Egoist okur

Suat Duman: “Alakarga’yla sevdiğimiz şeylerin ormanına adım atalım istedik…”

Alakarga çok genç bir yayınevi ama kısa öyküyü kalpten sevmesiyle, yayımladığı unutulmuş ya da hakkı yenmiş yerli yabancı kitaplarla, enteresan kapak tercihleriyle farklılığını hep hissettirdi. Ben de yayınevinin kurucularından olan Suat Duman’a gidip bu hikayeyi bir de Egoist Okur’lar için anlatmasını istedim. (Kendisi aynı zamanda müthiş bir yazar ama bu röportajda işin bu kısmını konuşmadık.)

Her neyse, Suat Duman bir sürpriz yaptı ve söyleşiye cebinde James Joyce’un karısı Nora’ya yazdığı mektuplardan oluşan yeni Alakarga kitabıyla geldi. Sonraki post’ta onu da okuyacaksınız.

Sohbete başlayalım mı?

Suat Duman Alakarga’yı anlatıyor: “Edebiyat ele avuca sığmayan mavi bir kuştur”

Alakarga’nın bir hikâyesi var mı?

Alakarga’nın kurucuları aynı zamanda yazan insanlardı. Kitap yayınlama sürecinin öbür tarafına aşinaydık ve yayıncıyı biraz yukarıdan, tereddütle, eserini hak etmeyen sıradan esnaf gibi gördüğümüz bir dönemimiz olmuştu hepimizin. Yine de “gücün karanlık tarafına”, yayıncılığa geçmemiz bu türden önyargılardan kaynaklanmadı. Alakarga’yla sevdiğimiz şeylerin ormanına adım atalım istedik galiba; başımızı ne tarafa çevirsek orada kitap görelim. Hemen hiçbir maddi hazırlığımız yoktu. Yazar, matbaa, dağıtım, muhasebe ve diğer ayrıntıların hiçbirini düşünmeden “hadi o zaman” dedik yine de, demiş bulunduk. Bir hikâyesi varsa eğer, sudan çıkmış balığın hikâyesidir, en azından en başında. Sonrası elbette kendi kendini şekillendirerek, arayışlarla, denemelerle devam eden kendi halinde bir anlatı. Alakarga sevgiden doğdu diyebiliriz, kâğıda, kaleme, mürekkebe, matbaa makinasının mırıltısına, hayal eden insana, onun hayatı yücelten hayallerine olan karşı konulamaz sevgiden.

Ben bir de Alakarga isminin hikâyesini merak ediyorum… 

Alakarga mavi bir kuştur. Küçüktür. Kolay kolay göremezsiniz, ele avuca sığmaz. Ona karga dememiz bizim hoşluğumuz aslında. Edebiyat budur diye düşünüyorum, ele avuca sığmayan mavi bir kuştur ama yeri geldi mi, kıymeti bilinmediğinde mesela, yayıncı bulamadığında, okura geçmediğinde, topa tutulduğunda, ateşe atıldığında, işte o zaman, uzun ömürlü o ayrıksı hayvan gibi göklerin asi kızları kargalar gibi kendi işine bakabilmeli, doğru bildiğini tek başına sürdürebilmelidir. Yine de en çok, o sevimli imgesi ve adının dildeki çınlamasını sevdik  Alakarga’nın sanırım.

Küçük bir yayınevi kurmak benim en büyük hayalim ama zor olmalı. Siz ne tarz zorluklar yaşadınız Alakarga’da? Bana “vazgeç bu hayalden” der misiniz?

Vazgeç der miyiz! Hayali kurulacak daha güzel ne olabilir ki. Açıkçası başlangıçta “küçük bir yayınevi” değildi hayalimiz. Daha doğrusu yayınevinin ideallerini belirlerken, şunlar söz gelimi, ülkemizin iyi genç yazarlarıyla buluşmak, unutulmuş yazarlarımızı anımsamak, ihmal edilen dünya klasiklerini yeniden basmak, modern edebiyatın genç ustalarını keşfetmek, yayınevinin çizgisini tayin ediyorduk aslında, altına girdiğimiz işin ticari külfetini pek düşünmüyorduk. Bu doğrultuda da uzun bir süre devam ettik. Pek çok zorluk yaşadık şüphesiz. Piyasanın gerçeklerini, edebiyatın iyiliği için görmezden geldik. Piyasanın da bizi görmeyeceğini sandık herhalde. Kısa bir süre de olsa bu görmezden gelme oyunu işe yaradı. Fakat bir noktada yayıncılık ideallerimizden şaşmadan, piyasanın prensiplerine karşı yeni yöntem ve argümanlar geliştirmek zorunda olduğumuzu anladık. Beşinci yılımızdan ve içinde olduğumuz yeni yayın döneminden söz ediyorum: Piyasa bizden kolay satabileceği kitap istiyor, biz piyasaya şimdiye kadar ki en iyi programımızla cevap veriyoruz, daha az yerli edebiyat ve dünyadan büyük ustalar, genç yetenekler. Göreceğiz bakalım.

Yayıncılıkla yazarlık birbirine çelişen şeyler mi? Yani yazar yayıncının önüne geçebiliyor mu veya yayıncı yazarı frenlemeyi deneyebiliyor mu?

Çelişiyor mu emin değilim ama pek uyuştuğunu da söyleyemem. Bir yanıyla yan yana yakın iki iş gibi görünebilir. Gerçekteyse biri iş evet, hekimlik ya da taksi şoförlüğü gibi, diğeri ise yazmak, ne bileyim, yazmak iş değil herhalde. Kuralları, değiştirmenin bozmanın serbest olduğu kaideleri varsa da serbest, özgür bir alan. Kendi kendinize koştuğunuz uçsuz bucaksız vadiler gibi, kimsenin sizi tanımadığı, nereye, diye soranın olmadığı büyük kent meydanları, bulvarlar gibi yazmak. Yayıncı soruyor ama, nereye, neden diye. Ben soruyorum, yazarın bana hesap vermesi gerekmiyor şüphesiz. Beni dinlemesi de gerekmiyor. Bunu yapıyorum çünkü öğrendiklerimin ilk dosyasıyla yayınevimize gelen genç yazarın da işine yarayabileceğini düşünüyorum.

Editörsünüz aynı zamanda. Anlatır mısınız iyi bir editör ne yapar?

İyi ya da değil, bir editor eline aldığı dosyayı ön yargısız ve beklentisiz bir şekilde okumalı öncelikle. Bir başyapıt aramamalı ama karşısında çalışılmış, birilerinin gözünün nuru olduğunu da unutmamalı. Dosyayla güzel/değil gibi kaba kategorik bir ilişkimiz yok, olamaz. Esasında iyi edebiyatı arıyoruz, onun nüvelerini barındıran, gür yapraklarını değilse de henüz en azından tohumlarını taşıyan metne denk geldiğimizdeyse heyecanlanıyoruz. Sonrası teknik bir süreç. Yazarla görüşme, dosya üzerine yorumlar vb. Metnin gereksindiği, yazarın esnediği yere kadardır editörün varlığı. Bazen yazar, editörün öngörü ve önerilerine sonuna kadar açıktır bazen de editör yazara ve metne inanmalıdır.

“Neden bugüne dek kimse bunu yayımlamayı akıl etmedi?” hayretiyle bastığınız kitaplar hangileri?

Az önce andığım Amy Hempel öyle bir yazar örneğin. Amerikan edebiyatının yaşayan efsanelerinden ama ülkemizde bir kaç makale dışında adını anan olmamış. Keşfettiğimizde, değerli Billur Şentürk işaret etmişti, adını anmadan geçmek istemem, hemen bağlantıya geçtiğimizi anımsıyorum. Geçen yıl yayınladığımız Postacı Kapıyı iki Kere Çalar ve yakın zamanda bastığımız Vertigo da film uyarlamaları hayranlıkla izlenen ama nedense kimsenin esas metne dönüp bakmayı düşünmediği romanlar. İyi ki baktık biz, iyi ki bastık.

Genç yazarların kitaplarını basıyorsunuz. ‘Bunu biz keşfettik’ diyebileceğiniz kimler var?

Kimler yok ki, Hande Gündüz’ün, Erhan Sunar’ın, İsahag Uygar Eskiciyan’ın, Ercan Başer’in, Onur Çalı’nın, Deniz D. Şimşek’in, Arzu Bahar’ın, Kadire Bozkurt’un, Mustafa Özcan’ın, Tekin Budakoğlu’nun, Neslihan Önderoğlu’nun, Nilüfer Altunkaya’nın, Göknur Gündoğan’ın, Semrin Şahin’in, Billur Şentürk’ün, Bünyamin Bozkuş’un, Ayça Erkol’un, Orhan Veli Alıcı’nın, Evrim Emeksiz’in, İzzet Dönmez’in, Ece Karaağaç’ın, Caner Almaz’ın, Çiğdem Aldatmaz’ın… Adını saymadıklarım varsa affetsin, 2010’ların tüm iyi öykücü ve romancılarının hatırı sayılır bir kısmının kâşifi olmakla övünebilir Alakarga.

Peki peşinde koştuğunuz demeyeyim ama yakınlarında dolaştığınız, yayınevi kadrosuna katmayı istediğiniz yazarlar kimler?

Şahsen yayıncısı olmak isteyeceğim yerli yabancı yazarlar var elbette. Fakat önemli olan onların yazdıklarının bir şekilde okurla buluşması, kitaplarının nereden çıktığı ikincil bir mesele. Diyelim Cemil Kavukçu yeter ki yazsın, yayıncısı Alakarga olmasa da dert değil. İnci Aral ya da. Ya da Murathan Mungan. Okumayı seviyoruz Alakarga olarak hâlâ, yayıncılık onun devamından başka şey değil bizim için.

Roman mı öykü mü diye sorsam? İki türü karşılaştırmanızı istemiyorum aslında, sadece bir yayıncı olarak hangisine daha yakın durduğunuzu merak ediyorum.

Okur olarak bu ayrımı yapmakta zorlanıyorum. 2000’lerin öyküsünü yakından takip etmiştim, öncesini de biliyorum elbette. Sonrasındaysa bu kez yayıncı olarak izledim. Türkiye’de şakası yok, iyi öykü yazılıyor. Türk öykücülüğünün dünya çapında olduğunu düşünüyorum. Bu gerçeklik yayın tercihlerimizde de bizi öyküye doğru itti haliyle. Fakat okurun yayıncıdan talebi daha ziyade roman yönünde. İyi öykü dosyalarıyla karşılaşmak sürpriz değil doğrusu ama iyi roman bulmak için her dosyanın kapağını umutla, heyecanla açıyoruz. İyi bir romanın az bulunur bir mücevher olduğunu düşünürüm. Sanıldığından daha zor yazılır ve asla alelade bir geniş zaman uğraşı değildir. Bu yalnızca Türk romanının problemi değil, çeviri metinlerde de dört başı mamur bir dosya okumayalı uzun zaman oldu ne yazık ki. Böyle zamanlarda dönüp klasikleri okurum. Önümüzdeki aylarda Japonca aslından ilk kez okurla buluşturacağımız Nobel ödüllü büyük yazar Yasunari Kavabata’nın romanlarını mesela, dört gözle bekliyorum bu yüzden.

Hayalinizdeki yayınevi neye benziyor? Öyle bir yayınevi haline gelmek için bir çabanız var mı?

Köklü, sadeliğinden ödün vermemiş yayınevleri var. Edebiyat yayıncılığı yapan, zamanın geçici yönlendirmelerine gönül indirmemiş, ilkeli yayıncılar. İtalya’da söz gelimi, Fransa’da… Türkiye yıllık planlar yapmak için kolay bir ülke değil ne yazık ki. O nedenle hedefiniz ne olursa olsun, çoğu kez en fazla altı ay sonrasını görebiliyorsunuz. Olsun, yarın vedalaşacak olsak bile yazar ve okurlarımızla, kök salmış, geleneği olan yayınevlerini seviyoruz. Oraya, onların yanına gitmek istiyoruz. Türkiye’de de elbet, kendi okurunu oluşturmuş, belli bir edebiyat kültürünün oluşmasında katkısı inkâr edilemez yayınevleri var. Onları da kendimize dost, yayıncılık konusunda öncü sayıyoruz.

Alakarga dendiğinde akla gelebilecek bütün renkleri simgeleyen 10 kitabınız hangileri?

Alakarga denince hemen anımsanan ya da tersi, adı anılınca Alakarga’yla beraber anımsanan kitaplarımız oldu gerçekten de. Herhalde en başta Cem Kalender’in Kayıp Gergedanlar romanını söylemeliyim. Yayınladığımız yıl tüm listelerde en önemli romanlar arasında gösterilmişti. Neslihan Önderoğlu’nun ödüllü ilk kitabı İçeri Girmez Miydiniz?; yine ödüllü öykücümüz Hande Gündüz’ün Uzun Irmak Boyunca; epeydir unutulmuş harikulade roman Yasımı Tutacaksın; Virginia Woolf’un kurgu dışı tek eseri Kitap Nasıl Okunmalı; Fransız yazar Lydie Salvayre’nin kadın yazarlar incelemesi 7 Kadın; Amerikan kara roman geleneğinin en önemli yazarı James M. Cain’in ‘kült’ romanı Postacı Kapıyı İki Kere Çalar; Avrupa’da son yıllarda parmakla gösterilen genç yetenek Bjorn Rasmussen’in Ten Organları Sarıp Sarmalayan Elastik Kılıftır; yaşayan en önemli kadın öykücüler arasında gösterilen Amy Hempel’in Hayvan Krallığının Kapısında; Rus edebiyatının ustalarından Leonid Andreyev’in Şeytanın Günlüğü ve yeni kitaplarını da yayına hazırladığımız Arjantinli iyi yazar Eduardo Berti’nin İmkansız Hayat’ını söyleyebilirim, diğer tüm güzel kitaplarımıza haksızlık etme bahasına.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments