50 parlak mimarlık fikri
En büyük tutkusu mimarlık olan İngiliz yönetmen Peter Greenaway’le 1990’ların sonunda bir röportaj yapmıştım. Sanırım “The Belly of an Architect” filmini gecikmeli bir şekilde seyrettiğim zamanlardı. Mimarinin niçin en üstün sanat dalı olduğunu şöyle anlatmıştı: “Sizi rahatsız eden bir müziğe katlanmak zorunda değilsiniz. Ya o müziğin işitildiği mekândan çıkıp gidersiniz ya da sesini kısarsınız. Aynısı resim, tiyatro ve sinema için de geçerli. Ama ya mimari! İçinde bulunmayı seçtiğiniz ya da seçmediğiniz her binada onun inşa ediliş biçiminin izlerini görür; etkilerini sadece ruhunuzda ve zihninizde değil, tüm vücudunuzda yaşarsınız. Sokaktayken de öyle. Bir binanın güzel, dengeli, dayanıklı, işlevsel ve uyumlu olduğunu düşünmeyebilirsiniz, yine de her şehrin, sokağın ve binanın sizde uyandırdığı his başkadır. Mutlu da eder, ıstırap da verebilir… Mimari, evinizdeyken bile yakanızı bırakmaz; kaçamazsınız!”
Klasik mimarinin başkenti addedilen ve sanat tarihçilerinin “Tüm parçalarının ahengi öylesine kusursuz ki, bozmadan bir şey eklenemez, çıkarılamaz veya değiştirilemez” dediği Roma’dan henüz gelmişken, üstelik elimde Domingo Yayınları’ndan çıkan “Gerçekten Bilmeniz Gereken 50 Mimarlık Fikri” adlı bir kitap varken, Greenaway’le o röportajımızı hatırlamam normal. Mimarinin izlerini eski Yunan ve Roma uygarlıklarından başlayarak Gotik’ten Rönesans’a, Barok’tan Rokoko’ya, Art Nouveau’dan Bauhaus’a, gökdelenlerden high-tech akıllı binalara ve günümüze kadar takip eden bu kitaptan söz edeceğim size…
Rotterdam’ın çarpık ve güzel evleri…
Mimariden kaçamazsınız!
Domingo Yayınları etiketiyle çıkan “50 Mimarlık Fikri”, Mısır piramitlerinden Guggenheim Müzesi’ne mimarlık tarihindeki büyük fikirler, göz alıcı başarılar ve bunların ardındaki yaratıcı zihinlerle tanıştırıyor bizi. İlk bölümü, eski Yunan’dan 19’uncu yüzyıl sonlarındaki devrimsel gelişmelere mimarinin zengin geçmişini araştırıyor. İkinci bölümse, bir alışılmadık fikirler patlamasıyla gelişen modernizm ve sonrasına ayrılmış. Yazarı Philip Wilkinson’a göre bu fikirler patlamasının özünde, geçmişe sırt dönülmesi suretiyle üslubun azaltılması ve beton, cam, çelik gibi malzemelerin yükselişi var. Günümüzün eğilimleriniyse birkaç cümlede özetlemek biraz güç, zira mimarlar hararetle bundan sonra nereye gideceklerini araştırıyorlar. “Mimarlık geçmişte nadiren bu denli çeşitlilik ve potansiyel içermişti” diyor Wilkinson.
Özetle, bir binanın ne zaman sadece bir bina, ne zaman sanat olduğunu kestirebilmek, çoğu zaman bakıp geçtiğimiz binaların ardında yatan birikim ve estetiğin farkına varıp iyi tanıdığımızı sandığımız sokaklara başka bir gözle bakmak ve mimari tercihlerimizin yüzyıllardır yaşam tercihlerimizle nasıl örtüştüğünü anlamak için harika bir rehber var elimizde. İşte o rehberden seçtiğim birkaç ayrıntı…
Doğanın gücü ve hanımelleri
18’inci yüzyılda daha “doğal” bir yaklaşımı benimseyen İngiliz bahçe tasarımcılarının öncülüğü ve şair Alexander Pope’un teşvikiyle yeni bir anlayış ortaya çıktı. Genius Loci denen ve etkileri bugün de süren bu anlayış, doğaya ve toprağın ruhuna saygılı binalar ve bahçeler inşa edilmesini öngörüyordu. Pope, Fransızların aşırı üslupçu bahçe tasarımlarının insan ruhuna iyi gelmediğini yazıyordu. Böylelikle İngiliz taşra evleri sarmaşıklarla bezenmeye, bahçelerindeki küçük köşkler ve kameriyelerin etrafında güller, hanımelleri yetiştirilmeye başladı. Doğayla bağlarımızın kopmaya yüz tuttuğu şu günlerde psiko-coğrafya uzmanlarından çevre korumacılara kadar herkes için Genius Loci hâlâ güçlü bir ruh.
Güzel şehirler, bahçekentler
Bir diğer ilgi çekici akım, 1870’lerin Amerika’sında ortaya çıkan City Beautiful, yani güzel şehir oldu. Sanayileşmenin etkilerini bertaraf etmeyi amaçlayan bir grup mimarın başlattığı bu akım, şehir meydanlarını ve sokaklarını düzenlemeyi amaçlıyordu. Önemli olan artık yalnızca binaların stili değil, onların yerleştiriliş biçimiydi de. Böylece çağdaş anlamda kent planlaması kavramı gelişmeye başladı. City Beautiful’un en hararetli savunucusu mimar Daniel Durnham, 1909’da Chicago’yu yeniden düzenlemeye karar verdi. Bu sayede hem parklar, meydanlar, bulvarlar, yeni çiçeklenen gökdelenlerle kaplı şehir daha güzel görünecek hem de trafik sorununu ortadan kalkacaktı. Bu arada dönemin hızını alamayan mimarları metal ve camı birleştirerek olağanüstü güzellikle binalar yapmayı da ihmal etmediler.
Bahçekent Hareketi’nden de söz etmek isterim. 19’uncu yüzyılın sonunda bir grup reformcu ve toprak sahibi, sırf zenginler için değil sıradan insanlar için de düzgün konutlar tasarlamaya karar vererek geniş bahçeleri olan ferah yerleşim alanları yarattı. Bu ilk “bahçe banliyöler”in ardından Avrupa’da birçok şehrin yeniden inşa edilmesini amaçlayan tasarımcı Ebenezer Howard öncülüğünde Bahçekent Hareketi başladı. Geniş yeşil alanlar, ferah mekanlar, kıvrımlı yollar, süt çiftlikleri ve sanat harikası kamusal tesislerle inşa edilen bahçekent insanları sıkışık mekanlar ve ağaçsız sokaklardan kurtarmak adına devrimci bir adım oldu.
Frank Lloyd Wright’ın ünlü Şelale Evi
Organik mimarlık
“Organik mimarlık” adlı akımın yaratıcısı olan Frank Lloyd Wright, “İnsancıl niyetlerle yapılan her bina, toprakla uyumlu hatta toprağın temel bir öğesi olmalıdır” demişti. Bu amaçla çok özel evler yarattı. Hayatı romanlara, filmlere de konu olan Wright inşa ettiği binalarda tabiatın dört ana elemeni olan ateş, hava, toprak ve suyu kullanmayı amaçlıyordu. Toprak, daha doğrusu bahçe zaten vazgeçilmeziydi. Kendi buluşu olan özel havalandırma sistemi ise içerisiyle dışarısı arasındaki kopukluğu ortadan kaldıran bir unsur oldu. Ateşi, yani ocağı yuvanın merkezi sayan ünlü mimar evlerinin çoğunu merkezde bir şömine etrafında planladı, ev sakinlerini ateşin sıcaklığına ve davetkârlığına yönlendirdi. Yine temel elementlerden suyu da tasarıma dahil etti. Mesela en meşhur eserlerinden sayılan ve çağıldayan su sesinin bir an bile eksik olmadığı Şelale Evi’ni doğrudan bir akarsu üzerine inşa etti. Bunun dışında da her evin içine minik su kanalları ve işlevsel havuzlar ekledi.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest