Ágota Kristóf’un dilini masallardan ödünç alan üçlemesi
Macar yazar Ágota Kristóf’un savaş ve kıyım, zorbalık ve başkaldırı, aşk ve yalnızlık, arzu ve kaybediş, gerçek ve kurmaca gibi kavramlar üzerine kurduğu ve dilini masallardan ödünç aldığı üçlemeyi, yani Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan’ı okudunuz mu?
Büyük Defter / Kanıt / Üçüncü Yalan
Agota Kristof
Çeviren: Ayşe İnce Kurşunlu
Yapı Kredi Yayınları
Kitaplarda okuduğumuz saçlar bize ne söyler?
“Ülkemi terk etmeseydim hayatım neye benzerdi? Sanırım daha zor olurdu. Yoksulluk iflahımı keserdi. Ama aynı zamanda daha az yalnız, daha az parçalanmış biri olarak yaşardım. Belki mutlu bile olurdum.”
Dilini masallardan ödünç alan üç roman
“Hiçbir kitap, ne kadar hüzünlü olursa olsun, hayat kadar hüzünlü değildir.”
Ne zaman bilmiyoruz, hangi ülke, onu da bilmiyoruz. Savaşın, felaketin, yoksulluğun ortasındayız, bildiğimiz bundan ibaret. On-on bir yaşlarında iki kardeş, artık onlara bakamayacağını düşünen Anne tarafından başka bir ülkeye, tekinsiz bir ormanın içindeki metruk bir eve bırakılırlar. Anneanne’nin yanına. O yaşlardaki bütün çocuklar gibi deneyimsizdir ikizler, sınırı aşıp evlerine nasıl dönecekleri konusunda en ufak fikirleri yoktur. Artık kasaba halkının “Cadı” diye andığı pis, kaba ve kötü kalpli Anneanne’nin yanında kalmak, her türlü aşağılanmaya katlanmak zorundadırlar.
Ágota Kristóf’un Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan adlı romanlardan oluşan üçlemesi böyle başlıyor. Şahsen ben bu hikâyenin, onu okumak şöyle dursun, daha önce hiç duymamış olanlara bile tanıdık geldiğine eminim. Onu en korkunç kâbuslarınızdan hatırlıyor olmanız çok mümkün. Ya da çocukken okuduğunuz bir masaldan, sözgelişi Hansel ve Gretel’den.
Ágota Kristóf’un üçlemesi de zaten hem esaslı bir kâbus hem de zihin açan, şifre çözen, huzur kaçıran, sert ve alabildiğine cüretkâr, kısacası en hakikisinden bir peri masalı. Hani Grimm Kardeşler’in yazdıklarını okurken (kısaltılmamış, mutenalaştırılmamış versiyonları kastediyorum) yüzünüz kızarır, ne olacak korkusu yüreğinizi esir alır yahut bazen de öfkeden kan beyninize çıkar ya, Kristóf’un yazdıklarını okurken de yer yer böyle hissediyorsunuz. Aralarında başka ortak noktalar da var, mesela dil… Grimm Kardeşler gibi, Kristóf da en acayip şeyleri sıradan kelimeler ve olabilecek en kısa cümlelerle anlatıyor. Tıpkı masallarda olduğu gibi üçlemede de yol uzun, hikâye gölgeli ama dil hep çok yalın.
Üçlemeyi yıllar önce ilk Afa Yayınları basmıştı, üç cilt olarak. O yıllarda ayaklı reklam panosu gibi çalışıyor, etrafımdaki herkese bu kitapları hediye ediyordum. Yıllar sonra Yapı Kredi Yayınları yeniden ama bu kez tek cilt halinde bastı. O baskı tükenince de buralarda Kristóf adını anan olmadı bir daha. Birkaç ay önce Eylül Görmüş’ten okudum bir de. Çağrılarımız karşılık bulmuş olacak ki, yayınevi sonunda üçlemeyi bir kez daha yayımladı.
Üçleme aradan geçen yıllar içinde sinemanın yanı sıra tiyatroya da uyarlanmış hatta Mother 3 adlı bir bilgisayar oyunu bile yapılmış.
O olağanüstü son cümle
Başa dönersek; Anne’den ayrılıp Anneanne’yle yaşamaya başlayan ikizler, her ne olursa olsun hayatta kalacakları sözünü verirler birbirlerine ve işe ormanda yiyecek aramayı, gölde balık tutmayı öğrenerek başlarlar. Daha sonra kendi icat ettikleri zorlu temrinlerle, mesela üşüme, aç kalma, hareketsizlik, yalnızlık, zalimlik, işkence, hırsızlık, şantaj, öldürme egzersizleriyle hayatı öğrenmeye, yaşamak denen karanlık sanatta ustalaşmaya çalışacaklar, bir yandan da duydukları, öğrendikleri, düşledikleri, deneyimledikleri, cüret ettikleri her şeyi bir deftere kaydedeceklerdir. Anneanne okuma yazma bilmediği için aslında özgür kalabildikleri tek yerdir bu defter. Bu süreçte sadece yazmayı değil, bir şeyi daha keşfederler: Anneanne ve benzerleri tarafından sürekli maruz bırakıldıkları şiddete karşı bağışıklık geliştirebilmelerinin tek yolu, sayıları gittikçe artan işkencecileri kadar acımasız olmaktır.
İşte Büyük Defter adlı ilk ciltte acımasız, kirli, ahlaksız, vahşi bir dille yazılmış olan ve gene de insanın kalbini dağlayan bu acayip dokunaklı defteri okuruz biz aslında, başka bir deyişle ikizlerin savunmasızlıklarıyla acımasızlıklarının ilkin ortaklaşa, sonra ayrı ayrı tutulmuş kayıtlarını… Sonra yazar bizi bir baba katline tanık eder, ardından ikizleri ayırır, onlara isimler verir, aileler kurdurur, evlerinin tavan aralarında temizlenip cilalanmış iskeletler saklatır, anılarını değiştirir, olmayan anılar hatırlatır, kendilerinin ve birbirlerinin varlıklarından şüphe ettirir, karşı karşıya getirir, kendilerinden bile gizledikleri hayallerini ifşa eder, ölenleri hiç ölmemiş, yaşayanları belki de hiç varolmamış kılar, yıllardır zihnime çakılı kalmış o olağanüstü güzel son cümleye kadar neler olur neler…
Büyük Defter, Kanıt, Üçüncü Yalan
Ágota Kristóf
Yapı Kredi Yayınları
“Okuma yazma bilmeyen” bir sürgün
Ágota Kristóf, 1935 yılında bir Macar köyü olan Csikvánd’da doğmuş. İhtilalden sonra, 1956 yılında, kocası ve küçük kızıyla birlikte ülkesinden kaçmış. Karanlıkta saatlerce yürümüşler, çemberler çizerek dönüp duruyorlarmış. Öyle ki, Kristóf bir şekilde kendilerini yeniden Macaristan’da bulacaklarını ve tutuklanacaklarını düşünmeye başlamış. Böyle yürüyerek geçmişler Avusturya sınırından, sonra otobüs ve trenle İsviçre’ye gitmişler.
Yanında sadece iki çanta varmış; birinde bebek bezleri ve birkaç parça kıyafet duruyormuş, diğerindeyse gideceği ülkenin dilini öğrenebilsin diye kitaplar, sözlükler… Kristóf, Fransızcayı sonradan öğrenmiş olmasına rağmen yapıtlarını bu dilde yazmış. Yazdıklarının en ünlüyse savaş ve kıyım, zorbalık ve başkaldırı, aşk ve yalnızlık, arzu ve kaybediş, gerçek ve kurmaca gibi kavramlar üzerine kurduğu ve dilini masallardan ödünç aldığı üçleme, yani Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan. Zaten sonrasında kendini anlattığı Dün adlı kısa roman ve incecik öz yaşam öyküsü dışında bir şey yazmamış pek.
Çevresindekilere yazma isteğini kaybettiğini anlatıyormuş hep. Yalnızmış, kendi deyişiyle “okuma yazma bilmeyen” bir sürgünmüş. Şöyle yazmış bir keresinde: “Ülkemi terk etmeseydim hayatım neye benzerdi? Sanırım daha zor olurdu. Yoksulluk iflahımı keserdi. Ama aynı zamanda daha az yalnız, daha az parçalanmış biri olarak yaşardım. Belki mutlu bile olurdum.”
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest