50 yaşında bir ölümsüzlük elbisesi: YANIK SARAYLAR
Sevim Burak’ın ölümsüz eseri “Yanık Saraylar”, 50. yaşını kutluyor… Böyle sıradan bir cümleyle başladığım bu girizgâhın devamında sizinle, güzel bir kadının sıra dışı yazım dünyasının kapısını aralayacağız. Ve bunu belki de onun öyküleri üzerine yapılan en kapsamlı incelemenin mihmandarlığında gerçekleştireceğiz.
Sevim Burak için “O, benim annelerimden biri” diyen akademisyen Seher Özkök’ün Sentez Yayınları’ndan çıkan “Yaşama Teğelli Öyküler: Sevim Burak’ın Öyküleri Üzerine Bir İnceleme” kitabından söz ediyorum.
İşte Sevim Burak’ın öykülerinin içinde kaybolanlara yollarını bulmaları için bir rehber. Biz Egoist Okur’lar, 50. yılı böyle kutluyoruz.
Dilek Atlı’dan yine öykü tadında bir röportaj okuyoruz
Boğaziçi Üniversitesi’nde doktora öğrenimine devam eden Uludağ Üniversitesi Türk Dili Bölümü Okutmanı Seher Özkök, kaleme aldığı “Yaşama Teğelli Öyküler: Sevim Burak’ın Öyküleri Üzerine Bir İnceleme” kitabında psikalanaliz ve dil üzerinden Burak’ın “Yanık Saraylar”, “Afrika Dansı”, “Everest My Lord” adlı öykü kitaplarını ele alıyor ve Burak’ın bir kadın, bir Yahudi, kısaca bir öteki olarak topluma duyduğu isyanını toplumun can damarı olan dilini yıkarak gerçekleştirdiğini ifade ediyor.
1965’te ilk öykü kitabı “Yanık Saraylar”la edebiyat dünyasına giren Sevim Burak’ın öykülerindeki şiirsel dizgi, büyük ve küçük harf kullanımı, (-) tireler, (/) slaşlar, metaforik kullanımlar ve diğer yıkıcı darbeler, Sigmund Freud, Jacques Lacan ve Julia Kristeva’nın izinde okumalarla kitapta yer buluyor. İşte o andan sonra okuyucuya bambaşka bir dünyanın kapıları açılıyor. Sevim Burak’ı iştah ve sevgiyle okuyup anlamakta güçlük çekenler, neden soruları içinde kaybolanlar, gözlerinin önünü kaplayan sisin ardındaki muazzam güzellikleri keşfettikçe bir ruhun, bir dehanın önünde saygıyla eğiliyor.
“Burak’ın kadınları mekanlarla var olabiliyor…”
Seher, terzilik yapan Sevim Burak’ın yazdığı metinleri perdelere iğnelemesinin, mesleğiyle edebiyatı birleştirmesinin, onu ne kadar etkilediğini vurgulayarak başlıyor söyleşimize. Sonra devam ediyor: “Bence Sevim Burak ölmedi, metinleriyle yaşamayı sürdürüyor. Onunla ilgili yazılmış başka kitaplar da var ama ben “Yaşama Teğelli Öyküler” kitabında Sevim Burak’ın metinleri üzerine yapılan bir inceleme sunuyorum okuyuculara.”
Tam bu sırada “Yanık Saraylar”ın sayfaları açılıyor ve ilk öykü, “Sedef Kakmalı Ev”, bizi selamlıyor. Bursa’nın Osmanlı’dan kalma en güzel hanlarından biri olan Koza Han’da çaylarımızı yudumlarken karşımda oturan Seher Özkök’e soruyorum:
Sedef Kakmalı Ev öyküsünün kahramanları Nurperi Hanım ile ölmek üzere olan Ziya Bey’in hikayesi büyük harfle yazılmış “GELDİLER…” cümlesiyle başlıyor. Bu öyküdeki cümle yapıları ve dil kullanımları neye işaret ediyor?
Seher bir solukta yanıtlıyor:
Yanyalı bir köle olan Nurperi Hanım, Türkçe konuşuyor ve oturduğu eve sahip olma hayali taşıyor. Çünkü öykü öznesi kadın, ancak bir mekân içinde var olabileceğini düşünüyor. Nurperi Hanım, Ziya Bey’den ona kalacak olan evin dışarıdan tehdit edildiğini, Ziya Bey’in akrabaları tarafından elinden alınacağını düşünüyor. “GELDİLER…” cümlesi, erkek merkezli toplumsal yapı nedeniyle büyük harfle yazılıyor. Bu tehditle kadının bütünlüğünün dağıldığını, öykünün cümle yapısının dağılmasıyla okuyabiliyoruz. Mekan içinde kendini var edememesinden dolayı küçük harflerle yazılan “Nurperi Hanım”, dış dünyaya sarktığında büyük harflerle yazılıyor ve “NURPERİ Hanım” oluyor. Öykünün düzyazı dilinin hakim olduğu bölümlerde, diğer bölümlerden farklı olarak dille oynama sadece büyük küçük harf kullanımında görülüyor.”
Peki “Pencere” öyküsü? İkinci öyküde dil daha çok tehdit ediliyor gibi. Anlaşılan öykünün kahramanı kadın, yani anlatıcı, intihar etmek üzere olan bir diğer kadını penceresinden takip ediyor. Fakat, o kadın da aslında kendi. Öyle değil mi?”
Evet, öykünün tümüne yayılan bir ölüm isteği, var. Kullanılan dildeki (-) tire’ler, dışardaki kadının intihar ettiğini, düşüp parçalandığını düşündüğünde ortaya çıkıyor. Benliğin bütünlüğü tehdit edildiğinde ya da heyecan, stres gibi duygular yaşandığında tireler kullanıyor Burak. Kadın, kendini aşağı attığında akıp giden zamanı durduracağını düşünüyor. Varlığı, ölümle görünür kılınacak çünkü. Öyküde geçtiği gibi o ana kadar “yemek odalarında, mutfaklarda, sandık odalarında bağırtılan” kadın, toplumun genel eğilimi olarak iç mekanlarla sınırlandırılıyor. Pencerenin perdesinin kapanıp açılması, perdenin koltuğun kenarına sıkıştırılması, mekana hapsedilen kadının ölüm isteğinin gelip gitmesini ifade ediyor. Kadının “YEŞİL ŞAPKALI ADAM” tarafından terkedilmiş olması da öykünün sonunu belirliyor; “…gürültüyle düşüp parçalanmaya başlıyorum” diyor.
Saraylar yanıyor… Bir gören, duyan var mı?
Kitaba adını veren “Yanık Saraylar” öyküsüne geliyor sıra. Derin bir nefes alıyorum. Koza Han’da oturduğumuz andan beri bizi çevreleyen ıhlamur kokusu yağmurla birlikte kendini daha da belli ediyor. Sonra bir koku daha… yanık kokusu… Sevim Burak’ın yanan saraylarının kokusu. “Ne güçlü bir öykü” diyorum Seher’e:
Kitabını okuyunca bu öykünün içinde olanlarla daha da bir sarsıldım. Meğer ne güçlü bir başkaldırıymış Burak’ınki. Kadın olmak, Yahudi olmak ve öteki olmak. Zamana karşı durmak, mekana ait olmaya karşı durmak… Hadi sen anlat.
Bir an duruyor Seher. Derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya başlıyor. Yanık kokusunun yanına sıcak ekleniyor, saraylar yanmaya başlıyor:
“Yanık Saraylar”, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından doğan travmayı çok iyi anlatan bir öykü. Adıyla da zaten ortadan kalkmış bir geçmişin ifadesini taşıyor ki bu geçmiş Sevim Burak’ın öykülerini var eden bir yapı. Bunun yanı sıra, kadının toplum içindeki var oluş sürecini irdeliyor “Yanık Saraylar”. Öykünün baş karakteri gerçekte yaşamış biri. Burak’ın ablasının İstanbul Ticaret Odası’ndan arkadaşı olan Nebahat Hanım. Nebahat Hanım, Burak’ın elle yazdığı öyküleri daktiloyla temize çekiyor. “Yanık Saraylar”, Burak’ın hemen her öyküsünde olduğu gibi gizemli bir girişle başlar. Şiirsel bir dili vardır yine. Toplum düzenine, “uğraş düzeni” adını verir. Uğraş düzenin sıkıştırılmış yapısını ifade etmek için Yeşilköy, yol, kapılar, anahtarlar ve kilitler gibi ayrıntılar kullanıyor. Toplumsal olduğu için büyük harfle vurguluyor. Öyküde bir de “tren” nesnesi var. Modern dünyada tren hem mekan hem de zamanı belirleyen bir yapıyı simgeliyor.
“Yanık Saraylar”ın en etkilendiğim bölümüne sözü getirmek için sabırsızlanıyorum…
Mayıs günü, yanık saraylar, kahve fincanı… Ardından öyküye birden “Fulya Teyze” diye bir karakter ve yirmi yılın daktilosu giriyor. Sonra öykünün dili tekrar yerinden oynuyor. Neler oluyor?
Tüm bunlar gerçekleşen bir olayı anlatığını vurgulayan Seher neler olduğunu anlatmaya koyuluyor:
Öykü kişisi kendini “YİRMİ YILIN DAKTİLOSU” olarak görüyor. Yeni toplumsal düzene, Cumhuriyet Dönemi’ne ait bir daktilo ile geçmişe ait, yani Osmanlı Dönemi’ne ait hikayeler yazıyor. Eski hikayeleri anlatırken içinde yaşadığı sarayın yanışını da anlatıyor. Tam bu anda iki ayrı düzenin, kültürün, şimdinin ve dünün kaynaşamamışlığı tireler kullanılarak dile getiriliyor. Fulya Teyze önemli bir kadın figürü hatta anne figure olarak karşımıza çıkıyor aslında. Kendini odaya kilitleyen Fulya Teyze’ye öykü kişisi anahtar deliğinden seslenir: “Beni hatırladın mı?” Fulya Teyze hatırladığını; onu yakut bir sandık içinde bulduğunu, anne ve babasının boğulduğu için evlat edindiğini anlatıyor. Bu satırlarda Tevrat’ta geçen Musa’nın sepet içinde denizden gelişine gönderme var.
Aşık olduğu adam ve iktidar olan adam: Baron Bahar…
Tam bu noktada karşımıza bir başka karakter daha çıkıyor: Baron Bahar. Kendini düşünen bir adam ve karşılıksız bir aşk… Düzene karşı duyulan isyan erkeğe karşı da duyulmaya başlıyor. Cümleler yeniden yerinden oynuyor. Bu oynama aşk acısından mı?
Seher, aşk acısının cümleleri yerinden oynattığını onaylıyor:
Bahar, doğanın canlandığı bir mevsime karşılık gelirken Baron, aristokratik bir erkek iktidarına karşılık geliyor. İkisinin bir arada olması o erkeği nasıl gördüğünü ifade ediyor: Aşık olduğu adam ve iktidar olan adam. Burak’ın öykü kişisinin düzene ve erkeğe olan başkaldırışı cümlelerin alt alta gelişiyle kendini belli ediyor. Baron Bahar, sistemin adamı. Kadının aşkından, dilinden anlamıyor. Ama kadına getirdiği bir bahar hali de var. Öykü zaten Baron Bahar’la son buluyor. Batılılaşma sevdalısı biri olarak Amerika’da var olmaya çalışıyor ama pek de başaramıyor gibi.
Az önce sipariş ettiğim kahveden bir yudum alıyorum. Bu sırada, Yanık Saraylar öyküsündeki önemli sembollerden biri olan kahve fincanına sözü getiriyorum ve soruyorum:
Yaptığın incelemede bu metafor ne anlama geliyor?
Kahve fincanı, cennetsi bütünlüğün sembolü. Burak, fincan metaforuyla Eski Ahit’teki “vazolar eğretilemesi”ne gönderme yapıyor. Vazolarla birlikte cennetsi bütünlük parçalanıyor. Adem ile Havva ayrı düşer, tarih başlar. Cennetsi bütünlük tehlikeye girdiği an, öykü kişisi haykırarak hecelemeye başlıyor: “FA ÜSTÜN FA…” Buradaki cennetsi bütünlükten kasıtsa Fulya Teyze ile yaşadığı çocukluk döneminin sona ermesi. Bu da öykünün sonunda sarayın fincandan çıkan çın çın sesleriyle sallanmasıyla meydana geliyor. Fulya Teyze, kahve fincanını kırmış, aynı zamanda birini öldürmüştür. Öldürdüğü bu kişi kıza tecavüz etmiş olabilecek Fransız Öğretmen olabilir. Söz konusu cennetsi bütünlüğün bozulması, yani çocukluğun bitmesi, bu tecavüzden kaynaklanıyor muhtemelen.”
İllüstrasyon için Tülay Palaz’a, yazı için de elbette Dilek Atlı’ya ve Seher Özkök’e teşekkürler.
“Büyük Kuş”, dünyadaki eşini arıyor, fakat bulamıyor…
Yanık Saraylar’ın diğer öykülerine geliyor sıra. “Büyük Kuş” öyküsünde mekan algısı büyüyor, kente taşınıyor. Bunu vurguladığım zaman Seher, “Büyük Kuş” öyküsünün sonuna işaret ediyor:
Öykü kişisi saçlarını açıyor, mekandan çıkıyor. Cinselliğini yaşıyor. Bunu kentle yaşıyor. Modern dünyanın en belirgin kamusal alanı kenttir. Kendi doğallığıyla dış dünyaya çıktığında öykünün sonucu ölüm oluyor. Kente öldüğü atkıyla boğuyor kent onu. Ruh eşini kaybetmiş kadın, bütün hayatı boyunca eşini arıyor, kuş gibi. Hayatını bu arayışla geçiren kadının aslında modern hayatın içinde eşini bulamasının imkansızlığını kentin kadını öldürmesiyle gözler önüne seriyor Burak.
“Yanık Saraylar” kitabı hakkında yaptığı incelemenin 2 yılını aldığını söyleyen Seher’le en acımasız öykünün “Ah Yarab Yehova” olduğu konusunda hemfikiriz. Anlıyorum ki onun da en çok etkilendiği öykülerden biri bu. Ben hiçbir şey sormuyorum. O, anlatmaya devam ediyor ve kullanılan resmi dile dikkat çekiyor:
Cumhuriyet döneminde var olan bir erkeğin azınlık mensubu bir kadına yaklaşımı ele alınıyor öyküde. Bilal Bey’in sevgilisi Yahudi bir kız olan Zembul ve Bilal Bey’in konak artığı ailesinin öyküleri bir günlük üzerinden anlatılıyor. Resmi dille yazılan bir günlük. Bu, çok ironik. Bilal Bey’in, hamile bıraktığı Zembul’e milliyetçi duygular nedeniyle aşkını esirgemesi söz konusu. Bu resmi dil, tutkusu ve resmi kimliğinin içine sıkışıp kalmasının yansımasıdır aslında.
Kitabın son öyküsüne geliyoruz artık. “İki Şarkı/Ölüm Saati”… Sayılar, çıkıyor karşımıza. Saatleri sayan öykü kişisinin zihninden trenle ilgili düşünceler geçiriyor. Burak’ın zaman algısı, zamanla hesaplaşması bu öyküde çok belirgin. Seher de onaylıyor bunu:
Tren, mekanlar arası yolculuğu zamanla kontrol eder. Kristeva’nın dediği gibi, zaman erkeğe dairdir. Erkeğe dair olanları kadın sabitleyemez. Bu nedenle, birçok saat rakamsal olarak sıralanmıştır bu öyküde. Trenin ifade ettiği modern dünya içindeki çizgisel hız, hareket ve zamanı bir kadın ancak bedenini ortaya koyarak, trenin önüne kendini atarak durdurabilir. Ancak böyle görünür kılabilir kendini.
Sevim Burak’ın ölümsüzlüğü tam burada başlıyor
Öykülerini incelediğimizde bundan 50 yıl ya da 100 yıl öncesini olduğu kadar, bugünü de görüyoruz. Bugünün kadınını, bugünün ötekilerini… Seher’in yanından ayrıldıktan sonra yol boyu düşünüyorum: Onu içine almayan ve ötekileştiren bir topluma isyanını, o toplumun can damarı olan dili üzerinde yaptığı kırılma ve oynamalarla gerçekleştirmek… Ne zarafet ve ne deha! Ne inceliklerle dolu cesur bir ruh! Sonra bir de yazdığı metinleri iğnelediği perdeleri düşünüyorum: Nasıldılar? Tül mü? Dantel mi? Beyaz mı? Şeffaf mı? Yoksa sert ve renkli mi?
O metinleri iğnelerken yaşama teğeller atan Sevim Burak, ölümsüzlükten bir elbise dikti. Elleriyle diktiği bu elbisenin adını “Yanık Saraylar” koydu. Cinsiyetsiz, milliyetsiz bir elbise. 50 yaşında ölümsüz bir elbise. Şimdi bir ben giyiyorum o elbiseyi, bir sen. Sonra kimler kimler… Ellerini, gözlerini, kalbinden ve aklından geçenleri, isyanlarını yaşama teğellediği öykülerden esirgemeyen Sevim Burak’ı “Yanık Saraylar”ın 50. yılında saygıyla anıyoruz.
Dilek Atlı
Subscribe
0 Comments
oldest