktığında, doktor gözden kaybolmuştu bile.

Tuğlalarla ilgilenen bu bir deri bir kemik adamın aklı pek başında değildi. Elleri titriyor ve hem ürkek hem hırçın görünüyordu. Şairin döküntülerini görünce, çürük dişlerle dolu ağzını açarak kıkırdadı ve ağzından salyalar aktı. “Winchester kazı mı ısırdı, ha? Hah-ha! İyi bir iki terleme bunun icabına bakacaktır, aslanım. Tozlanma küvetine girelim, o halde!”

Ozan soyundu ve teni pul pul lekelerle kaplı halde, utanç içinde dikildi. Endişeyle küvetin bir tarafından tırmandı ve yan tarafa çivilenmiş kalasın üzerine oturdu. Bu kalasın altında kalan küvetin tahta dibi çıkarılmış, geriye topraktan bir çukur bırakmıştı. Bu acayip, sıska adam sarsak hareketlerle küvetin üzerine ağır bir kapak kapattı, ancak şairin kafasına yetecek kadar geniş bir boşluk kalmıştı. Sonra küvetin alt tarafındaki kapağı itip açtı ve şairin ayaklarının altına sıcak, metal bir plaka yerleştirdi. Plakanın üzerine kırmızı bir toz attı. Toz, tıslayan dumanlarla pis kokulu çiçekler açarak yok oldu. Doktorun adamı bunu defalarca yineledi, ta ki Will öğürmeye başlayana kadar. İnce, metalik bir toz bedenini kapladı. Sıska adam oturağın altındaki çukura sıcak tuğlaları yığdı ve onları sirkeyle ıslattı. Asitli buhar dalgaları yukarıya doğru yükselirken, ozan titreyip terlemeye başladı. Bu hafta çok da hoş bir hafta olmayacaktı.

Shakespeare hakkında öyle çok fazla şey bilmeyenler bile oyunlarını kimin yazdığı konusundaki tartışmadan haberdardır. Lafını sakınmayan uçuk bir azınlık geçmişi Shakespeare gibi olan bir adamın böylesi bir edebî dehaya sahip olmasından şüphe duymakta ve oyunlarının aslında her nedense isimsiz kalmayı yeğleyen bir aristokrat tarafından yazıldığını düşünmektedir. Bu düşünce züppece ve yersiz iki varsayıma dayanır: İlki, mükemmel yazabilmenin büyük ölçüde eğitimli olmayı gerektirdiği; ikincisiyse, yaratıcılığın varlık ve refaha bağlı olduğu varsayımıdır. Gerçeğin bunun tam aksi olduğu söylenebilir. Birçok müthiş yazar büyük ölçüde kendi kendini eğitmiştir veya üniversiteye gitmemiş ya da okulu yarıda bırakmıştır. Üstelik bir miktar gençlik acısı, fantezi ve hayal gücü üzerinde etkili bir uyarıcı görevi görerek yazara yardımcı olabilir. Müthiş yazarlarda sıkça rastlanan biyografik bir özellik de, maddi bir felaket, ebeveynlerden birinin ölümü ya da başka bir travmayla güvensiz hale gelen bir ergenliğin takip ettiği mutlu bir erken çocukluk dönemidir. William Shakespeare için de aynı durum geçerlidir.

Shakespeare, Nisan 1564’te, Stratford adlı bir pazar kasabasında doğmuştur. Annesi Mary hakkında neredeyse hiçbir bilgi olmasa da, babası hakkında epeyce şey bilinmektedir. John Shakespeare, Falstaff’ın kıvrak zekâsı ve hovardalığı, Kent’in inatçılığı ve sadakati; Lear’in zayıf muhakeme gücünün bir birleşimidir. Eldiven ticaretinden meşru, tefecilik ve karaborsa yün ticaretinden yasadışı bir servet edinmiştir. Hemşerileri onu bugünkü belediye başkanına benzer bir makam olan muhafızlık görevine getirecek kadar çok sevmişlerdir. Fakat, John yasalarla ters düşüp parasının ve topraklarının büyük bir kısmını kaybedince, Shakespearelerin örümcek ağlarıyla örülmüş bu refahı William’ın ergenlik yıllarında dağılıverir. Elizabeth dönemi İngilteresi, çağdaş anayasal bir monarşiyle polis devleti olmak arasında gidip gelmektedir. Casuslar ve muhbirler, dini tutuculuk, ticari düzenlemeler ve tekellerden oluşan baskıcı bir sistem dayatmaktadırlar. John Shakespeare yalnızca şaibeli işlerinden ötürü değil, Protestan ayinlerine katılmayı sıklıkla ihmal edip ailesinin kapalı kapılar ardında aslında Katolik olduğunun ortaya çıkmasından ötürü de ağır para cezalarına çarptırılmıştır.

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments