Asil Türkan, hafifmeşrep Müjde, elmasları seven Ajda
Bu ülkede yayıncıların nedense pek ilgi göstermediği biriciğim Erica Jong’un kitaplarına yeniden daldığım şu günlerde aklıma geldi bu konu. Jong romanlarına gerçek hayattan tanıdığı kişileri; yazarları, şairleri, aktrisleri, yönetmenleri konuk ediyor sık sık ve onların kırılabileceklerine, incinebileceklerine aldırmadan yazıyor. Bazılarını gerçek adlarıyla, bazılarını takma isimlerle anlatıyor. Çok da tepki alıyor bunu yaptığı için. Daha doğrusu alıyordu. Epeydir kimseyi incitmiyor çünkü.
Kitaplarda gerçek insanlara yer verilmesi hakikaten pek nazik bir mesele. Bizde de öyle. Edebiyatın temel besin kaynağı “hayat” ama kitaplarda hayatın bileşenlerinden bazılarına dokunulamıyor. Mesela rakı masasında iki tek attıktan sonra dedikodu hepimiz için serbest ama kitaplarda susuluyor. Peki ya susulmazsa ne oluyor? Ne olacak, hır gür çıkıyor, kavgalar ediliyor, mahkemelere gidiliyor. Yani bazen…
Bu durumda soru şu: Bir yazar tanıştığı herkesten, her şeyden etkilenebiliyorsa, ünlü birinden de etkilenemez, etkilenirse onu yazamaz mı? Bir cevabınız varsa, bekliyorum :)
Popüler kültür şahsiyetleri kitaplara nasıl konuk oldu
Adalet Ağaoğlu
Konuyla ilgili hatırladığım en ayyuka çıkmış olay bu… Elif Şafak, ilk çocuğuna hamileyken, hayran olduğu Adalet Ağaoğlu’nu ziyarete gidiyor. Çocuğunu dünyaya getirip getirmemek konusunda kararsız, bu yüzden yazarlık aşkı uğruna hiç çocuk yapmamaya karar veren Ağaoğlu’ndan bir işaret bekliyor. Ve beklemediği bir şekilde geliyor o işaret! Şafak da bunu “Siyah Süt”te anlatıyor.
Gelin görün ki, Ağaoğlu’nun itirazları var: Hem romanda kendisinden izinsiz söz edilmesine hem de anlatılış biçimine. “Benim evimde çay demlenmez ki. Üstelik tabaktaki kurabiyelerin asker gibi durduğu yalan” diyor. Ayrıca görüşme sırasında Şafak’ı “Yazdıklarınızı okumuyorum, sizden bıktım” diye haşladığını ama onun bu tür ayrıntıları romanına eklemediğini anlatıyor.
“Ölmeye Yatmak”, “Bir Düğün Gecesi”, “Hayır”ın yazarı Adalet Ağaoğlu geçmişte Vü’sat O. Bener’in yazdığı “Bay Muannit Sahtegi’nin Notları”na da konuk olmuştu. Şöyle diyordu kahraman: “En iyisi (…) mutfaktaki patlayacak da beni paramparça edecek korkusunu bir türlü yenemediğim piknik tüpünün düğmesini açayım sonuna dek, yatayım ölüme, ne bu be! Adalet Ağaoğlu yatar da ben yatamaz mıyım!”
Türkan Şoray
Öte yandan Adalet Ağaoğlu da romanlarında gerçek insanları kullanmadı değil. Mesela rüyalarını anlattığı “Gece Hayatım”da, şair, yazar, felsefeci Hilmi Yavuz ile Türk sinemasının ‘Sultan’ı Türkan Şoray arasındaki hayali sevişmeye yer verdi. Hem de nasıl yer vermek!
“Ona yardım etmek için koşuyorum. Yanına vardığımda bir de ne göreyim? Hilmi kaldırımda yalnız değil. Zaten sarhoş da değil, yani öyle clochard hali yok. Fakat çırılçıplak. Altında da Türkan Şoray var, o da yarı çıplak… Kendilerinden geçmiş, sevişiyorlar. Ben tam da bu sevişmenin üstüne düşüyorum. Şoray`ın her zamanki gibi kızıl parlak, alev alev dudakları, siyah güzel topuzu, uzun kirpikleri yerli yerinde ama. Hilmi Yavuz onun üstüne T biçimi kapaklandığı için yüzü görülmüyor…”
Ben bundan şunu anlıyorum: Elif Şafak, Adalet Ağaoğlu’nu ziyaret edeceğine, oturup o ziyaretin rüyasını kurgulasaymış, hiç sorun yaşanmayacakmış.
Sultan’la devam edelim… Orhan Pamuk, “Kara Kitap”ta onu bir konsomatris olarak çıkarıyordu okur karşısına. Sınırsız bir yırtma arzusundan başka ayakta durma sebebi kalmamış olan bu yorgun Türkan, “Vesikalı Yarim” filminden seçilmiş repliklerle cevap veriyordu kahramana. Sürreel bir pavyon ortamında hep aynı cümle çınlıyordu: “Çok eskiden rastlaşacaktık!”
Türkan Şoray’ı yazan, ve bunu yaparken de onu Müjde Ar’la buluşturan bir yazar da Seray Şahiner’di. Genç yazar “Gelin Başı” kitabında yer alan “İlk Öpüşte Aşk” öyküsünde Türkan Şoray ile Müjde Ar’ı aynı bedende birleştiriyordu. “Kadınların kendilerine kurdukları en büyük tuzak, filmlerden rol seçmektir” diyordu hikayenin Türkan Şoray olmayı hayal ederken Müjde Ar olmaktan başka yol bulamayan kahramanı Çiğdem. Hikayeye gore, Türkan Şoray ihanet edeni terk ederken, aşkından ölse de bakmazdı arkasına. Asil ve mağrurdu. Ve hayat güzellik, saygınlık ve ona deli gibi âşık başka bir erkekle ödüllendirirdi onu. Müjde Ar’a gelince; hafifmeşrep ve şehvetliydi. Hep düşer, ayağı hep zaaflarına takılırdı. Gidenin peşinden koştukça küçülürdü. Pişman olacağı şeyler yapardı durmadan. İntikam için beklemezdi. Vicdan azabını, ayıplanmayı, en fenası kendini ayıplamayı göze almıştı. Yüzüne “son” yazısı düştükten sonra bile ağlamaya devam ederdi o.
Bülent Ersoy
Selim İleri, “Bir Akşam Alacası” öyküsünde kısacık da olsa Bülent Ersoy’a yer vermişti. Hamdi Koç’un “İyi Dilekler Ülkesi” romanında da vardı Ersoy. Ameliyat olup cinsiyet değiştirdikten sonra hayat ona maddi her şeyi sunduğu ama hayal ettiği hiçbir şeyi vermediği için düşkırıklığına uğrayan, bu yüzden de artık iyi şarkı söyleyemeyen bir sanatçı olarak.
Ajda Pekkan
Çevirmen ve film eleştirmeni Fatih Özgüven, “Hiç Niyetim Yoktu” kitabında Ajda’yı da kahramanı yapmıştı. Daha doğrusu anti-kahramanı… Süperstar, yüksek ateşle yatağa düşen anlatıcıya bir hayalet gibi musallat oluyordu. Zira eskisi kadar sevilmemek ağrına gidiyordu ve sadık kalmamasının bedelini ona korkulu bir gece yaşatarak ödetiyordu. Polisiye yazarı Mehmet Murat Somer de, “Ajda’nın Elmasları” kitabının kısacık bir bölümünde, ünlü şarkıcıyı okurun karşısına sürpriz bir biçimde çıkarıyordu. (burada verdiğim örnek yetmez, Mehmet Murat Somer’in kitapları pop kültür şahsiyetleri bakımından gerçek birer hazine.)
Baha
Fatih Özgüven’in “Akşamüstü Oldu mu?” adlı hikayesi bana Noel Coward’ın “Ucuz şarkılar bazen ne kadar tesirlidir” sözünü hatırlatmıştı. Hikayenin fonunda Baha şarkıları vardı. Ve o dönem ünlü olan şarkıcının katıldığı bir televizyon programındaki isyanı… Yaptığımız röportajda, “Baha’nın şarkılarını değil tabii ama kendisini ve özellikle de televizyonda yaptığı o hareketi samimiyetle sevmiştim” demişti Özgüven. “Bunun etrafında pekala bir hikaye kurulabilirdi. Benim hikayeden anladığım da zaten biraz böyle bir şey.”
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest