Melida Tüzünoğlu: “Islıkla çalınan bir melodi gibi, dalgacı ve hüzünlü…”
Melida Tüzünoğlu, ilk kitabı Ambulansla Dünya Turu’nu yazmaktan çok yayınlatmaya vakit harcamış ve yayınevi bulmakta epey zorlanmış. “Avangard metinlere inanmayan, cesarete ve tutkuya yüz vermeyen, risk almayan yayınevlerinin aksine” sonunda romanı basmayı April Yayınları kabul etmiş. Büyük bir heyecanla… Üstelik hiçbir zaman bir “çok satan” olamayacağını bile bile…
Bana gelince; ben romanı okumakta bir parça geciktim. Her zamanki Beyaz Tavşan halimle… Yazarını şurada burada yapılan kısa sohbetler aracılığıyla az da olsa tanıyordum zaten, okurken ilk fark ettiğim şey kitabının da kendisine benzediğiydi. Yani ikisi de güzel, neşeli, hüzünlü, sürprizli ve görüntülerinin aksine çok kuvvetliydi.
Anlat derseniz… Anlatamam. Ne bildik anlamda bir olay örgüsü var kitabın, ne de alıştığımız türden bir dili. Bence, denemekten, derinlere inen kazılar yapmaktan korkmayan bir yazarın gözüpekliğine işaret ediyor her şeyden önce. Sonra mis gibi bir tazelik ve ferahlık kokusu yayıyor. Şaşırtıcı, oyuncu, hatta pervasız… Islıkla çalınan dalgacı ama hüzünlü bir melodi gibi! Siz de eğer kazı yapmaya üşenmeyen bir okursanız, Ambulansla Dünya Turu’nu bir an önce alın, sonra da sayfaları çevirdikçe yaklaşan o ıslık sesinin size neler hatırlattığını düşünün. Ama önce bu röportajı okuyun.
“Islıkla çalınan bir melodi gibi, dalgacı ve hüzünlü…”
Kâğıt ve kalemle olan maceranız nasıl başladı ve macera olmaktan ne zaman çıktı?
Çocukken deneysel ve bütünlüğü olan yazılar yazmaya başlamıştım. Resim yapmayı da sevdiğim için, çizim ve yazı iç içeydi. Sonra 17-18 yaşımda bilgisayarın beni alışkanlıklarımdan koparan, zorlayan fakat zevk veren bir yanı olduğunu keşfettim. Benim için pc, daktilonun nostaljisini hissettiren pratik bir aletti. Kalemle yazarken, yazının estetiğine de dikkat ettiğim için yavaş yazıyordum, bu da yazım ve fikirlerimin hızı arasında büyük farkın oluşmasına neden oluyordu. Tuşlara basarak daha çabuk yazabildiğimi fark edince sadece pc’de yazmaya başladım. Birkaç sene sonraysa laptop’a geçtim. Bir laptop’ı eskittim, L ve K harfleriyle iki nokta üst üste ve silme tuşu çalışmıyor. Şimdi yeni laptop’ımda yazıyorum. El yazım eskisi kadar iyi de değil. Bunu anladığımda yazma bilmeyen insanlara mı dönüşeceğiz paranoyası yüzüme tokat atıp gitti. Anlayacağınız, natürel ve mekanik değilim, led ekranın kaligrafisine teslim ediyorum kendimi.
Yazıyla şu anki lişkinizi anlatır mısınız? Neler bekliyor sizden ve neler vaad ediyor. Onu sizin için çekici kılan nedir?
Aslında yazının beni çekici bulmasını istiyorum temelde. Sürekli bir arzulanma arzusu duyuyorum. Yazı için daha yaratıcı olmayı, bilgi ve birikim sahibi olmayı, araştırmayı, kendime misyonlar yüklemeyi, hayal kurmayı, durulaşmayı ya da zevklerimi inceltmeyi istiyorum.
Romanınızın ne kadarı sizsiniz, ne kadarı sizin dışınızdaki ihtimaller?
Yazı, kendimiz dışındaki ihtimalleri de temsil ediyor. Yapmaya çalıştığım şey kültürel süreçlerin ürünü, en az benim kadar. Ben bu kültürel parçalara ulaşan bir aracım. Kadın olduğum için kadınların hikayesini anlatıyorsam; okuyucu, gözlemci olduğum için de o hikayedeki ataerkil dayatmaları görüyorum, sebep-sonuç ilişkilerine bakıyorum. Her şey birbiriyle ilişkili… Bağımlılık olduğu için bağımsızlık da var sanıyoruz. Bazen her şeyin tersi olmuyor, grinin tersi gri.
Bazı insanlar bir yere, bazı insanlarsa yola aittir. Siz bir yol hikayesi anlattınız. Yolculuk sevdiğiniz bir şey midir?
Aidiyet duygum, diğer duygularıma göre zayıftır. Bu yüzden yolcu olmayı sevmesem de, yolculuğu severim.
Yazma süreci bittiğinde ne hissettiniz, kitaptan ayrılıyor muydunuz, yoksa kurtuluyor muydunuz? Demek istediğim hüzünlü müydünüz, mutlu mu?
Hüzünlü, depresif ya da karamsarsam yazamıyorum. Genel olarak yazmadan önce, uzun bir dönem boyunca mutlu olmam gerekiyor. Yazma süresindeyse, bilinçdışım ve belleğimle çok muhatap olduğum için hüzünleniyor, öfkeleniyor, histerikleşiyorum. Yazma süreci bittiğinde, harika bir kek yapmış biri gibi değil de, sırtından vurulmuş ama kurtulmuş biri gibi hissediyorum kendimi.
O süreçte kendinize dair neyi keşfettiniz?
Yüzleşmekten korkmadığımı gördüm. Bu ülkede herkesin büyük yaraları olduğuna dair bir anlaşma yapılsa altına imza atarım. Bir anlamda, hepimiz acıların çocuğuyuz. Yani, Lacan’ın bahsettiği doğum anındaki kopuştan travmatize olan bireyler değil benim gördüğüm, her gün farklı kaynaklar yüzünden ruhsal ve fiziksel olarak travmatize olan insanlar görüyorum etrafta. Bunun yansımaları da farklı sapmalar doğuruyor, mesela Ambulansla Dünya Turu’nun dilindeki sapmayı. Tabi bu dil açısından çok da kötü bir şey değil; çünkü Türkçe acıdan çok neşenin, esnekliğim ve oyunun dili oluyor birdenbire. Kendini bu şekilde savunuyor.
Gündüz Vassaf kitabınızın adının aslında bir an evvel yapmamız gereken şey olduğunu söylemiş… Bu dünyanın acılarını yakından görmeye ve şifalı olacak eylemleri gerçekleştirmeye, yani üzerimize düşeni yapmaya başlamamız gerektiği anlamında sanırım. Siz ne düşünüyorsunuz? Yazmanın iyileştirici bir etkisi olduğunu söyleyenler var, Ambulansla Dünya Turu’nda siz iyileştiniz mi?
Yazmak boşaltıcı bir eylem. Şişeden sütü boşaltmak, bağırsakları boşaltmak gibi. Şişe ve bağırsaklar durur ama süt ve kaka artık başka şeylere sebep olmaya başlarlar. Sütün ve kakanın sonrasını düşündüğünüz gibi, öncesini de düşünmeye başlarsınız. Bu da edebi olduğu kadar sosyolojik bir sürece dönüşür. İneğin nerede otladığı, şişenin nerede ve nasıl üretildiği veya atıklara hangi işlem uygulandığı önemli sorulara dönüşüverir. Oysa şişeden sütü boşaltmak daha basit bir eylem gibi görünür, ama değildir. Dolayısıyla iyileşmek de o kadar basit değildir.
Okuması zor bir yazar olduğunuz söylenebilir mi? Ya da bunu söyleyenler oluyor mu?
Yaşamak zor bir şey. Bir yerden bir yere gitmek, resmi bir kağıt almaya çalışmak, muayene için sıra beklemek zor şeyler. Trafikle, bürokrasiyle, doktorla karşılaşmak da ‘tatlı hayat’ı kesintiye uğratan şeyler. Her konuda zorluklarla karşılaşıp onlara göğüs geriyoruz da, okurken karşılaştığımız zorluklarla neden bu kadar ikiyüzlü bir ilişkimiz var, anlamıyorum.
Farklı bir diliniz var, size has. Bu hep var mıydı, yoksa bir çabanın sonunda mı oluştu?
Her zaman vardı. Daha dip ve kaotikti üstelik. Hatta bu dili kullandığım için dışlandığım ya da başkalarından kopya çektiğime dair suçlandığım da olurdu. Şimdi o dili bir malzeme, araştırma konusu ve somut bir varlık gibi görüp daha net bir şey yapmaya çalışıyorum.
Birileri romanın hatta edebiyatın ölmekte olan bir sanat dalı olduğunu söylerken, farklı bir dil arayışına çıkmak neyin iddiası veya neyin umududur?
Edebiyat ölmez. Buna tüm varlığımla inanıyorum. Edebiyatın, müzikle birlikte en yüksek sanat olduğunu düşünüyorum. Romanın ölmesindeyse bir sorun yok, yeni türler çıkacaktır. Benim yaptığımsa bir olasılık tespiti, ket vurulanla cıvıl cıvıl olanın bir aradalığının araştırılması. Biraz posttravma biraz postromantisizm.
Nerede yazarsınız, günde kaç saat yazarsınız, ne bileyim her gün mü yazarsınız?
Her gün yazamıyorum, ama her gün yazıyı düşünüyorum. Bazen tüm gün sokaklarda oluyorum ve oturup yazamayacağımı bildiğim halde laptop’ımı yanımda taşıyorum. Omuz ağrılarım yazmakta olduğum romanıma eşlik ediyor. Romana tamamen hazır olduğumdaysa, yer değiştirmeden konsantre bir şekilde yazıyorum.
Hangi yazarları tutkuyla seversiniz?
Dönem dönem değişiyor, tutkularımla hareket ettiğim için. Şimdilerde Şule Gürbüz, Orçun Türkay… Toby Barlow’un Sharp Teeth’i ve Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar’ında tutku gördüğüm için ben de tutkuyla karşılık veriyorum. Sylvia Plath, Tezer Özlü, Margaret Atwood’a sevgi, Virginia Woolf ve George Bataille gibi yazarlara ise korkuyla karışık saygı duyarım. Listem ve sebeplerim çok uzun, bunlar aklıma gelen ilk örnekler…
Edebiyat dünyamıza dair size en sıkıcı, en manasız gelen şey nedir?
Edebiyat dünyasındaki en sıkıcı ve manasız şey edebiyat üzerine konuşmak. İkinci şey de kitapçılarda raf raf ucuz bestseller’lara maruz kalmak. Ambulansla Dünya Turu’ndan beklentim büyük, ama onun hakkında konuşamayacak kadar da yorgun hissediyorum kendimi.
Ambulansla Dünya Turu’ndan sonra ne üzerinde çalışıyorsunuz?
Öykü kitabım ve ‘networking’ kavramını masaya yatırdığım bir roman üzerine çalışıyorum.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest