Egoist okur

Eleştirmen zaafları

Arkadaşım Tolga Meriç’le genellikle hafta sonları buluşup çay içiyor, arada da en çok edebiyat konuşuyoruz. Çok yazı malzemesi çıkıyor ama mahalle baskısı mı demeli, otosansür mü bilmem, nedense yazmayı ihmal ediyoruz. Tehlikeli sulara girdiğimiz de oluyor… Dün bir karar aldık ve ne çıkarsa diyerek kayıt cihazını çalıştırdık. Son günlerin pek popüler Barış Bıçakçı eleştirilerinden başladık, yayınevlerinin hep yakınılan baskıcı tutumuyla devam ettik ve eleştirmenlerin hangi kıstaslarla yazdığı meselesine dair hissiyatımızla bitirdik. (Dedikoduları ayıkladık tabii, her şey her yerde söylenmez çünkü.)

Bakalım okuyunca,  Egoist Okur’un 5 ÇAYI başlıklı yeni bölümünün ilk sohbeti için siz ne düşüneceksiniz…

5 cayi tolga meric gulenay borekci egoistokur

Gülenay Börekçi + Tolga Meriç

Kolay gaza gelme eğilimimizi, kitap eleştirmenlerinin zaaflarını ve yayınevlerinin alınganlıklarını konuştuk

Gülenay: Eleştiri yok deyip duruyorduk, arka arkaya eleştiri yazıları çıkıp duruyor. Mesela “Seyrek Yağmur” için yazılanlar…

Tolga: Fakat bu sefer de fazla arka arkaya yazıldı. Barış Bıçakçı’nın şiirin tuzağına eninde sonunda düşeceği önceki kitaplarından da belliydi.

Gülenay: İlk sen söylemiştin bunu, Yangında İlk Kurtarılacaklar röportajında…

Tolga: İşte bunu fark edemeyenler, bundan kuşku duymak bir yana o şiire ayılıp bayılanlar, şimdi kendi okurluklarını eleştiriyle temize çekme gayretinde olabilirler. Hatta kötü okurluklarının üzerini örtmeye çabaladıkları bile düşünülebilir. Çünkü Bıçakçı’nın önceki kitaplarına hâlâ toz kondurmadıklarını görüyoruz. Bir de, eleştirilerin böyle peş peşe çıkışında, neredeyse hiç adam yerine konmamış kitap tanıtım yazarlarının, beğenmediğini nihayet söyleyebilme coşkusuna kapıldıklarını seziyorum. Fakat bu anlaşılır sevincin, geçmişteki halimizle denge içinde olması gerektiğini de düşünüyorum. Örneğin, daha önce “Barış Bıçakçı’yı sevgiden öldürsem acaba kaç yıl yerim?” diye yazmış birinin bugün o yazarı eleştirmesinde karmaşık bir durum yok mu sizce? Demek ki, sadece geçmişteki okurluğumuzla değil, geçmişteki eleştirel yaklaşımımızla da bağlıyız. Fakat bu yaklaşımın ne kadar bizim kontrolümüzde olabileceğini siz söyleyin. Bir sürü edebiyat dergisi, kitap eki yönettiniz. Dergilerin, kitap eklerinin eleştiri kaldırma eşiği nedir? Reklam veren yayınevlerinin eleştiri yazılarından sonra reklam çekme cezası kestiklerini duyuyoruz. Bu tür tavırlar eleştirel yaklaşımımızın gelişmesini ne kadar etkilemiştir?

Gülenay: Öyle bir şey var gerçekten, ufacık bir dokundurmadan sonra bile sana bozuk atabiliyorlar, duygu sömürüsü yapanlar da çıkıyor, en basitinden “Bu kitaptan kaç kişi ekmek yiyor, haberin var mı?” sorusuna muhatap oluyorsun. Ama yayıncının alınganlığı istenirse aşılabilir bir şey. Gördüğün gibi aşılıyor da. Yayıncı bile farkında; ne övgüler kitap satışlarını arttırıyor, ne de olumsuz eleştiriler bir düşüşe yol açıyor. Aşılamayan şey, ordu halinde hareket etmeye mecbur hissetmemiz. Arkadaşlarımızdan fazlaca etkileniyor, fazlaca gaza geliyoruz. Barış Bıçakçı için “Onu sevgiden öldürsem kaç yıl yerim?” yazan kişiyi örnek verdin. Benim aklıma da “Elif Şafak artık yazmasın” diyen eleştirmen geldi. Hiçbir yazar eleştiriden muaf olamaz, derdim bu değil. Coşkunun iki tarafı keskin bıçak olduğunu söylemeye çalışıyorum. Eleştiri, coşku kaldıracak bir iş değil, makul miktarda soğukkanlılık gerektiriyor. Göklere çıkarırken karşısındakinden, yerin dibine sokarken kendinden büyülenenlerin yazılarını eleitiri adı altında okumak istemiyorum şahsen. Bu türden “duygular şelale” yazıları bir de şuna sebep oluyor: Aynı suyun içinde akmak istemediğin için sen de artık yazmıyorsun.

Tolga: Sözünü ettiğiniz coşkunun olumlu olanı, galiba en yıpratıcı olanı. Neden kapılıyoruz o olumlu coşkuya sizce?

Gülenay: Yalnız kalmamak için, arkadaşlıklarımız sürsün diye, beğendiğimiz biri bizi beğensin diye, ne bileyim bi’ sürü sebep olabilir. Yazarlarla ilişkimiz de etkiliyor. “Bu adamla veya bu kadınla ahbaplığım var, onunla aynı siyasi geçmişten geliyoruz, oturup aynı masada rakı içmişiz, gülmüşüz, dertleşmişiz” bilgisiyle kağıda kaleme sarılan eleştirmen, o yazarın kitabına “abisinin, kardeşinin çocuğu” gibi bakıyor, kıyamıyor yani. Yerin dibine batırmalardaysa bu ölçü tersine işliyor. O yazarla hiçbir münasebetin olmamışsa, hele ortamlarda sevilen, takdir gören bir yazar değilse, özgürce yerden yere vurabiliyorsun. Bazen de haset giriyor devreye. Şahsen Orhan Pamuk eleştirilerinde belirgin bir şahsi ve milli haset seziyorum. Âşık olduğu kişi tarafından terk edilmiş de yarası ömür boyu geçmemiş saplantılı tipleri andırıyorlar. Sosyal medyada da avuçlar patlayıncaya kadar alkışlanıyorsun nasılsa, vur gitsin. Bazıları buram buram kötülük kokuyor. Hele Nihat Genç’in son yazısı utanç verici, bana göre mide bulandırıcılıkta bir zirve. Bilmem ki sen ne dersin?

Tolga: Şu yazarlara duyulan aşk meselesini bence başka bir 5 Çayı’nda mutlaka ayrıca konuşalım… Kibir, haset, göklere çıkarma, kıyamama meselelerine gelince… Evet, bu duyguların hepsi geçiyor kitap yazılarından. Ve aslında adlarını koyduğumuz anda apaçık görüyoruz: Bu duyguların değil eleştiri yazmakla, kitap okumakla bile ilişkisi olamaz. Oldurmaya çalışılınca da sonuç ortada işte… Son bir şey daha var aklıma gelen: Peki editörler ne kadar eleştirel yaklaşım sahibi? Barış Bıçakçı’ya basılmadan önce kitabı hakkında yayınevinden nasıl bir görüş bildirdiler, merak ediyorum mesela. Ya da yayınevi “olmamış” dediği için kitabını geri çeken, tekrar yazan bir yazar duydunuz mu siz hiç?

Gülenay: Yok, duymadım. Ama şunu duydum. “Falanca yazarın yeni romanı mayısta teslim etmesi gerekiyor, bak nisan geldi, başlamadı bile, gezip duruyor” diyen editöre “Gelecek yıl okur muyuz” diye sorduğumda, “Yok yahu, ben onu çalıştırmasını bilirim, kitap mayısa yetişecek” diye cevap vermişti. Ve kitap haziranda çıkmıştı. Bilmiyorum, Simenon haftada bir roman yazıyormuş, demek herkes Simenon olmaya aday.

Tolga: Sinirlerim bozuldu. “Ben onu çalıştırmasını bilirim” cümlesi unutulacak gibi değilmiş. Aklıma geldikçe gülerim ben buna. Böyle gülerek mi bitirsek acaba? Bu konuşmaları yaparken kendimize de güldüğümüzü ekleyerek hatta.

Gülenay: Anlaşılan daha sık buluşacağız. Ha bu arada, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa “ derler, bizimki ona benzemesin hakikaten. Bir gün kendimize de saplayalım şu çuvaldızı.

Gülenay Börekçi + Tolga Meriç

21 Şubat 2016

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments