Egoist okur

Ahmet Hakan: “Bir Rosebud’ım varsa bile, onu çoktan unutmuşumdur…”

Ahmet Hakan ile bir öğleden sonra kendini en rahat hissettiği ama farklılığını ve yabancılığını hâlâ koruduğu yerde, Nişantaşı’nda buluşup siyaset ve inanç üzerine konuştuk. Tabii başka şeyler üzerine de… Şüpheyi ve tevekkülü, yalnızlığı ve huzur kaçırma yöntemlerini, kadınlarda arayıp bulamadığı şeyi, yitirdiği mutluluk hayallerini ve ehlileşme sürecini…

Edindiğim izlenim şuydu: Onu adeta bir pop star haline getiren yazılarında hiçbir tarafa ait değilmiş gibi bir intiba uyandırıyor ve hem dindar kesimi hem de “diğerlerini” kıyasıya eleştiriyordu. Sancılı bir maziden gelen ve muhtemelen yaralanmayı da göze alan Ahmet Hakan’a sorularımdan biri, “şüpheye davet mektupları”nı yazmaya, yani konuşmaya nasıl karar verdiği olmuştu. “Ben aslında atipik bir döneğim, standart dışı bir dönek” demişti, “Yani bir kesimin kucağından başka bir kesimin kucağına atlamadım; kucaksızlık yolunu seçtim. Efendisiz bir adam olmak, bir kesimin kalıplarıyla düşünüp konuşmamak istedim. Bu kararı verdiğim günden beri de konuşuyorum.”

Sizi onunla baş başa bırakmadan önce, bu röportajdan ne öğrendiğimi de anlatmam lazım.

Bir kere Ahmet Hakan’la konuşurken çok eğlendim, zeki, matrak ve cesur olduğu, Rosebud ne demektir, bildiği için…

Peki ona inandım mı? Bazen, evet.

Öte yandan, epeyce şüpheci tabiatım sağolsun, o gün söylediği birçok şeye de inanmadım elbette. Birkaç röportaj önce “Benim hilem samimiyetsizliğimi samimiyetle yapmaktır” diyen Orhan Pamuk’la bu açıdan aynı fikirde olduğunu hissettim.

Lakin şu sözü söylerken bence insanın kalbini acıtacak kadar içtendi: “Acayip gerçekçi bir adamım ben. Hiçbir şey hayal etmemek için ya kitap okuyarak ya da film izleyerek uyumaya çalışırım. Bir Rosebud’ım varsa bile, herhalde onu çoktan unutmuşumdur…”

Gülenay Börekçi

PATTI SMITH: “Ölüler konuşuyor, biz dinlemeyi unuttuk”

“Açıkçası ‘yazının hakkını vermek’ ile ‘düşmanı arttırmak’ arasında bir tercih yapmam gerekti; ben ikinciyi seçtim” 

Köşe yazarı olarak gerçek biri misiniz, yoksa proje misiniz? Zira bir yazar bir hikaye kurmuş, bir karakter yaratmış gibi geliyor bana ve biz sanki sizi okurken, o yazarın yarattığı hikaye kişisini okuyoruz…

Yarı gerçek, yarı proje. Yazıyı kurgularken, formatlarken, albenili kılmaya çalışırken alabildiğine projeyim. Vicdanımı ortaya koyarken, dalga geçerken, kafama göre takılırken alabildiğine gerçeğim.

Bu kadar ilgi gören, takip edilen bir köşe yazarı olunca düşmanlarınızın sayısı arttı sanki. Öte yandan hedef tahtasında olmak dilinizi ve yazılarınızı da değiştirdi, bilenmenizi hızlandırdı, sizi keskinleştirdi.

Aynen öyle oldu. En başta düşman sayısını arttırmamaya özen gösterdim. Öyle zıpkın giremedim aleme. Biraz çekingendim açıkçası. Sonra “yazının hakkını vermek” ile “düşman sayısını arttırmak” arasında bir tercih yapmam gerektiğini fark ettim. Tercihim düşman sayısını arttırmaktan yana oldu. Artık nereden inceldiyse oradan kopsun makamındayım.

“Atipik bir döneğim, standart dışı bir dönek”

Dindar kesimden geldiğiniz halde hiçbir tarafa ait değilmişsiniz gibi bir intiba uyandırmanız ve hem o kesime hem de diğerlerine eleştirel gözle bakmanız önemli. Geçmişte sancılı bir süreçten geçtiniz ve muhtemelen yaralanmayı göze aldınız. Konuşmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz diye soracağım…

Ben aslında atipik bir döneğim. Standart dışı bir dönek. Yani bir kesimin kucağından başka bir kesimin kucağına atlamadım. Ben kucaksızlık yolunu seçtim. Efendisiz bir adam olmak, bir kesimin kalıplarıyla düşünüp konuşmamak istedim. Bu kararı verdiğim günden beri de konuşuyorum.

Dindar kesim ve aynı derecede tutucu olan laik kesim dışındaki aklı başında okurlardan bazıları sizi objektif buluyor, yazılarınızı önemsiyorlar. Eleştirirken nihai amacınız ne, mesela bu ülkeyi seviyorum, ondan mı diyorsunuz?

Kafa karıştırmak istiyorum. Herkesin kendi cemaatine kuşkuyla yaklaşmasını sağlamaya çalışıyorum. Şüpheye davet mektupları yazıyorum. Kalıpların kırılmasını sağlamak için gayret ediyorum.

Öte yandan mütedeyyin kesim de kendi içinde bölünmüş durumda, büyük çatışmalar yaşanıyor, aklımız karıştırılıyor. Bu halin nasıl son bulacağını düşünüyorsunuz, öngörüleriniz neler?

Sanırım şöyle bir hata yapılıyor İslami kesime bakılırken: Orada, bizim tanımadığımız bir grup insan var ve bunlar aynı şekilde düşünür, aynı şekilde yaşarlar diye düşünülüyor. Son zamanlarda bu önyargı dağılıyor. Önyargının dağılmasından kaynaklanan bir şaşkınlık yaşanıyor. Zamanla alışılır sanırım. Zamanla bir bireyin, bir cemaat içinde eriyip gidemeyeceği gerçeği, herkesin öğrendiği bir gerçek olur.

İslami kesimin de laik kesimin de dönüp dolaşıp örtünme meselesine takılmasını, orada tıkanıp kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? İlerlemenin önündeki en önemli mesele buymuş gibi sunuluyor. İslami kültüre vakıf biri olarak siz ne diyorsunuz?

Bizler görüntüye çok önem veriyoruz. Geçenlerde bir konferansta bir hanımefendi, “İran’da şahlık dönemi ne kadar da güzeldi. Fotoğraflara bakıyoruz, başı açık, modern kadınlar… Bir de şimdiki hale bakın” gibi laflar etmişti. İşte size görüntünün esiri olmuş bir yaklaşım. Oysa şahlık dönemi İran’ı da, bugünkü de İran da antidemokratik. Görüntünün hiç önemi yok.

Bu çerçevede siz kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?

Ben görüntüye bakmam. Kılık kıyafete bakmam. Bugünkü iktidar sahiplerini, görüntülerinden dolayı eleştirmiyorum, tahammülsüzlüklerinden dolayı eleştiriyorum. Şöyle söyleyeyim: Tahammüllü başörtülü bir iktidarı, tahammülsüz başı açık bir iktidara tercih ederim.

Sizin kanınız ne zaman beyninize sıçrar?

Çifte standarda acayip kılımdır.

Yazılarınızda şeytani olanla çocuk masumiyeti iç içe. Sizi neler şeytan yaptı, neler çocuk bıraktı?

Şeytan oldum, çünkü söylenmesi gerekenleri söylemeyenlerden olmayacağıma yemin ettim. Masumiyetimi korudum, çünkü haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytan olduğuna iman ettim.

Eskiden köşe yazarları uzmanlaşırdı, şimdiyse her konuda yazıyorlar. Sizin gibi politika yazması beklenen köşe yazarları bile film tavsiye ediyor, kitap eleştiriyor, mekan tanıtıyor. Sizin bir filmi beğenmeniz ya da beğenmemeniz niçin önemli? Bir de niçin film yazıyorsunuz, hırs mı, her şeye hakim olma arzusu mu?

Benim bir filmi beğenip beğenmememin hiçbir önemi yok. Ben sadece kafa dengim olanlara sesleniyorum. Bir etkim oluyor mu? Sanmıyorum. Öyle olsa beğenmediğim filmler gişe rekoru kırar mıydı? Havaya falan girmiş değilim yani. Benim yaptığım sadece hayatın her alanını, her sesini, her rengini ilgi alanıma sokma çabası.

Bizim için karanlıkta kalan bir geçmişten geldiniz ve şimdi çok ünlü, çok başarılı, çok zenginsiniz. Gece yattığında birçok insan bunu hayal eder. Siz ne hayal ediyorsunuz? Sizin bir Rosebud’ınız var mı?

Acayip gerçekçi bir adamım ben. Hiçbir şey hayal etmemek için ya kitap okuyarak ya da film izleyerek uyumaya çalışırım. Bir Rosebud’ım varsa bile, herhalde onu çoktan unutmuşumdur.

(Araya giriyorum: Orson Welles’un Yurttaş Kane’i ölüm döşeğindeki gazete patronunun son sözüyle  başlar: “Rosebud”. Herkes  bu sözün ne anlama gelebileceğini bulmaya çalışır, film de zaten bu arayıştan ibarettir. Son karede Kane’in atar topar temizlenen malikanesindeki öte beri arasında onun çocukken bindiği kızağı görürüz, üzerinde “Rosebud” yazmaktadır. İronik olan bunu seyircilerden başka kimsenin görmemesidir. Parasıyla, gücüyle dünyayı parmağının ucunda oynatan Kane’in en büyük hayalinin çocukluğuna dönmek olduğunu Rosebud’ın anlamını çözmeye çalışan karakterlerden hiçbiri öğrenemez.)

“Dini bir atmosferde yetişen zeki ve sezgili çocuklar, hayata karşı acemilik çekme lüksüne sahip olmadıklarını fark ederler”

O kadar yalnızsınız ki hayatınıza giren kişiler bu duruma çare olamazmış gibi geliyor insana. Hatta oturup kendi çaresizlikleriyle yüzleşmek zorunda kalırlar. Doğru mu?

Biraz doğru. Dini bir atmosferde yetişen bir parça zeki ve sezgili çocuklar, ikiyüzlülük konusunda acayip ustalaşırlar, hızla büyürler, yalnız kalmayı öğrenirler, hayata karşı acemilik çekme lüksüne sahip olmadıklarını fark ederler, erkenden olgunlaşırlar. Bunun getirdiği bin türlü arıza çıkar. Belki bende de o türden arızaların kalıntıları vardır, kim bilir…

Bir de tuhaf bir çekinikliğe kapılabilir insan sizin yanınızda; hastalıklı ya da yarım kalmış, pişmemiş yönleri nelerse onların ortaya çıkacağı korkusuna kapılabilir. Öyle mi?

Sanırım insanlar üstünde böyle bir etki bırakıyorum. Aslında bundan hoşnut değilim. Düz bir insan etkisi bırakmak isterdim. Bazen bu yönde sonu hep başarısızlıkla biten gayretlerim olmadı değil…

Ayıp eder miyim şunu sorarsam; kadınlarda arayıp da bulamadığınız ne?

Acaba “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır” şeklindeki muhteşem söz bir cevap olabilir mi?

Planlarınız dahilinde bir gün evlenmek var mı?

Evlilik ve plan sözcükleri yan yana gelince ne kadar kekre bir sonuç çıkıyor…

Ne zaman çocuk sahibi olacaksınız?

Sanırım hiçbir zaman.

Kendinizi nasıl bir yaşlı adam olarak hayal ediyorsunuz?

Bazen huysuz, aksi, bu dünyadan alacağını tam olarak alamamışlara özgü bir tatminsizlik içinde. Bazen de rahatlamış ve mutmain.

“Ot gibi kulluktansa uyanık kulluk makbuldür”

Tevekkül insanın has vasıflarından mıdır? Sizde bu özellik var mı?

Bence evet. Zaten ben sonuna kadar mütevekkilimdir. İslami kaynaklarda bir tevekkül tanımı vardır: “Önce deveni bağla, sonra Allah’a emanet et” gibi. Ben tevekkülü o kadar abartırım ki, bazen deveyi bile bağlamaya bile gerek duymam.

Doğrudan Tanrı’yla ilişkinizi kast ederek soruyorum, kendinizi kul olarak görebiliyor musunuz gerçekten? Bana sanki o kadar da kabul edemiyormuşsunuz ve çekiciliğinizi biraz da buradan kazanıyormuşsunuz gibi geliyor…

Kulluk bilinci, öyle basit bir bilinç değildir. Gelgitlerle doludur. Bazen isyan edersin, bazen acayip bağlanırsın. Ot gibi kul olmak yerine, böylesi uyanık bir kulluk her zaman daha makbuldür.

Son yazılarınızdan birinde padişahları neredeyse peygamber sananlara anlatmak zorunda kalmıştınız; onlar da alt tarafı birer devlet adamıydı diye. Kulluğun diğer çeşidine, insanın insana kulluğuna geçmek istiyorum o yazınızdan hareketle… Sizce kulluk travmasını üstünden bir türlü atamayanların derdi ne olabilir, nerede olabilir?

İnsanın Allah’a bilinçli bir şekilde kulluk etmesinin en mühim sonucu, insanın insana kulluğunun yok olmasıdır. Eğer insanın insana kulluğu sona ermiyorsa, bunun en temel nedeni kulluk bilincindeki noksanlıktır.

“Türkiye ABD karşısında oyuncu ve işveli bir kadın gibi”

Bam teline en iyi basan, okurun ve yazılan kişinin can alıcı noktalarını iyi kavrayıp oralara dokunan köşe yazarlarından birisiniz. Şimdi de bam tellerimizden birine basmanızı umarak soruyorum: Amerika’nın en çok nesini seviyoruz sizce?

Gücünü… Büyüklüğünü…

Türkiye’nin Amerika karşısındaki metaforik cinsiyeti nedir sizin gözünüzde?

Oyuncu, işveli bir kadın…

Amerika karşısında eskiden daha mı “erkek”tiniz, yoksa şimdi mi daha “erkek”siniz?

Hiç kuşkusuz eskiden daha “erkek”tim Amerika’ya karşı. Tek başıma Amerika’yı rahatsız edebileceğimi falan bile düşünürdüm. Ama artık sanırım ben de ehlileştim. Teslim olmadım ama mücadeleyi de bıraktım.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments