Egoist okur

Yiğit Değer Bengi: “Korku insanoğlunun en eski ve en güçlü duygusudur”

Yiğit Değer Bengi’nin bugüne dek çeşitli dergilerde öyküleri yayımlandı, ayrıca bir öyküsüyle Ithaki Yayınları’nın Jules Verne Yarışması’nda dereceye girdi. 1002. Gece Masalları adlı derlemesi Metis Yayınları’ndan çıktı.

“Korku insanoğlunun en eski ve en güçlü duygusudur”

Bildiğimiz edebiyatın sınırları içinde korku edebiyatı yapılamıyor ya da korku türü çok farklı bir edebiyatı gerektiriyor sanki. Bir yapıtı korku romanı diye nitelemek için hangi özelliklere sahip olması gerekir, ölçütleri ya da sınırları nelerdir?

H.P. Lovecraft, “Korku insanoğlunun en eski ve en güçlü duygusudur, en eski ve en güçlü korku da bilinmeyenin korkusudur,” diyor. Kendi adıma ben de böyle geniş bir kabulün peşindeyim. Yani korku edebiyatının sınırlarını, korku dürtüsünün bilinçli bir yönlendirilmesiyle açıklamayı tercih ediyorum.

Dünyada korku türü epey uzun bir süre boyunca yeraltı edebiyatının alanındaydı. Son birkaç yıl içinde anaakım içinde de yer almaya başladığını görüyoruz. Bu, türün doğasına aykırı bir durum sayılabilir mi? Ya da türe katacağı şeyler nelerdir?

Aslında anaakımın da kabul ettiği büyük klasikler içinde gotik akımı önemli yer tutar. Ancak korku türünün daha sonra tıpkı fantastik edebiyat gibi pulp fiction (modern adi kurgu) dergilerinde yer bulup tür olarak serpilmesi yeraltı alanında olmuştur. Ama bu dergilerden yetişen yazarlar arasında Stephen King, Clive Barker gibi isimler de olduğu için tür, başat yazarlarıyla ana edebiyat akımına da girdi. Bu durumun türün doğasına aykırı olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki bu tartışma bile yabancı kökenli bir tartışma; yeraltı ya da yerüstü, bizde bu tür henüz çok ıssız.

Türk edebiyatında ise bir çeşit “çorak ülke” olma hali göze çarpıyor; yani genelde fantastik edebiyat, özelde korku edebiyatı örneklerine çok nadir rastlıyoruz. Bir de (sırf bu dosyayı hazırlarken bile) hissettim ki tuhaf bir dışlama, hatta aşağılama var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Korkusuz bir millet miyiz, yoksa korkularımızı kurcalamaktan bile korkuyor muyuz? 

Tıpkı dediğiniz gibi… Fantastik, bilimkurgu, korku gibi türlerin ülkemizde ana edebiyat akımı tarafından dışlanması bir başka konu. Onlar, “bu gibi türlerin gerçekten bir kaçış olduğu” gibi son derece yüzeysel bir eleştiriyle işin içinden sıyrılmayı seçiyorlar. Ama bu durum toplum olarak korkularımızın derinliğine bağlanabilir. Bence devlet ideolojisinden tabana kadar biz çok derin korkuları olan bir geleneğe sahibiz. Tek bir şairden korkup naaşının bile ülke topraklarına gömülmesinden çekinebiliyoruz. Bir de tüm korkularımız tabuların içine öylesine gömülü ki, tabu kavramlarının kendileriyle uğraşmak bile başlı başına bir korku. Ölüm fetvasıyla, vatana ihanet suçuyla sonuçlanabilecek işler. Yani bizde korku edebiyatı içerikte değil, özde aslında.

En eski olanlardan en yeni olanlara dek edebiyatta korkunun temelinde cinsellik ve din var. Oysa korku bir yana, doğrudan bu iki tema üzerinde gelişen edebiyat yapıtlarına da bizde pek sık rastlanmıyor. Korkuyu harekete geçiren alanlar bizde zaten tabu sayıldığı için bu türe ağırlık verilmemiş olabilir mi? Hatta daha ileri giderek bizde çeşitli nedenlerle “kutsal olanı tahrip etme duygusunun” yeterince gelişmemiş olduğunu söyleyebilir miyiz?

Cinselliğin edebiyatımızda yer bulmadığını düşünmüyorum ben. Ama korku konusunda biraz önce söylediğime şunu ekleyebilirim: Aslında bana göre bizde korku edebiyatı kutsal kitabımızla başlar. Sadece bizimki de değil, tüm kutsal kitaplar bence korku türünün temel kaynaklarıdır. Tespitiniz çok doğru; korku edebiyatı, konularını ve imgelerinin büyük kısmını dinsel öğelerden alır. Ama bizde kutsal olanı tahrip ederseniz, bizzat kendiniz tahrip olursunuz. Bunun örnekleriyle dolu, gerek edebiyat gerekse de siyasi tarihimiz. Aslında tarihte baskı arttıkça edebiyatta da sembolik anlatımlar artmış hep. Nasıl ki dinlerin heterodoks akımları baskı altında tamamen ezoterikleşmişse, korku edebiyatı metinleri de kat kat simgelerle örülüdür. Cinsellik ve din baskısının en göz alıcı simgesi vampirlerdir. Gotik akımı da böyle başladı. Ilk gotik akımı, karanlık ve sorgulanamaz olanla derdi olan kişilerce başlatıldı. Mary Shelley ölümsüz eseri Frankenstein’da ölümü sorguladı. Bu mânâda bence ülkemizde korku edebiyatını geliştirebilecek cesur insanlar için müthiş bir kaynak bulunuyor. Bizim dinimizde Batınîlik hep varolmuş. Hep simgelerle yaşamışlar ve hep iftiraya uğramışlar. Zaten Batı’nın korku edebiyatı da böylesi iftiralardan kaynak bulmamış mı? Biraz isyankâr kişiler cadı diye yakılmış, biraz aydın tarikat ya da topluluklar şeytana tapar diye takip görmüş, inançsızların ve itaatsizlerin hortlayarak mezarlarından çıkacağına inanılmış. Tüm bunlar bizim coğrafyamıza da tanıdık değil mi? Ama edebiyatımız bundan ürküyor. Örneğin, Madımak Oteli’nde yanan onca aydının hayaletleriyle ilgili tek bir korku öyküsü okumadım ben.

Gülenay Börekçi, Tolga Meriç

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments