Zeynep Ergun röportajı: “Erkeğin yittiği yer, özlenen bir yer”
İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda okurken ufkumu açan, bazı şeyleri öğrenmemi, geri kalanı da sorgulamamamı sağlayan, kısacası hayatımı bir şekilde güzelleştiren insanlardan biri de sevgili hocam Zeynep Ergun’du.
Aşağıda Mine Akverdi’nin Zeynep Hanım’la yıllar önce Erkeğin Yittiği Yerde kitabına dair yaptığı röportajı okuyacaksınız.
Zeynep Ergun röportajı: “Erkeğin yittiği yer, özlenen bir yer”
Bu incelemeyi yapma fikri nasıl doğdu ve kitabınız ne kadar zamanda tamamlandı?
Bu kitabı 2006-2008 yılları arasında yazdım ama fikir çok daha öncesinden vardı. Türkiye ve dünyada yaşanan toplumsal travmalar beni böyle bir çalışmaya yöneltti. 21. yüzyıl başlarken komünist bloğun çöküşü, küreselleşme eğilimleri, etnik çözülmeler, ABD’nin ‘yeni’ muhafazakarlığı, vahşi kapitalizm ve saldırganlık politikaları, Avrupa Topluluğu ile ilişkiler ve iletişim (ya da bunlardaki kopukluk), Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan vahşet, değişen ekonomik, siyasal, toplumsal koşulların dünyaya ve Türkiye’ye yaşattığı travma, son dönemde iyice ortaya çıktı. Bu travmadan yazın da etkileniyordu. Geçiş dönemi olarak gördüğüm bu son birkaç yılın Türkiye’sinde bu siyasal ve toplumsal çaba ve çatışmanın yansımasını birbirinden çok farklı görünen üç romanı inceleyerek saptamayı amaçladım. Aslında Ahmet Ümit’in ‘Kavim’ini, Murat Uyurkulak’ın ‘Har’ını ve Latife Tekin’in ‘Muinar’ını da bu çalışmaya dahil etmek istiyordum ama bu üç romanla bile hayli kalın bir kitap oldu. Bunları dışında bırakmak zorunda kaldım.
Her üç romanı da, 18. yüzyıl Romantizm döneminin önemli isimlerinden İngiliz şair Coleridge’in eserleriyle bağlantılandırıyorsunuz. Şu anda Türkiye’de yaşananlar ile o dönemin İngiltere’sinde yaşananlar erkek imgesi açısından bir paralellik gösteriyor mu?
Benim görebildiğim kadarıyla şu anda bir erkekler çatışması yaşanıyor. Coleridge döneminde de erkekler çatışması vardı. Bunun 100 yıl öncesinde tarihte ilk kez İngiltere kralı (I. Charles) başı kesilerek öldürmüştü. Onun etkileri yaşanıyordu. Ama Coleridge’i endişeyle bakmaya yönlendiren Fransız İhtilali oldu. İhtilalden sonraki süreçte İngiltere ile Fransa arasında çok uzun bir savaş oldu. Bütün bu olaylarla Batı’da baba, ata figürü öldürülüyor, yitiyordu. Baba figürü, erkeğin hem ‘böyle olacağım’ dediği, hem de ‘hiçbir şekilde bu olmayacağım’ dediği bir model. Bunu öldürmüş olmanın verdiği bir suçluluk var, öte yandan bunun ardından yaşanan bir erk savaşı, erkeklerin savaşı var. Biz padişahı öldürmedik ama yok ettik. Ve Türkiye’de de bir erk savaşı hala yaşanıyor. Benim karşı olduğum bu erk savaşı. Çatışmalar devrimler/karşı devrimler, tezler/anti-tezler olarak görünüyor ama değişen bir şey yok. Çünkü ister Atatürkçü olsun ister İslam’a odaklanmış, ister post modern ister liberal, sesini duyurabilen kesimler paylaştıkları erkek merkezli doğrultudan ayrılmıyorlar. Bütün iktidarlar aynı sistem içinde çünkü. Din gibi, devlet gibi sistemin yarattığı bütün kurumlar da bu çarpışmanın içinde kendi tür şiddetlerini ortaya koyuyorlar.
Türkiye’deki bu erk savaşı sürerken kadın nerede?
Erkekler savaşının Türkiye’yi ilgilendiren yanı, bu savaşın kadın bedeni üzerinden yaşanması. Kadın bedeni de bir savaş alanı oluyor ve adamlar kadının üzerinde tepinerek aslında birbirleriyle savaşıyor. Birbirileriyle yaşanmak istenen ilişki yaşanmıyor çünkü. İlla homoseksüel bir ilişkiden bahsetmiyorum. Normal bir ilişki erkekler arasında kurulamıyor, yaşanamıyor gördüğüm kadarıyla. Üstelik kurmaya çalıştıkları ilişkileri de kadın bedeni üzerinden cinsellik ve şiddetle hayata geçiriyorlar. Türban meselesi, erk savaşının kadın üzerinden yürütüldüğünün bir göstergesi. Bu da tipik bir erkek patolojisini, erkeğin ne kadar acı çektiğini gösteriyor. Ben de kitapta erkeğin acısını anlatıyorum.
Nedir erkeklerin durumunu acıklı hale getiren?
Erkeğin durumu hiç iyi değil. Erkek olma baskısı çok fazla ve erkek ‘erkek’ olmak için sırtına yüklenenlerin altından kalkamıyor. Çünkü erkek olduğunu devamlı kanıtlamak zorunda. Kanıtlamazsa ‘erkek değilsin’ diyorlar. Bu büyük bir aşağılama erkekler için. Erkekler için hangisinin penisi daha büyük, hangisinin her anlamda iktidarı daha fazla olduğu büyük önem taşıyor. Sürekli bir erk arayışı var, çünkü erkeklik toplumda ötekine üstün gelmekle var ediliyor. Bir yandan sistem erkeği yaratıyor ama erkeğin erkek olması için de sistemin devam etmesi gerekiyor. Erkek bunun içinde debeleniyor. Kadınlara yöneltilen vahşet de erkeğin nasıl bir çıkmazda olduğunu, şiddete dönüşen bir korkunun avucunda kıvrandığını kanıtlıyor.
Kadının bu sistem içerisinde üç şekilde var olduğunu söylüyorsunuz. Nedir bunlar?
Bu sistem kadını yok görüyor. Bu, penisi merkez alan fallik bir sistem. Kadında ise onun yerine bir boşluk var. Onun için kadın bir boşluk olarak görülüyor. Öte yandan kadın bu sistemde bir şekilde kendine bir yer yaratma çabasında. Türban takarak yaratıyor, tayyör giyip Meclis’e girerek yaratıyor… Erkek kafasında boş ve düşman olarak görülen kadının hayatı çok tehlikeli bir konumda. Çünkü politikada, medyada, her yerde devamlı erkek metinleriyle yaşıyoruz. Ve bu erkek bakışını içselleştiren kadınlar var: ‘Tamam boşuz, erkeğin aşağısında bir yerdeyiz’ diyorlar. Bunlar, sessiz kalan, düzene böyle uyum sağlayan, erkeğin üstünlüğünü kabul eden ve köleliği (buna seks köleliği de dahil) kabul eden kadınlar. İkincisi ise sistem içinde kendilerine yer yaratan kadınlar. Kimi seçeneklerle örneğin profesör olarak ya da gazeteci olarak o sistemin içinde, o kurumların içinde senin de bir yerin oluyor. Ama ne kadar kadın kalırsın onu yaparken, o biraz kuşku verici. Üçüncüsü de yok olan, daha doğrusu yok edilen, öldürülen veya intihara itilen kadınlar. Ama ben daha radikal bir şeyden bahsediyorum: Sistemi yıkmamız gerektiğini, kendimize orada bir yer koymamız gerektiğini söylüyorum.
Kadın ‘Erkeğin yittiği yerde’ mi gerçek anlamda var olabilir yani?
Herhangi bir tarafın güçlenmesinden bahsetmiyorum. Çok daha radikal bir şeyden bahsediyorum. Tarafların olmamasından bahsediyorum. Erkeğin yittiği yer özlenen bir yer. Bundan kastım şiddet yanlısı güç için savaşan erkeğin yitmesi. Tüm bu debelenme, yani erkeklik ortadan kalksa, kadın da olmayacak. Çünkü erkek egemen bu sistemde kadın da kadın olmaya zorlanıyor. Erkek olmazsa kadın da olmaz. Hem erkeğin hem de kadının özgürleşebilmesi için toplumsal cinsiyet olarak ikisinin de ortadan kalkması lazım. Yani erkeğin yittiği yerde toplumsal cinsiyet olarak kadın veya erkek olmuyor; herkes birey oluyor. Tabii bu mümkün olabilir mi? Çok zor. Ama bu da benim metnim.
Üç kitapta erkek ve kadın imgesi…
‘Kar’ bir erkek metni. Anlatıcısı bir erkek, başkarakter bir erkek. Ama başkarakter Ka’nın roman boyunca çıktığı arayış, kendini bulma çabası, erkek olmanın temelindeki kaygıyı ve yitme duygusunu yansıtıyor. Yani ‘Kar’ın var olan erkekleri ‘yok’lar ve yoksunlar. Romandaki iki önemli kadın karakter İpek ve Kadife ise erkek kurgularına göre yaşayan kadınlar. Bu iki kadın, bir filmin, erkek tarafından kurgulanmış negatif ve pozitif hali olarak sunuluyor. Bu kadınlar için hayatta kalmanın en işe yarar şekli verilmiş modellerden, rollerden birini üstlenmek. Ama her iki kadın da o donmuş, merkezden uzak Kars şehrinde kalakalıyor.
‘Amat’ ise daha fantastik öğelerle geriye bakan ve içine hiç kadını sokmayan bir roman. Görünürdeki tek kadın gemideki tahtadan oyulmuş kadın figürü. O da yapay olan, tasarlanmış, erkeklerce kurgulanmış bir kadın. Ama ben yakın okumayla şöyle bir kanıya vardım: Aslında metni anlatan bir kadın. Anlatıcının çok kadınsı bir duruşu var: Hiç ‘ben’ demeyen, devamlı başka metinleri kendine referans alarak kendini güvenceyi alıp bir şeyler söyleyen bir anlatıcı. Bu sebeple ‘Amat’ birçok açıdan çok kadınsı bir metin. Tümüyle erkek görünen bir metinde anlatıcının kadın sesi, bence müthiş bir ironi yaratıyor. Ki ‘Amat’ta da zaten, o var olan erkekler ölü erkekler. ‘Kar’da da aynı şey var: Başkarakter Ka’nın öldükten sonra hatırlanması. Bu erkekler, erkek olma sürecinde, erk sahibi olmak için verilen savaşta yitip gidiyorlar.
‘Baba ve Piç’te ise farklı kuşaklardan birçok kadın karakter var. Erkek karakter yok. Çünkü yaşamıyorlar. ‘Baba ve Piç’te tüm erkekler 40’ına gelmeden ölüyor. Bir kadın yazar bu sorunsalı erkeklerini yaşatmayarak çözüyor. Belki sorunsalın farkında değil; peki farkında olan kadın yazar nereye kadar gidebilir? Bir yerde tıkanıp kalıyor bu roman. Kadın karakterler hep ikircik durumlarda yaşıyor. Erkek egemen sistem kadınları da birbirine düşman ediyor. Anne-kız arasında rekabet yaratıyor, ilişkileri anormalleştiriyor. Güçlü bir karakter olan Zeliha kızıyla çok utangaçça bir ilişki kuruyor ama o da kopuyor. İki kadın, Asya ve Armanuş bir an bir birliktelik yaşayabiliyor ama Elif Şafak gerisini getiremiyor. İkisi romanın sonunda yokoluyor.
Mine Akverdi
Subscribe
0 Comments
oldest