Egoist okur

HAYDAR KARATAŞ: “Bizde edebiyat sorunlu büyüdü; cüssesi var ama zihni, ruhu eksik…”

Haydar Karataş son yıllarda üzerine en çok yazılan, çizilen edebiyatçılardan. Murathan Mungan onun için “canavarcasına bir yazar damarı var” diyor. Murat Uyurkulak, Behçet Çelik, Kaan Arslanoğlu gibi başka edebiyatçılar da Karataş’ın romanlarında yarattığı dille ilgili hayranlık ve övgü yazıları kaleme alıyorlar. Yazarın iki kitabı var. İkisi de Dersim’le, 1938’de yaşananlarla alakalı… Gece Kelebeği’nde her şeyi küçük bir kız çocuğunun gözünden anlatıyor. On İki Dağın Sırrı’ndaysa, hadiselerin öncesiyle ilgileniyor… Kışın çıkacak üçüncü romanla Perperik-a Söe dizisi tamamlanmış olacak.

Gülenay Börekçi

haydar karatas egoistokur iletisim yayinlari 1

“Türkçeye merhametimi katıyorum, bu dilde yakarıyorum, bir daha böyle şeyler yaşanmasın diye.”

Tunceli’nin Hozat ilçesine bağlı Haçeli köyünde doğan Haydar Karataş, Türkçe’yi sonradan, okulda öğrenmiş. “Okumak için İstanbul’a geldiğimde bir kültür şoku yaşamış, kendimi adeta bir ateş topunun içine düşmüş gibi hissetmiştim. Yaşadıklarım bir romancı için büyük kazanım sayılabilir ama ben orada büyük bir travma, acı görüyorum” diyor. İstanbul’da okurken girmediği iş kalmamış. Lokantalarda bulaşıkçılık, tekstil atölyelerinde çıraklık yapmış, bir yandan da siyasi olarak aktif bir hayat sürüyormuş. Sol örgüt militanı olarak tutuklandıktan sonra 10 yıl hapis yatmış. Şimdi 2002’den beri İsviçre’de yaşıyor… Onunla yaptığımız röportajda bütün bunları, ayrıca Dersim’i ve romanlarını konuştuk…

Murathan Mungan sizin için “canavarcasına yazar damarı var” diye yazmıştı. Başka birçok yazar da romanlarınızda yarattığınız dille ilgili hayranlık ve övgü yazıları kaleme aldılar… Halbuki çocukken bildiğiniz tek dil Zazaca’ymış, Türkçeyi ilk kez okulda işitmişsiniz…

Dünyanın her dili güzeldir, keşke insan her dili öğrenebilse de o dilde ağlayabilse. Her dilin kendine ait bir ahengi var, Be-So (Zazaca) bir Anadolu dili, gramer olarak farklı olsa da ruhsal yapısı Türkçe’ye çok benzer. Ermenice ve Kürtçe de öyle… Dikkat ederseniz halk ezgileri bütün bu dillerde aynı ahenkle söylenebiliyor. Oysa Sarı Gelin’i ingilizce söyleyin, komik olur. Ben Türkçe’yle yatılı okula başlarken tanıştım, üç ay boş koridorlarda tek kelime konuşmadan dolanıp durdum. Kafamın içinde bitmek bilmeyen bir uğultu vardı. Türkçeyi seviyorum ama anadilim vücudumun kesilip atılmış bir parçası gibi. Hani kazada kolunu yitirenler bazen bunu unutup olmayan kollarıyla bir nesneye dokunmak isterler ya, Ben kendi dilimle anneme dahi sarılamıyorum. Türkçe deniyorum. Türkçe diline kendi merhametimi katıyorum, bu dilde yakarıyorum, bir daha böyle şeyler yaşanmasın diye.

Sonradan öğrendiğiniz bir dille yazıyor olmak size edebiyat açısından ne kazandırdı?

Yazmaya başlarken, cümlelerimin başı sonu olmuyor. Bir bilinmezi dile getiriyorum, tarif edilmemiş bir acıyı… Haliyle söylenen, hep cümlenin dışına taşıyor. Karakterlerim benimle savaşıyor, beni ağlatıyor, ‘Hayır, olmadı’ diyorlar. Çünkü anlatmak istedikleri çok şey var. Kaçırdıkları bir anlatı sürecine yetişmek isterlermiş gibi, aynı anda birkaç zaman kavramıyla konuşuyorlar. Ben de onlara karışmıyorum… Bakıyorum, Türkçe yazarken Zazaca’nın ruhu da dile geliyor.

