Egoist okur

Arslan Sayman: “Hâlâ içimdeki çocuk için yazıyorum”

Eski psikolog, yayıncı ve editör Arslan Sayman, yıllar önce ani bir kararla çocuklar için yazmaya başladı. Küçük okurlar onu “Piri Reis’le Açık Denizde”, “Hezarfen’in İzinde Gökyüzünde”, “Kirazlı Köşkün Çocukları” ve sayısını hatırlamadığım başka birçok güzel kitapla tanıyor. Yakında Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkacak “Evliya Çelebi Gibi” kitabını okuyacağımız Sayman’la uzun uzun konuştuk. Bunları ve daha birçok başka şeyi…

En güzeli neydi biliyor musunuz? Onun hâlâ içindeki çocuğa, küçük Arslan’a yazmayı sürdürecek kadar işine bağlı olması, heyecan duyması. Bir de sevgilisi Deniz Üçbaşaran’ın yaptığı bir resim aracılığıyla yazmaya başladığını anlatması. Aşağıda okuyacaksınız, kısa kesiyorum. (Bir gün yeteneğine hasta olduğum Deniz’i de konuk ederim umarım.)

Bitirirken; Arslan’ın asla ve katiyen büyükler için yazmayacağını söylemesine, “Onlar için yazan birçok iyi yazar var zaten” demesine ayrıca bayıldım. İşte huzurlarınızda Arslan Sayman ve hikayeleri…

“Ben hâlâ içimdeki çocuk için yazıyorum…”

Arslan, seninle yıllar önce ilk tanıştığımızda da yazan çizen bir insandın ama dergicilik, yayıncılık yapıyordun. Çocuk kitaplarıyla ilişkin sanıyorum çok daha sonra çıktı ortaya. Anlatır mısın?

O zamanlar yazan sendin, ben de hazırladığım dergilere nefis yazılar yazan seni keyifle okurdum. Dergiler, yayıncılık eskide kaldı ama aklımda da kaldı. Keşke o güzelim dergileri yeniden yapabilsek.

:) Teşekkürler… (Burada yüzü kızaran insan olarak beni düşünebilirsiniz.) 

Çocuk kitaplarına gelince; şöyle gelişti; sevgilim Deniz Üçbaşaran sürekli çizer dururdu ama yayımlatmak için hiç uğraşmazdı. Yaptığı illüstrasyonlara mutluluktan dört köşe olarak bakardım. Ayrıcalığa bakar mısın, sadece ben görürdüm o işleri. Günün birinde o güzelim işlerden bir demeti önüme koydu, “Benim için bir masal yazar mısın?” dedi.

Ne güzel! Peki ne yazdın?

Duvarları kıpkırmızı bir evde yaşayan, bundan acayip mutsuz olan bir kırmızı kuş vardı karşımda. Önce bunaldım, aklımdan “ulan kimse bu durumda kalmasın!” diye geçirdim. Uzatmayalım, Deniz’in Kırmızı Kuş’u için şiir döktürmeye başladım, baktım bizim kuş isyankâr bir kahramana dönüştü, düpedüz anarşist oldu. Evin duvarları maviye boyandı, kuşumuz mutlu oldu ve ben ilk kitabımı yazmış oldum. Kuş’u kurtardık ya! Sevincimden uçuyordum. Sonra tutamadım kendimi, çocuklara yazmayı sürdürdüm. Bünyede varmış demek, “pıt” diye çıktı ortaya.

Çocuklar için yazmanın senin için güzel yanı ne, ne çeşit bir yazma ve yaratma zevki veriyor?

Açıkçası bazen “Çocuklar için mi yazıyorum?” diye soruyorum kendime. Yayımlanıp kitapçı vitrinlerinde yerini aldığında öyle görünüyor ama aslında çocuk olan, öyle kalmak isteyen Arslan için yazıyorum galiba. Bir dosyayı çalışmaya başladığımda değişiyorum. Ota çoka “zart zurt” eden sevimsiz adam gidiyor yerine “iyi bir çocuk olarak Arslan” ortaya çıkıyor. Çok gülüp, eğleniyorum. Çocuklar için yazmanın tüm nimetlerini yaşıyorum anlayacağın.

Yetişkinler için de yazmak ister miydin? Yahut yazacak mısın?

İstemem, yazmayacağım. Onlar için yazan bir sürü iyi yazar var!

Bana öyle geliyor ki, çocuklar için yazdığın kitaplarda kendi hayatından izler de var. Şiir ve tiyatro geçmişin hissediliyor. Mesela Barba ile Rabarba’da köy köy, kasaba kasaba dolaşan bir gezici tiyatronun çalışanlarını anlatıyorsun. Kendini ne derece dahil ediyorsun yazdığın hikayelere?

Haklısın, yıllar içinde heybemde birikenler yazmaya başladığımda mutlaka bir yerlerden kafalarını çıkarıp kendilerini yazdığım kitaplara dahil ediyorlar ama “Oturup başımdan geçen şu olayı yazayım” dediğim hiç olmadı. Şiir hâlâ hayatımın ta göbeğinde yer alıyor. Okuru olarak tabii. Tiyatro ise bir kuyruk acısı diyelim, 9 Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi’nin sınavında çaktım, giremedim o güzide kuruma, yokmuş yeteneğim. Sonrasında üniversitedeyken amatörce uğraştım, sahneye çıktım, beni bir kere başrolde bile oynattılar. Bugün de tiyatro metinleri okumaya bayılırım. Kitaplarımı yazarken özellikle beni beslediğini düşündüğüm bu iki cevheri kullanmadan duramıyorum, iyi de yapıyorum.

Kahramanların çocuklar, yetişkinler ve hayvanlar… Ama aynı zamanda cansız nesneler. Mesela Kalamış Koyu’na dökülen Kurbağalıdere’nin sığ sularında pinekleyip duran ama açık denizlere açılacağı günleri, özgürlüğü düşleyen minik kayığın hikayesi çok hüzünlü. Nasıl geldi aklına önünden geçip gittiğimiz ve üzerlerine fazla düşünmediğimiz cansız nesneleri konuşturmak?

O kitap ve kahramanı doğrudan Kurbağalı Dere’den çıktı. Kalamış’ta gezerken fotoğraflar çekmiştim. Engin Mavi o fotoğraflardan bana bakıp durdu aylarca, sonra aklımı çaldı ve bana “Yazsana kardeşim beni, ne duruyorsun!” dedi. “Engin Mavi” önce kısacık bir öykü olarak yazıldı. Okuması için Aslı Tohumcu’ya gönderdim. “Ne yani açık denize çıkmayacak mı bu güzelim kayık, aaa!” dedi. Haklıydı, oturdum öyküyü devam ettirdim, romana döndü iş. Şimdi yine bir kare var belleğimde, İzmir’in şirin sahil kasabası Karaburun’da terk edilmiş bir evin bahçesinde öylece çürümeye bırakılmış bir bisiklet. Terk edildiği için sinirli elbette, şimdilik kafamın içinde söylenip duruyor “Niye bıraktınız kardeşim beni buraya, gezip tozmak varken!” diye. Yazacağım o bisikletin sıkıntılı yalnızlığını, bir çocuğun gelip onu o mezbelelikten kurtarmasını nasıl beklediğini… Vakti var, olgunlaşmasını bekliyorum.

Özgürlük sana göre nedir?

Gülenay, bu çok kazık bir soru. Birazcık esprili yanıtlamak isterim: Özgürlük bence hayat menüsündeki en lezzetli yemektir. O yemeği tatmak için bedel ödeyecek gücümün olmasını isterdim.

Romanlarında tabiatla ilişkisi sağlam çocuklar var. Şanslılar da bir bakıma, çünkü günümüzde şehirli çocukların tabiatla bağları kopmaya başladı. Ne düşünüyorsun, tabiatla ilişkimizde eksilen şeyler bizi nasıl etkiliyor, yaralıyor?

Bu soruya kitabım “Piri Reis’le Açık Denizde” kitabım için gittiğim okullarda yaptığım bir etkinliğin verilerini paylaşarak yanıtlamalıyım. Kitabın kahramanı Azra “Dünya üzerinde keşfedilmemiş bir yer kalmış mıdır?” sorusunu soruyor ve başlıyor araştırmaya. Ayak basılmamış yerleri arıyor ama sonra fark ediyor ki kendi yaşam alanını, çevresini tam olarak keşfedememiş. Etkinliklerde okurlarıma kendi yaşadıkları sokağın haritasını çizmelerini istiyorum. “Sokağa çık ve neler var yaşadığın sokakta bunları bizimle paylaş” diyorum. Büyük kentlerde yaşayan çocuklar için sonuç ürkütücü. Sabah servise binip okula giden ve aynı yöntemle eve dönen çocuklar sokaklarını bilmiyorlar. Bırak sokağını bilmemeyi, yaşadıkları sitede karşı evde kimlerin yaşadığını bile söyleyemiyorlar. Eczaneden haberi yok, terzi, nalbur, ayakkabı tamircisi falan bilmiyor zaten. Gittiği berberin adını soruyorum, yanıt yok. Yani geçtim tabiatla falan ilişkiyi kendi yaşam alanlarına karşı bile ilgisiz, duyarsız çocuklar yetiştiriyoruz. Kitaplarımdan birinde dalgasını geçmek için yazmıştım. Kahvaltıda ısrarla peynir yemesi istenen çocuk soruyor “İneğin neresinden yapılıyor bu?” diye!

Senin kitaplarındaki çocuklar öyle değil…

Ben inat ederek kahramanlarımı evden dışarı çıkarıyorum. Kitaplarımı alan çocukların tabiatla buluşmalarını istiyorum. “Böyle bir hayat da var!” diye bağırıyorum. Beni işiten çocuklar olduğunu biliyorum ama asıl duyması gerekenler ebeveynler. Benim kuşağımın, hadi 26 yaşındaki kızım Ilgın’ın kuşağını da ekleyelim, hayatın bilgisini gerçeğinde arama şansları vardı. Hep bahçeli evlerde oturduk, İstanbul’da yaşarken bile öyle olması için çaba ve para harcadık. Ilgın bahçesinde tulumbası da olan bir evde, iki kavak arasında kurduğumuz hamakta büyüdü diyebilirim.

Mevsimlere Güzelleme kitabımda bir şiir var, şöyle…

“Annem soruyor bazen

Evi sevmiyor musun?

Elbette seviyorum

Hiç sevmez olur muyum?

Ama sokaklar varken

Evde oturur muyum?”

Günümüzde çocuğun evde oturanı makbul, ne yazık ki böyle.

Kitapların yetişkinlerin düşüncesizce zayıflatmayı sürdürdüğü bu bağı kuvvetlendirmek konusunda etkileri olabilir mi?

Keşke, uğraşım o yönde ama gerçekleşmeyebilir gibi geliyor, umutsuzluğa kapılıyorum. Kentli, eğitimli ve ortanın üstü gelire sahip ailelerin çocukları daha da kötü durumda. İstanbul’daki seçkin bir okulda düzenlenen bir etkinlikte, “Bruni’nin Avlusu” kitabımı konuşuyorduk. Yaz tatilinde bilgisayar başında oturmak yerine mahalleli arkadaşlarıyla tiyatro çalışmaları yapan kahramanım çocuklara “garip” gelmişti. “Yaz tatilinizin böyle geçmesini ister miydiniz?” diye sormuştum ve aldığım yanıtlar beni sarsmıştı. Hele “Annem bisikletle ortalıkta gezmemi asla istemez. Araba çarpar” diyen çocuğun yüzündeki mutsuzluk ifadesi beni sarsmıştı.

Peki… Sen nasıl bir çocuktun?

Sekiz çocuklu bir ailenin yedinci çocuğuydum desem! Gürültü patırtı içinde büyüdüm. Bahçeli bir evde doğdum, hemen hemen tüm yazlarım sahil kıyılarında ya da yaylalarda geçti. Ha! Her çocuk kadar yaramaz ve şımarıktım.

Tarihle ilişkini merak ettim aslında. “Piri Reis’le Açık Denizde” ve “Hezarfen’in İzinde Gökyüzünde” adlı kitaplarında doğrudan tarihi şahsiyetlerden ilham almıştın…

İyi bir okur olduğumu söylerler, tarih de okuyorum elbette. Ancak tarihi kişilikleri yazayım diye yola çıkmıyorum. Piri Reis, Hezarfen kitaplarımın asıl kahramanları değiller. Arkada öylece duruyorlar. Derdimi anlatmak için onları kullanıyorum, kahramanlarıma eşlik ediyorlar. Doğrudan onları yazmayı istemem zaten. Kitaplarımın kuru, didaktik ve “bilgilendirici” olmamasını isterim. Öyle kitaplar var ve ben bile okumaktan keyif almıyorum. Uçmak isteyen ya da keşfetmek isteyen çocuklardan ilham alıyorum. Onların hikayelerini anlatırken araya bu tarihi kişilikler de giriyor, iyi de oluyor, anlatıyı besleyip destekliyor. Bu isimleri şimdiki kuşaklara tanıtıyorum, o da iyi. Sırada Kırmızı Kedi’den çıkacak olan “Evliya Çelebi Gibi” kitabım var. Bu kitapta da Evliya Çelebi’den yola çıkarak bambaşka bir dünya kuruyorum aslında. Kahramanım, gezgin olmayı kafaya takmış bir çocuk, ondan ilham alıyorum. Kitaplarıma Nazım’dan Sait Faik’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Mehmet Akif’e edebiyatçıları da konuk ediyorum. Bunu misyon edindiğim için değil, hikayenin bir yerinde gerçekten kitaba girmelerini istediğim için, kendiliğinden giriyorlar.

Yeni çıkan “Kirazlı Köşk’ün Çocukları”ndan da bahsetmek isterim… Her mahallede bir eski köşk vardı eskiden, bizim kuşak bunu iyi bilir. Ben mesela bizim mahalledeki köşkle ilgili ne hikayeler uydurmuş, içine girip korka korka ne dedektiflikler yapmıştım. Senin romanın da böyle bir deneyimden ortaya çıkmış olabilir mi?

Benim büyüdüğüm mahallede de öyle metruk, yıkıldı yıkılacak bir köşk vardı. Ancak kitabı yazmaya başladığımda değil sonradan aklıma geldi orası. Bu kitapta derdim, 100 yıl önce yaşamış bir kız çocuğunu anlatmaktı, O’nun büyürken yaşadıklarını, sıkıntı, özlem ve gelecekle ilgili beklentilerini yazmayı istemiştim. Bunu da tarihi bir kurgu içinde anlattım. Fakat şimdi sen bu soruyu sorunca, canım çocukluğumuzun köşklerini yazmak istedi… (gülüyor)

Son olarak şu soruyu sorarsam hata etmiş olur muyum? Genel olarak çocuklar tarihi neden sıkıcı buluyor? Acaba bu konuda esas biz büyükler mi suçluyuz?

Seni ve kendimi suçlamadan söyleyeyim, büyükler suçlu! “Tarihin kendisi değil anlatıcısı sıkıcıdır da ondan” desem, bana katılır mısın? Hele bizim eğitim sistemimiz ballı börekli tarihi bile “müfredat” içinde tadından yenemez hale getirip aktarıyor. Bu memlekette “Muhteşem Yüzyıl” dizisi, izlenme rekorları kırdı, sanırım sonrası da geldi ve tarihi romanlar, diziler, filmler patladı. Bu memleketin çocukları da izledi bunları, öyle değil mi? Biz kalkıp Tanzimat Fermanı’nın kaç yılında imzalandığını soruyoruz çocuklara, “ezberle gel” diyoruz. “Yahu; o zamanlar İstanbul’da hayat çok farklıydı, mutfak kültürü şöyleydi, insanların giyim kuşamı farklıydı ve müthiş bir zenginlik egemendi, bin tane millet bir arada yaşardı ve günün birinde bu birlikteliğin kuralları olması gerektiğini anladılar ya da hayat dayattı, oturdular böyle bir anlaşma yazdılar” diye anlat, bak bakalım çocuklar tarihi sevmiyor mu?

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments