Altay Öktem: “Aslında biz çok korkuncuz!”
Hekim yazarlarımızdan biri. Eski Bir Çocuk, Su Kuşu, Beni Yanlış Öptüler Aslında, Çamur Şiir ve Herşey; Oda Kırbaç Ayna adlı şiir kitaplarıyla tanıdığımız Altay Öktem, farklı türlere göz kırpan Tanrı Acıkınca ve Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak adlı kitapların da yazarı.
“Aslında biz çok korkuncuz!”
Bildiğimiz edebiyatın sınırları içinde korku edebiyatı yapılamıyor ya da korku türü çok farklı bir edebiyatı gerektiriyor sanki. Bir yapıtı korku romanı diye nitelemek için hangi özelliklere sahip olması gerekir, ölçütleri ya da sınırları nelerdir?
Aslında korku edebiyatının, kalın çizgilerle çizilmiş sınırlarının olması gerekmiyor. Bildiğimiz edebiyatın sınırları içinde korkuya yer verilmemesi, edebiyatçılarımızın anaakımın dışına itilmekten, kabul görmemekten duydukları korkuyla ilişkili. Ülkemizde korku edebiyatının gelişmemesi tamamen “yazarların korkusundan” kaynaklanıyor! Korku çok insani bir duygu ve hepimiz bir şeylerden korkuyoruz aslında. Korkunun üstünü örtmek yerine üstüne gitmeyi tercih edersek, kendimizi korku edebiyatının sınırları içinde buluruz. Elbette Batı edebiyatında yer etmiş, klasik kalıpları var korkunun. Ama son yıllarda o kalıplar birer birer kırılıyor. Tüylerini diken diken eden, seni ürperten şey korkudur. Başka kalıba gerek yok bence.
Dünyada korku türü epey uzun bir süre boyunca yeraltı edebiyatının alanındaydı. Son birkaç yıl içinde anaakım içinde de yer almaya başladığını görüyoruz. Bu, türün doğasına aykırı bir durum sayılabilir mi? Ya da türe katacağı şeyler nelerdir?
Anaakımın dışında kalan türlerin ya da tek tek yazarların bir anda anaakım içine çekilmeleri, hatta popülerleşmeleri dünya edebiyatında çok sık rastlanan bir durum. Korku, bana kalırsa doğrudan yeraltı edebiyatının sınırları içinde değildi ama yapısı gereği her zaman yeraltına yakın durdu. Korku edebiyatının da kendi içinde alttürleri var. Popüler kültür öğelerine sıklıkla yer veren, hepimizin yaşadığı gündelik hayatı fon olarak kullanarak korku öğelerini onun içine yerleştiren edebiyatın anaakım içinde yer alabilmesi doğal. Diğer yandan gotik korku, her zaman için boğucu, sisli bir atmosferin içinde yaşamaya, bu yanıyla da yeraltına yakın durmaya mahkum. Lovecraft gibi gotik korku ustaları bile ancak bu türün meraklıları tarafından biliniyor. Hatta her dönemde, kendine özgü fanatik bir okur kitlesi yaratabiliyor. Gore, çok daha spesifik bir alttür; anaakımın içine alınmasına imkan ve ihtimal yok. Korkuyu vahşetle yoğuran gore’un Türkiye’de yazılabilmesi de pek mümkün değil mesela. Kısacası, doğası uygun olan, anaakıma eklemleniyor; doku uyuşmazlığı olanlarsa, kim ne yaparsa yapsın, yeraltına yakın bir yerde kalıyor.
Türk edebiyatında ise bir çeşit “çorak ülke” olma hali göze çarpıyor; yani genelde fantastik edebiyat, özelde korku edebiyatı örneklerine çok nadir rastlıyoruz. Bir de (sırf bu dosyayı hazırlarken bile) hissettim ki tuhaf bir dışlama, hatta aşağılama var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Korkusuz bir millet miyiz, yoksa korkularımızı kurcalamaktan bile korkuyor muyuz?
Trajik bir durum var ortada. Batı kültürü, korku öğeleri açısından çok zayıf. Doğuya doğru ilerledikçe korku unsurları da artıyor. Anadolu toprakları, bu açıdan tam bir cevher aslında. Günümüzde bile, cinlere inanmayan neredeyse yok. Adım başı kesikbaş hikâyeleriyle karşılaşıyoruz. Anadolu’da hâlâ insanların nazardan öldüğüne, cin çarptığı için sakat kaldığına inanılıyor. Gündelik hayatını sayısız batıl inançla kuşatmış, o inançlar doğrultusunda yaşayan bir toplum var karşımızda. Ama bu toplumun korku edebiyatı yok. Hiç olmadı! Diğer yandan, doğru düzgün bir korku kültürü, böyle bir geleneği olmayan Batı toplumları basit bir cadı kavramından bile koskoca bir korku külliyatı çıkardılar. Edebiyatıyla, sinemasıyla zengin bir gelenek oluşturdular. Türk toplumu zaten kendi benliğini bulamamış, komplekslerini bir türlü aşamamış bir toplum. Doğal olarak, edebiyat dahil, her şeye yansıyor bu. Aşağılık duygusunu bastırabilmek için, yüksek edebiyat yapma kaygısına kapılıyor, kendimize ait değerleri, duyguları reddederek ve yerlerine daha üst değerler monte ederek dışarıya bunları yansıtıyoruz. Kimse yemiyor tabii. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor; korkusuyla, fantastiğiyle, bilimkurgusuyla, pornosuyla bin bir çeşit zenginlik yaratıyor. Bizde ise eli kalem tutan herkes Tolstoy olmaya kalkıyor.
En eski olanlardan en yeni olanlara dek edebiyatta korkunun temelinde cinsellik ve din var. Oysa korku bir yana, doğrudan bu iki tema üzerinde gelişen edebiyat yapıtlarına da bizde pek sık rastlanmıyor. Korkuyu harekete geçiren alanlar bizde zaten tabu sayıldığı için bu türe ağırlık verilmemiş olabilir mi? Hatta daha ileri giderek bizde çeşitli nedenlerle “kutsal olanı tahrip etme duygusunun” yeterince gelişmemiş olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hep söylendiği gibi biz sahiden asker toplumuz. Günümüzde pek çok şey değişti, her türlü aşırılığa daha hoşgörülü bakılmaya başlandı. Ama bir şartla: Aşırılığı bile hizayı bozmadan yapacaksın! Kutsal olanı tahrip etme duygusu elbette gelişmemiş; hatta dokunulmasını istemediğimiz her şeye kutsal süsü vermeye alışmışız. Cinsellik ve din en önde gelen tabularımız zaten. Ülkemizde korku edebiyatı olmamasının, elbette bu tabularla doğrudan ilişkisi var. Çünkü korkunun asıl malzemesi cinsellik ve dindir. Bu ikisinin yarattığı klasik değer yargılarını öne çıkartarak, ya da aksine, bunlarla hesaplaşarak, her iki yöntemle de korku edebiyatının kapılarını rahatlıkla açabilirsin. Bu da cesaret ister. Sadece korku edebiyatını değil, alttürlerin hepsini küçümsemek, aslında küçük görmekten değil, kendine güvensizlik ve cesaretsizlikten kaynaklanıyor.
Cinsellik ile korku, din ile korku arasındaki bağlantıları siz nasıl kurarsınız? Korku edebiyatının nihai olarak vardığı yer ölümle hesaplaşmaksa, din ve cinsellik insanın ölümle hesaplaşmasına en çok olanak sağlayan alanlar mıdır?
Zaten tüm tabuları başlı başına korku kaynağı olarak kabul edebiliriz. Tüm dinlerin temelinde korku vardır. Din, insanı korkuta korkuta “kul”a çevirir. Bu açıdan da korku edebiyatının çoğu unsuru dini inançlardan, anlatılardan çıkarılmıştır. Ciddi bir tabu olan cinsellik de korku edebiyatının besin kaynaklarından biri. Ölümle hesaplaşmak ve ölümün yaşamın sonu değil, parçası olduğunu göstermek gibi bir işlevi de vardır korku edebiyatının. Ölümün yaşama sızdığı ve yaşamı dönüştürdüğü, başka bir şeye çevirdiği yerleri göstermek, doğrudan korku edebiyatının işlevleri arasındadır. Ölümle hesaplaşmaya kalktığında, en başta dinle ve cinsellikle hesaplaşman gerekir. Sevişmek, bir insanın ölüme en çok yaklaştığı andır. Doğumun ve ölümün ortak noktası, bileşkesidir. Aşkınsa ölümle bir ilgisi yoktur. O yüzden daha yapay bir duygu, bir çeşit “başkasını kullanarak kendini avutma” biçimidir aşk. Bir çeşit “sanı”dır. O yüzden de gerçekliği sınırlıdır. Ölüm kavramına yaklaştıkça gerçek daha görünür olur. O yüzden de sevişmek daha yakındır gerçeğe. Ayrıca daha erdemlidir ama o başka konu! Din ise, hem hayata, hem hayattan öncesine, hem de sonrasına dair iddialar taşır, ölümü çekip çevirir, kendine göre hale yola koyar. Bizde korku edebiyatının olmamasında, kendisini besleyen bu iki önemli etkenin tabulaştırılması önemli bir rol oynuyor. Üzerinde düşünemediğimiz, konuşamadığımız, yazamadığımız şeyler bunlar. Konuşuyor gibi yapsak da, hizayı bozmak gibi bir lüksümüz yok. Aslında biz, çok korkuncuz!
Gülenay Börekçi, Tolga Meriç
Subscribe
0 Comments
oldest