Edebiyatımızda alışık olmadığımız bir şey bu…

Bizde modern edebiyat II. Mahmut sonrası, batının hikaye anlatma biçimini taklit ederek gelişti. Ve edebiyatımız batıya öykündükçe, kendi toprağına gözlerini kapattı, sözlü anlatıma burun kıvırdı, onu unuttu. Örneğin bir İsak Ferera’mız vardır, Türkçe yazdığı halde eserleri sonradan basılmadı. Zengin bir Ermeni edebiyatımız vardı, görmezden gelindi. Ben çocukluğuma ait yaşlı insanların seslerini taklit ediyor, bunun için de hep onların nasıl konuştuklarını hatırlamaya çalışıyorum. Ve bu anlatı dili, Zazaca yazmak isteyenlerde de yankı bulacak diye düşünüyorum.

Dil görünmeyeni görünür, anlaşılır kılmak için bir araç mıdır? Daha doğrusu sormak istediğim şu; edebiyat, okurun olup bitenleri hakikaten kavraması adına tarihten daha mı etkilidir?

Bu medeniyet, insanın kendini üzerinde var ettiği bu kainat dille başlar, dil olmasa hayatın bir anlamı olabilir mi? Anadolu’da bir söz vardır, biriyle kavga ettiğinizde düşmanınıza söylersiniz: “Dilini keserim ha!” Bu tehdit bizde bir gerçeği ifade eder, dilsiz bırakırsan insan denen bu varlık hiç olur. Dilsiz bıraktığın edebiyatsız, ağıtsız ve türküsüzdür. İnsanların hikaye anlatmasını, birbirine derdini anlatmasını keserseniz tarih kalmaz. Tarih yazımlarının hiç bir önemi yok, on tane tarih kitabı yazacağınıza, o halkın ruhunu anlatan bir masalınız, öykünüz olsun. Orada anlatılan ruh hali, bizim gerçek tarihimizdir. Dilini keserim tehdidi bizde bir tarih oluşumudur, dil kesmiş devletimiz. Ben edebiyatın tarih anlatımlarını bozduğunu düşünüyorum. Tarih anlatımı, hikayenin gerçekliği karşısında daima diz çökmek zorundadır. Edebiyat tarihçiyi gerçeğin kulvarına da çeker. Hatta şunu söyleyeyim, tarih yaşanmışlıktan öğrenilir. Edebiyatçı yaşanana bakmak yerine, acaba tarih ne der, diye sorarsa yanlışlık olur.

Romanlarınız Dersim’de yaşananlarla alakalı… Orada ne oldu aslında?

Dersim’de bir insanlık trajedisi yaşandı. Lozan Anlaşması’nda ‘azınlık’ kapsamında görülen kesimler varlık vergisi, vakıflar kanunu gibi sert uygulamalarla ülkeyi terk etmeye zorlandılar. Dersim gibi ne Lozan’da, ne de başka uluslararası sözleşmelerde tanımlanmış bölgelerse yok edilmeye tabi tutuldu. 1938’in Dersim’inde olanlar, o günkü dünyanın bir yansımasıydı. 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesiydi. Sonu felaketle sonuçlanmış bir süreçten bahsediyoruz, atom bombaları patladı, insanlar fırınlarda yakıldı yani acı dünyanın her yerinde yaşandı. Bizdeki fark, meselenin üstünün örtülmesi, konuşulmasının yasaklanması.

Üzerine söz söylenmesi yasaklanmış, unutturulmaya çalışılmış hadiseler neden bir romanın konusu olabilmek için bunca yıl bekledi?

Bizde süregiden bir devlet geleneği vardır, devlet yetkilileri bir karar alır ama sonrasında anlatılmasını istemez. Osmanlı’da da böyleydi bu, Cumhuriyet döneminde de böyle. En uygun açıklama, ‘hain’ tabiridir. Öyle denince mesele hallolmuş olur sanılır. Azınlıklarla ilgili başka birçok konu gibi Dersim üzerine konuşmak da bu yüzden uzun süre yasaklı kaldı. Eh, roman denen şey de nihayetinde toplumsal özgürlüğün sınırları içerisinde ifade ediyor kendini. Zorlasa, ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalacak… Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’un başına gelenler bunun göstergesi. Bizler, başbakanını idam eden ama bunu tarih dersinde çocuklarına anlatmayan bir ülkede yetişiyoruz. Hala çoğu kişi Menderes niye asıldı bilmez. Kendi başbakanının niçin asıldığını bilmeyen bir Türkiye’den Dersim’i bilmesini beklemek de haksızlık olur.

Kızıyor musunuz?

Kızmıyorum. Biliyorum ki ülkemizde edebiyat sorunlu büyüdü. Cüssesi var ama zihni, ruhu eksik. Türkçe edebiyat Türklük olarak algılandı. Farklı etnik yapıdan ve dinsel kökenden gelen edebiyatçılara ‘getto’ muamelesi yapıldı. Ödüllerde, edebi kriterler yerine ideolojik önceliklere göz önünde bulunduruldu. Devletin politik tutumunu rehber alan romancılarımız oldu. Romanımızda kötü karakter olarak gösterilenler hep büyük felaketler yaşamış kesimlerdendir. Servet-i Fünun’un kötü öğesi gayr-i Müslümlerdi, 1. Dünya Savaşı’nın karanlık ortamında biçildiler. Cumhuriyet’in ilk döneminde Aleviler önce görmezden gelindi, sonra da büyük bir asimilasyona tabi tutuldular. 1925’tan sonra kötü öge Kürtler oldu. 1960’lar sonrası edebiyatımız buna karşı durmak, mağdurun hikayesini yazmak yerine, sorunlarımızı iyi ve kötü kaymakam yaklaşımı üzerinden işledi. Yani yaraya tuz değil şeker basıldı. Edebiyatımız masum değil, yaraları sarmadı. İnsanlığın acılarının bir ve ortak olduğunu, insanların ancak birbirlerinin derdini dinleyerek güçlenebileceğini hesaba katmadı. Böylece biz azınlıkta olanların devasa devlet erki karşısında böcek gibi ezilmemize göz yumdu, okuru aldattı.

Murathan Mungan’ın Bir Dersim Hikayesi adlı kitabında bir öykünüz yer alıyor. Oradaki öyküler bize neyi gösteriyor?

Murathan Mungan’ın kitabının çıkacağını ilk duyduğumda ağlayacaktım. Bisiklete bindim ve saatlerce Zürich nehri boyunca sürdüm… Ben edebiyata inanırım, insanları kardeş kılmakta daha etkili başka bir şey de yok gibi gelir bana. İnsanı anlatan başka ne var ki! Politikacılar ve kanunlar hükmeder, yönlendirir. Oysa edebiyat itham etmez. Okuyucuya empati çağrısı yapar. Onu ideolojik sürecin dışına çıkarır. Murathan Mungan’ın kitabı sayesinde edebiyatımız ilk defa tarihsel bir olaya müdahil oldu. Keşke aynısı 60’larda da yapılabilseydi. Düşünün; Orhan Kemal, Kemal Tahir, Nazım Hikmet ve diğerleri haksızlıklara karşı ortak bir öykü ya da şiir kitabı yazıyorlar… Ama tabii yapılamazdı. Bu yüzden Mungan’ın 1938’de yaşananlara farklı kuşaklardan bir grup edebiyatçıyla birlikte baktığı Bir Dersim Hikayesi, edebiyat tarihimizde bir devrimdir.

Üçlemenin son cildinde Dersim’in hangi dönemini anlatacaksınız?

1950-70 arasını. Çocukluk yıllarıma ruh verenleri… Olaylar sonrasında sürgüne gidip geri gelenleri. Yıkılmış hayatlarını, anılarını arayanları… Gitmek her zaman dönmekten daha zordur.

Size dönersek; Türkiye’nin çeşitli hapishanelerinde 10 yıl yattınız. Neden?

Bir sol örgüt militanıydım. Yaşanan acılara çözüm getirici teori olarak Marksist literatürü görürdüm. O zamanlar, sosyalist olmak, hapiste yatmak için yeterli bir nedendi. Gerçi hâlâ öyle ya! Komünizm, sosyalizm kelimelerinin bir makalede geçmesi, o derginin toplatılma gerekçesiydi. Kürt tabiri toptan yasaktı. Oysa 2002’de hapisten çıktığımda, İstanbul’un orta yerinde, Agıre Jiyan grubunun Kürtçe konserine gittim. İstiklal Caddesi’nde yürürken bir binanın üzerinde kocaman bir Türkiye Komünist Partisi tabelası gördüm. Türkiye ruhsal olarak değişirken o yasaklı yılların gençlerini hapis duvarlarının altında çürümeye bıraktı. Pankart asmaktan müebbet hapis alan arkadaşlarım var. O güzel insanlar hâlâ içerdeler diye kendimi suçlu dahi hissediyorum.

Hapisteki on yıl sizin için ne anlama geliyor?

Ölüm tarlalarının içinden geçtim, hayatta olduğum için sevinmeli miyim bilmiyorum. Ama ben kuşağımı kaybettim, hapisten çıkan arkadaşlarımın çoğu yarım insan olarak geziyor. Hapistekiler ölüm oruçlarında, devletin vahşi operasyonlarında öldü. Buna örgütlerin kendi içinde uyguladığı cezaları, öldürmeleri de ekleyin. Türkiye, sağıyla soluyla cinnet geçirdi diyorum ben. Bizse bu hikayeleri anlatmaya, kendi kendimizle dahi konuşmaya yanaşmıyoruz. Hal böyle olunca, on yıllık hapisliğim hiç bitmedi gibi geliyor bana!

“Doğayı yok ettiğimizde insanlık da yok olacak”

Dersim’de olan kıyımın öncesini sadece insanın değil, tabiatın diliyle de anlatıyorsunuz. Mesela şu: “Bir masalın bu dağların ardında ruh bulduğu hissine kapılırsınız. Ne yapacağınızı bilemezsiniz; ağlamak istersiniz, ağlayamazsınız; bağırıp isyan etmek istersiniz, edemezsiniz; eliniz kolunuz bağlanır. Dünyanın durduğunu; kahkahalar attığını sandığınız pınarın ağladığını duyarsınız…” Rüzgar, su, hayvanlar, insanlar hatta ölüler bile sizin romanınızda gelmekte olan felaketi hissediyor. Bu kadar aşikar bir şekilde hissedilen, görülen, bilinen bir şey neden çok uzun süre konuşulmadı?

Benim gördüğüm iki neden var, birincisi sürgünler, ölümler yaşandı. Geride fiziken ve ruhen yaralı insanlar kaldı. Benim annemle babam da bu yüreği yanan insanlardandı. Tek dertleri çocuklarını okutmak, iyi üniversitelere gönderebilmekti. 1940-60 arasında büyük sessizlik dönemi yaşanır. Dersim katilamı sonrasında doğan ve 60’larda 20’lerinde olan gençler üniversiteye başladıklarında, yaralı ruh hallerini sosyalizm ve devrimci faliyetlere yönelerek tamir edebilecekleri, hatta intikam yoluyla giderebileceklerini düşünürler. Dersimliler ikinci travması da bu. Üniversiteye giden her Dersimli öğrenci istinasız bir sol örgüte girdi, öfkeli acısı onu örgütler safında sivriltti, bedeli de ağır oldu, 38 ağıtları birden devrimci türkülere karıştı. Amcam Bıber’in ‘Bizim bu Ağa çocukları üniversiteye gidince deliriyor’ derdi. Evet, ideoloji bizi delirtti, insanın acısını anlatmayı basitlik olarak gördük. İntikam almak, derdimizi öfkenin diliyle ifade etmek dururken hikaye mi anlatacaktık?

“Bugün insanlığımız doğal hayata geri dönüyor, oysa o zamanlar, ottan, taştan medet uman çağdışı görülürdü. İnsanlığımız aslında dün yok etmeye çalıştığına bugün ağlamaktadır” derken aslında insan ruhuna, karakterine dair büyük, ezeli bir açmazdan söz ediyorsunuz. Anlatır mısınız?

İnsanlığımızın kullandığı politika ve felsefe dili hâlâ Antik Yunan Çağı’nın kavramlarıdır. O kavramları çekin, dilsiz kalırız. Din savaşlarından sonra, etnik ve kimlik çatışmalarının altında yatan esas şey, modern kavramlar. O kavramlar bazı temel şeyleri unutturdu. Bunlardan birincisi, doğaydı. Yalnızlıklarını doğada arayan topluluklar ilkel bulundu, çağdışı görüldü. Oysa, bugün doğayı yok ettiğimizde insanlığın da yok olacağı gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Anadolu’ya, Dersim’e gidin, her dağda bir ziyaret vardır. Üstelik bu ziyaretler ideolojiler, devletler, örgütler var olmadan önce de vardı, insanlar gidip oradaki taşlara, ağaçlara ağlardı. Taşlar, ağaçlar size; ‘şu gavurdur, şu bilmemnedir’ demez çünkü.

Gülenay Börekçi, Habertürk

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments