Alp Buğdaycı: SESLER YALAN SÖYLEMEZ
Vedalaşmayı beceremeyenlerdenim. Bugün kaybettiğim çok sevgili arkadaşım Alp Buğdaycı’yı ben bu yazısıyla hatırlayalım istiyorum.
“Sesin Ruhu” ve “Sesin Aklı” iki belgesel çekmişti Alp. Hele son zamanlarda evinde profesyonel bir stüdyo kurmuştu ve sesle yatıp sesle kalkıyordu. Ses dedikleri şey de ona göre teknikten, montajdan ibaret değildi; kendine ait bir ruhu, aklı ve felsefesi vardı…
Lütfen bir de buradan okuyun, bu şekilde düşünmeyi ve hissetmeyi deneyin…
Alp Buğdaycı: “Doğurmaya çalıştığım bebeği boğdular”
Sesler yalan söylemez…
Başlangıçta ses yoktu. Yağmurun, şimşeğin, gök gürültüsünün, fırtınanın sesi, karın hışırtısı vardı. Uğultu, rüzgar ve boşluğun sesi yeryüzünü kaplıyordu ve hayat ağacı meyve verene kadar da başka ses duyulmadı. Sabah oldu, akşam oldu; birinci gün ve ilk ses, suda ve toprakta duyuldu. Canlılık varoldu. Dünya, ilk canlıyla beraber soluk aldı, nefes verdi. Nefes demek, ses demekti. Böylece yeryüzünde hayat oldu ve o hayat sesle doldu. Mamutlar haykırmaya, Anka kuşları konuşmaya, yanardağlar kükremeye başladı. Ve insan baktı: bir elin sesi yoktu; iki el, sevinçle birbirine dokununca, ses doğdu. Ses, hayat demekti. Kainatta her canlının, taşların bile sesi vardı.
Bir ses vardır bizde, bizden içeri. Derin bir nefes alırız ve ruhumuz, sesimizde özünü beyan eder. Düzgün soluk alamazsak, sesimiz titrer. Varlıkların evidir ses; yüzleri unutabiliriz, sesleri asla. Sesler yalan söylemez. Duyuyorum, öyleyse varım. Duyduğum kadar varım. Ruhun aynasıdır sesler. Telefonda, aşığınıza yalan söylerseniz, sesiniz sizi ele verebilir.
Ömürler midir değişen, yoksa ses mi? Nedir ses? İnsanın içinin dışına yansıması mıdır; hayatı neyse, o sesleri mi çıkarır insan? İnsan nasıl yaşarsa, sesi de öyle midir? Kibar ya da kaba, sevinçli veya üzüntülü, inandırıcı veya yalancı. Ses değişseydi, karakterler başkalaşırlar mıydı? Evet. Çocukken seyrettiğiniz filmlerin seslerini anımsamaya çalışın lütfen. Ses ile görüntü birbirini tamamlar, perdede canlandırılan karaktere ses yoluyla yeniden can ve ruh verilir.
Ses, canlının neresinden çıkar? Karakterinin ne kadarını ele verir? Kimlik, sesle yaratılabilir ya da gizlenebilir mi? Kişiliğin ne kadarıdır ses ya da ses değişseydi, şahsiyet de değişir miydi? İki elimizi birbirine çarptırırız ve bir ses elde ederiz. Farklı biçimde çarptırırsak, farklı bir ses elde ederiz. Canlıların devinimleri sırasında çıkardıkları sürtünme, vurma ya da çarpışmalardır sesi yaratan. Yaşamsal iradeyle gelen bir basınç dalgasıdır, bir mucizedir ses.
Radyolardan ve televizyonlardan duyulan sesler, bir kültürün bütün şifrelerini ve karakterini yansıtır. Kelimelerin toplumsal hafızası var ve her kelimedeki sesin, tıpkı müzikteki notalar gibi, değerleri var. Toplum, asla kolay kolay unutmayacağı bir ses hafızasına sahip. Ses hafızası, görüntü hafızasından daha güçlü. Eskilerden, mazilerden bir ses, birdenbire bütün duyguları, fikirleri harekete geçirebilir. Çünkü kulak aslında, göz’den daha etkin bir organ. 360 derecedeki bütün sesleri duyabiliriz ve sesleri yeniden duyduğumuzda hemen hatırlarız.
Ses, tıpkı görüntü gibi sinemasal bir ifadeyi de betimler. Kişilerin ağzından çıkan, itici ve acınası konuşmalar, bizi izlediğimiz filmden koparır. O yüzden sinemada ses, mizansenin vazgeçilmez bir unsuru. Dublaj, Türkçe bir sözcük değil elbette. İngilizcede ‘dubbing’, ‘ikilemek’ anlamına geliyor. İşte seslendirme bu yüzden, karanlıkta, kelimeler ormanında, hem yol bulmaya çalışmak, hem de bütün manzarayı görmek gibidir.
Dublajcılar belleklerde unutulmaz izler bıraktılar, seslerini hafızalara nakşettiler. Seyirciyi ya da dinleyiciyi, söylediğiniz yalana inandırmak zorundasınız. Kötü dublajlarda, hassas dinleyicilerin pek kolay farkettikleri sahtekar tonlamaları hemen duyarız.
Sesin elbette aklı var, ama seslendirme sanatçısının da aklı olmalı. Sanatçı, aslında neyi ‘duyuyorsa’, o sesi çıkarabilir. Seslendirme sanatçısı, can ve ruh verdiği, tat ve lezzet kattığı kelimelerin, cümlelerin ardındaki ‘aklı’ hissettiği, idrak ettiği ölçüde, iyi bir seslendirme yapabilir, anlamın ardındaki ‘aklı’, seyirciye dosdoğru aktarabilir. Anlam, vurguda gizlidir ve vurgunun nasıl olacağını belirleyen de, sesin aklıdır.
İnsan nasıl yaşarsa, o sesleri çıkarır. Yaydığı sesler, bedeninin özünden çıkar. İnsanın zihni neyse sesi de odur ya da sesi neyse zihni de odur. Akıllı bir insandan aptal bir ses çıkamaz ya da tersi. Bilenle bilmeyenin, inanmışla inanmamışın, aşıkla aşık olmayanın sesi aynı değildir. Bazı sesler tam olarak inandırmaz. İkna edişlerde ya da edemeyişlerde eksik yanlar vardır. Zihninin görülemeyen yerlerinden gelen, vahşi ya da zarif, vandal ya da narin kırıntılar, sızıntılar, haykırışlar ya da kavrayışlar… bunların hepsi, çıkarılan bütün seslerde mevcuttur. Kulak ancak o yöne çevrildiğinde duyulabilir.
Dinlemeyen, dinletemez; duymayan, ses ile nakil edemez. Güzel ses biraz da sıkı, diri ve çıtırtıyı bile rapteden canlı bir kulak demektir. Hatta kulak, sesten önce gelir. Niceleri vardır ki, güçlü gırtlakla ünleyip dururlar kırlara bayırlara doğru; ama gezegendeki yerüstü ve sesaltı katmanların titreşimlerini duyacak kulak bahşedilmemiştir. Sadece duyduğumuz sesleri çıkarabiliriz, duymadığımız seslerin varlığını ve doğasını bilemeyeceğimiz için, anlam katacağımız vurgu tonlamasını bulma ihtimalimiz de yoktur.
Kaydedilmiş sesini ilk defa dinleyen kişiye kendi sesi tuhaf gelir. Ses kaydındaki ses onunsa, konuşurken duyduğu ses kimin? Kayıttaki ses, onun. Ama konuştuğunda duyduğu ses, onun değil; başkalarının duyduğu ses o. Çünkü kimse kendi sesini (teknik olarak) duyamaz. Siz, konuştuğunuz sesi, iç kulak’la duyuyorsunuz; diğerleri, kendi dış kulak’larıyla duyuyorlar. Siz, onların dış kulak’larıyla kendi sesinizi dinlediğinizde, varlığınıza yabancılaşabilirsiniz.
Şehirdeki çeşit çeşit gürültülü sesler, bazen kulakları sağır eder. Taşların, betonların, cam gökdelenlerin ve gecekonduların sesi. Otomobillerin, vinçlerin, vapur ve tren düdüklerinin, insan kalabalığının, bir karmaşayla beraber yarattığı, kulakları sağır edecek kadar şiddetli ses yumakları. Ve havada titreşerek kulaklara değen yayınların sesleri. Canhıraş ses öbekleri. Uçak geçer, matkap sesleri gelir, alüminyum doğrama sesleri duyulur, patatesçi geçer… Bu tuhaf metropol seslerini kimler dinler?
Yüksek desibelde yayılan çapakları alınmamış sesler, bütün canlıların sinir katsayısını yükseltir; köpekler havlar, insanlar birbirine bağırır, kuşlar da sürüler halinde öter, otomobil şoförleri klaksonlara abanırlar. Cankurtaran sirenleri de benzer etki yaratır.
Konuşmada, açıklık, gerçeklik ve güzellik önemli. Düzgün soluk alamazsak, sesimiz, kulağı tırmalayan bir keçinin sesi gibi titrer. İnsanlar konuşurken genellikle yeteri derecede soluk alıp vermezler ve nefes almadan veya nefes nefese konuşurlar. O yüzden, düşünürken soluk almalı, sözü söylerken soluk vermeliyiz. Yumuşak sesle insanları ikna edip ruhlarında ahenk yaratabilirsiniz, yüksek ve saldırgan seslerle ruhlarını ve varlıklarını tarumar edebilirsiniz.
Katı varlıkların içinden geçebilen tek canlı varlık, sestir. Bütün katı varlıklara değer, nüfuz eder, değer, onlara çarpar, içlerinden geçer ve bütün bu etkilerle canlıları ve hayatı dönüştürür. Sesler yalan söyleyemez.
Alp Buğdaycı
Yazarın internet adresi burada.
Subscribe
0 Comments
oldest