Egoist okur

“Bolaño-okuyucu ilişkisinde ilk görüşte aşk yoktur!”

Roberto Bolaño’nun 2666 adlı dev romanını kusursuz bir şekilde çeviren Zeynep Heyzen Ateş’e bir çevirmen olarak en çok neden şikayet ettiğini soruyorum. Tabii Bolaño’dan yeterince bahsettiğimize kanaat getirdikten sonra… Halbuki fark ediyorum ki bu aslında bir çevirmene ilk sorulacak soru. Yaşadıkları bu kadar zorluğa rağmen inatla çeviri yapmayı sürdürmeleriyse hayranlık uyandırıcı.

Şöyle cevap veriyor Ateş: “İnsanlar kitap okumuyor. Edebiyat dünyasının en büyük sorunu bu. Kitaplar satılmıyor. Korsanın önüne geçilmiyor. Oysa 70 milyon nüfuslu bir ülkede her kitap en az on bin basılabilmeli. Bunlara nasıl çözümler üretilebilir bilmiyorum. Çevirmen olarak paranızı alamadığınız da oluyor. Bir kitaba dört ayınızı veriyorsunuz. Etiket fiyatı 15 TL’den 2000 tane basılınca kazandığınız para ayda 1000 TL bile etmiyor. Yayınevleri de haklı, o 2000 bile satmıyor bazen. Sözlü çeviride yeri geliyor iki günde o parayı kazanıyorsunuz ama.”

Ve ben sormadan getiriyor devamını: “Deli misin, öyleyse neden hâlâ kitap çeviriyorsun diyeceksiniz. Özgürlük meselesi. Yersiz yurtsuz olmayı seviyorum. Kimsenin kahrını çekmemeyi seviyorum. Şimdilerde çevirdiğim kitapları dengelemeye özen gösteriyorum. Yani altı-sekiz ayda bitecek bir kitabın yükünün altına gireceksem önceden kolay bir iki kitap çevirip aç kalmamaya çalışıyorum. En olmadı Türkiye’den daha ucuz bir yerde yaşayan bir arkadaşımın yanına gidiyorum. Afrika ideal. Çevirmenliğin verdiği özgürlük bu. Buradan da yaparım, Umman’dan da yaparım. Priz ve internet olan her yerde çalışabilirim. Şimdi Proz gibi siteler sayesinde Avrupalı firmalara bile oturduğunuz yerden iş yapabiliyorsunuz. Ama SSK ve iş güvencesi gibi meselelerin şimdilik bir çözümü yok. Yarın elimde çevirecek kitap olmazsa, aç kalırım. Olacağını da hele Türkiye koşullarında, kimse garantileyemez.”

Gülenay Börekçi

roberto bolano zeynep heyzen ates pegasus gulenay borekci 2

Bolaño’nun üzerine gidilmesi gerektiğine inandığı konular, sağ-sol meselesinden biraz daha farklı…

Çevirmen ve yazar olarak geçmişinizi anlatır mısınız?

Çevirmenlik maceram aslında on sekiz yıl önce İKSV’de mihmandarlıkla başladı diyebiliriz. İlk sözlü çeviri işim de Alberto Garutti’nin basın toplantısıydı. Nereden nereye.. İlk göz ağrım; hâlâ İspanyol müzisyenlerin çevirmenliğini yapıyorum. Aynı dönemlerde lise çıkışı haftada iki gün çeviri bürosunda çalışırdım. Haftanın üç günü de Aslıhan pasajında bir sahafta. Ardından lisans, yüksek lisans yurt içi yurt dışı, bir sürü üniversite, kurum, kuruluş. Ama diplomalarınız ne kadar süslü olursa olsun, Türkiye’de iş bulmak kolay değil. Uzun bir işsizlik döneminin ardından tesadüfen, AND diye bir yayın grubunun dergilerine yazmaya başladım. Yazılarım beğenildikçe yazdığım dergilerin sayısı arttı. Sonra da dergilerden ikisinde köşem oldu. Biri Kaybolan Nesneler diye bir köşeydi, Tahta mandallar, dolmakalemler gibi nesneler üzerine yazardım. Diğeri Edebiyatta Şehirler’di. Şehirler, sonradan Skylife ve Voyager macerama ön ayak oldu. 2002 ya da 2003’te Radikal’e de yazmaya başladım. Ama ofiste çalıştığım süre bir ayı geçmez. İkinci ayımda cebimde 200 dolardan az parayla basıp Afrika’ya gittim, sonrası da hep böyle devam etti. Her neredeysem oradan Radikal’e ve çeşitli dergilere yazmayı, İngilizce, İspanyolca ve Fransızcadan makale ve haber çevirmeyi sürdürdüm. Türkiye’den ucuz oldukları için Arjantin’e ve Peru’ya taşındım. İş çıktıkça İngilizce-İspanyolca arasında da çalışmaya başladım. Teliflerden kazandığım parayla Türkiye’de geçinemezdim (cebime giren para ayda 600 tl ya vardı ya yoktu) ama o dönemde Güney Amerika’da rahat rahat yaşıyordunuz. (Kiram elli dolardı, düşünün…)

Peki ya kitap çevirmenliği?

O da tesadüf aslında. Kelebek yayınevinden Marian Keyes çevirir misin diye bir teklif geldi. O zaman “çiklit” jargonunu pek bilen yoktu. İsim yapmış çevirmenler böyle romanlarla zaten ilgilenmiyorlardı, ama bu romanlar aslında öyle pembe dizi denilip geçilecek kadar eften püften şeyler de değildi. Ben işi ciddiye alınca ortaya iyi satan, iyi çeviriler çıktı. Hakkını yemeyeyim, bütün bu süreçte yayınevinin sahibi Yıldıran Bey’in bana çok emeği geçti. Kelebek battığında çevirilerim diğer yayınevleri tarafından alındı ve herkesle çalışmaya başladım. Sonrası disiplin meselesi. Saat 9’da bilgisayar başına otururum ve beşten önce kalkmam. Ama kimi zaman Kuzey denizine bakan bir kafeden yaparım bunu, kimi zaman boğaza karşı. On yıldır böyle. (Bir tek Vietnam’da ve Fas’ta sorun yaşadım. Her yerde internet var ama kahvelerde priz yok. Hiçbir yerde priz yok. Bana çok ilginç gelmişti. Elektrik pahalı olduğu için herhalde.) Genelde 8’den 12’ye kadar da okunacak şeyleri okurum veya düzeltme yaparım. Bunca yıl içinde en kötü günümde bile yazıları ve çevirileri zamanında yetiştirmişimdir. Babam hastaneye kaldırıldığında, başucunda, kucağımda bilgisayar kitap çeviriyordum çünkü hastane masrafının bir şekilde çıkması gerekiyordu. Yaptığınız iş kadar para kazandığınızda ve başkalarının sorumluluğu sizin üzerinizde olduğunda o disiplini kaybetmiyorsunuz. Kaliteyi de düşürmüyorsunuz çünkü düşürürseniz sizin yerinizi alacak yüzlerce kişi var.

Sanıyorum Bolaño’nun 2666’sının çevirdiğiniz tüm kitaplar içinde ayrı bir yeri var sizin için. Bolaño’yu nasıl anlatırsınız?

Bir yayınevinin editörlüğünü yapıyordum eskiden, Bolaño’nun haklarını almayı çok istedim ama çok yeni bir yayınevi olduğumuz için o zaman alamadık. Öyle bir metni İspanyolcadan Türkçeye çevirebilecek benim bildiğim üç çevirmen var, biri –ve en genci- benim. Metis alsaydı bana vermezdi, Pegasus bana o şansı tanıdı. Her şey olacağına varıyor. Bolaño’yu sevmek kolay değil. Çeviri tamamlanırken ilk okuyanlardan biri Tarkan’dır (Çeper). Çevirimde en çok emeği olan kişilerdendir. Ben bu Bolaño’yu hiç sevemedim demişti ilk okuduğunda. Sonra elinden bırakamaz oldu. Hoşlanmayan insanlara şunu söylüyorum. Okudunuz, hoşlanmadınız, eyvallah, bir kenara kaldırın. Birkaç yıl sonra bir daha deneyin. Çünkü Türk ya da yabancı, biraz zaman tanıdıktan sonra ısınan çok okuyucu biliyorum. İlk görüşte aşk, Bolaño-okuyucu ilişkisinde ender bir durum. Tanıdıkça, parçaları yerine oturttukça seviyorsunuz.

Tanıdığım birkaç tutkulu Bolaño okuru var ve onlar bana şunu düşündürüyor. Bu adamla ilgili olarak “biraz” kelimesi kullanılamaz. Yani onu biraz sevemezsin… Ne dersiniz?

Bu sorunun cevabı, 2666’yı tek bir kitap gibi mi yoksa beş kitap gibi mi değerlendirdiğinize bağlı. 2666’yı okuyanların yazışmalarına, tartışmalarına, yorumlarına baktığınızda (New Yorker 2666 okuma ayı yapmıştı, derginin arşivinde duruyordur, orada çok ilginç yorumlar ve tartışmalar var örneğin) 5 kitaptan bazılarını “çok” bazılarını “biraz” sevdiklerini görüyorsunuz. Eser çok uzun bir zaman diliminde tamamlandığı için biçimsel farklılıklar var. Konular için de aynısı geçerli. Yahudi bir eleştirmen, beşinci kitabı okuduktan sonra hüngür hüngür ağladığını yazabiliyor. Geldiğiniz yere, baktığınız yere, bagajınıza bağlı.

Daha önce yazdığınız bir yazıda Julio Cortazar’la karşılaştırıyorsunuz onu. Kimilerine göre de zaten son 20 yılın en önemli yazarı. Sizce neden?

Peru’nun geleneksel yemeklerinden biri Cuy Picante’dir. Baharatlı kobay faresi. İnsanlar, tadı nasıl diye sorduklarında, tavuğa benzer diyorum. Dürüst olalım, pek de benzemiyor aslında. Ama referans olarak kullanabileceğim fazla bir şey yok. Bolaño-Cortazar da aynı şey. En çok ona benziyor mu demeli? Ya da “Marquez’e hiç benzemiyor”? (Ama o zaman da okuyucu kaybediyorsunuz. Şaka değil.)

Çok fırtınalı yaşamış. Hem politik olarak son derece aktif bir muhalifmiş, hem de özel hayatında cüretkar biri… Fakat okumaya ve yazmaya sanıyorum hiçbir zaman ara vermemiş. Nasıl bir hayat onunki?

ABD’de çok garip tartışmalar oldu bu konuda. Ama onlara gelmeden şunu belirteyim, Bolaño’nunki bence örneğin Neruda’nınki gibi bir politik tavır değil. Evet, Allende taraftarı, evet, Pinochet karşıtı –ve sözünü sakımayan bir aktivist- ama onun politik meseleleri, üzerine gidilmesi gerektiğine inandığı konular, sağ-sol meselesinden biraz daha farklı. İnsanlık suçları, işkence, namus cinayeti ve Nazi’ler gibi konular onun için daha önemli. Güney Amerikalı biri neden Naziler ve İkinci Dünya Savaşı’na bu kadar kafayı takmış demeden önce durup bir düşünün -Naziler arasında kaçabilenler Güney Amerika’ya sığınmışlardı ve bu ülkeler kapılarını onlara açtılar. Bolaño bunu unutturmayan yazarlardan. Para uğruna, çıkar uğruna, Nazilerin saklanmasına izin vermenin bu ülkelerin tarihine sürülen kara bir leke olduğunu tekrar tekrar söyleyen yazarlardan. İnsanların utanmadan “toplama kampları öyle yerler değildi, hepsi Yahudilerin propagandası” diyebildikleri bir çağda yaşıyoruz, Bolaño gibi yazarlar öyle olmadığını ısrarla hatırlatmayı görev kabul eden kişiler. Aynı hatalara düşmemenin tek yolu bu çünkü. Uyuşturucu-Bolaño ilişkisi çok konuşuldu. Malum, Amerikalılar skandal ve dedikodu seviyorlar. Yazarları tanrılaştırmamak gerek. 2666 bir başyapıt, ama bu, Bolaño’nun mükemmel bir insan olduğu/olması gerektiği anlamına gelmiyor.

Sizin 2666’yı çevirmeniz neredeyse gözü kara diyebileceğim bir hareket. Çok uzun olmasının yanı sıra çok zor bir metinden bahsediyoruz. Üstelik yazarının son noktayı koymadığı, yani tamamlayamadığı bir metin bu? Nasıl göze aldınız?

Bolaño bana teklif edildiğinde hazırlıklıydım. Uzun zamandır kitabın peşinde koşuyordum derken ciddiyim. En büyük şansım bu oldu. Zaten Bolaño yazıp çizip duruyordum -Metis’in kitabının eleştirisinde de benim imzam vardır örneğin- ama metni çok iyi bildiğim halde bitirmek neredeyse iki yılımı aldı. Noktalama işaretleri ciddi bir sorundu, tırnak işaretleriyse daha da ciddi bir sorun. Sadece konuşma çizgisi veya tırnak işareti kullanarak bu metni bin kat kolaylaştırabilirsiniz. Bir iki yere virgül koysanız okuyucunun üstünden büyük bir yük kalkar. Bir iki virgül ekledik, ama bunun dışında orijinal formata sadık kalmayı seçtim. Para ise apayrı bir sorundu. Bir daha bu tür bir işe soyunmakta tereddüt edecek olmamın nedenlerinden biri de budur. Hiçbir yayınevi, size çıkarıp da iki yıllık masrafınızı karşılayacak para vermiyor. Gerçekten gönül verdiğiniz için bu tür projeleri kabul ediyorsunuz. 2666’nın kahrını en çok annem çekti bu anlamda. Otuz yaşında hâlâ anneniz size bakıyorsa artık tutkularınızı gözden geçirmenizin zamanı gelmiş demektir. Bir daha ona bunları yaşatır mıyım, bilmiyorum.

Kitabı orijinalinden yani İspanyolca’dan çevirdiniz. Bu süreçten söz eder misiniz?

İspanyolca benim en rahat ettiğim yabancı dil. Yıllardır Türkiye’ye gelen politikacı, müzisyen, iş adamı kim varsa çevirmenliğini yapıyorum. İspanya’da özel projelerde İspanyolcadan İngilizceye çalışıyorum. Dilin İspanyolca olması benim lehime işleyen bir durumdu. Joyce’u İngilizceden çevirebilir misin dersen, çeviremem. Ama İspanyolcasından şansımı deneyebilirim.

Bolaño külliyatını tamamlayacak mısınız?

Bolaño külliyatında bana bu kadar çarpıcı gelen başka eser yok. Ölümünden sonra müsveddelerden bir kitap daha yayındılar (El Tercer Reich. Üçüncü Reich.) ama ben ısınamadım. Entre Parantesis (Antrparantez) veya Putas Asasinas (Katil Fahişeler) olabilir.

Şu an neler çeviriyorsunuz ve gelecekte neler çevirmeyi istiyorsunuz, planlıyorsunuz?

Bana en heyecan veren projeler şu an için Stephen King ve Toni Morrison. Matilde Asensi çevirmek istiyorum ama Türkçede okuyamayacağız her halde, Planeta 5000 avrodan aşağı teklif kabul etmiyordu en son. Bizde tanınmayan bir yazara da o parayı vermek zor. İspanya’dayken yeni keşfettiğim bir iki isim var ama telifleri daha alınmadığı için yazmayayım. Villalobos’u çevirmeyi isterdim, (Fiesta En La Madriguera son yıllarda yazılmış en çapıcı İspanyolca eserlerden biri.) Hangi yayınevi aldı, kim çeviriyor bilmiyorum ama hakkının alındığını biliyorum. Bittiğinde güzel bir kitap okuyacaksınız.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

1 Comment
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
11 years ago

2666 romanının güzelliğini tanımlayamam. Çeviren kişinin emeği ödenemez, hakkı hiç ödenemez. Bu yüzyılın bütün yangınlarıyla, bütün külleriyle ve acısıyla, tam ortasından doludizgin bir dille geçen Bolano’yu ve 2666’yı Türkçede tam kıvamında canlı kıldığı için tekrar teşekkür etmeliyiz Zeynep Heyzen Ateş’e.