“Aşınmış” bir hafızanın günlüğü: Piranesi
Jane Austenvâri gizemli öykü koleksiyonu Grace Adieu Hanımları ile Neil Gaiman’ın “Son 80 yılda basılmış en kusursuz roman” diye nitelendirdiği bol ödüllü Jonathan Strange ve Bay Norrell’in yazarı Susanna Clarke’ın bu kez geçmiş zamanlarda değil, yakın gelecekte geçen yeni kitabı çıktı. Romanın adı, labirentler, merdivenler ve ürkütücü işkence aletleri içeren 16 düşsel hapishane baskısıyla ün kazanan 18. yüzyıl gravür ustası Giovanni Battista Piranesi’den geliyor. Ressam Piranesi’nin gölgeli hapishaneleri, kitaptaki Ev’in de ilham kaynağı.
Sayfanın sonunda bu hapishane gravürlerinden birkaçı var.
Piranesi
Periler dünyasında Jane Austenvâri gizemler
“Aşınmış” bir hafızanın günlüğü: Piranesi
Bilinmezlikten gelip bilinmezliğe uzanan merdivenleri, hiçbiri birbirine benzemeyen on binlerce mermer heykeli ve dehşet uyandıran soğuk kimsesizliğiyle neredeyse nükleer savaş sonrası bir Louvre Müzesi’ni andıran ama ondan çok daha büyük hatta içinde bir okyanus ihtiva edecek kadar büyük bir yapıda geçen ve okur olarak bizim, bu yapının yaşayan iki sakininden biri olan anlatıcının çoktan pes ettiği bir şeyi yaparak içeride bulunan on üç cesedin başına gelenleri çözmeye çalıştığımız bir polisiye roman denebilir mi Piranesi’ye?
Eh, bana sorarsanız başka birçok şeyin yanı sıra Piranesi’yi pekâlâ böyle tanımlayabiliriz.
Romana adını veren anlatıcı, okura daha ilk sayfalarda ezelden beridir Ev adını verdiği yapıda yaşadığını söyler. Üst katlarında bulutların sürüklendiği, alt katlarında nehirlerin çağladığı çok tuhaf bir yerdir bu Ev. Geçmişini hatırlamayan Piranesi’nin dışında bir de Öteki vardır. Öteki, daha yaşlı biridir ve görünüşe göre Ev’e dair daha çok şey biliyordur. (Anlatıcıya Piranesi adını veren kişi de Öteki’dir aslında.) Piranesi ile Öteki haftada iki gün buluşurlar. Çeşitli pozisyonlarda yatan ve sonsuz uykuya dalmış görünen 13 iskelet sayılmazsa Ev’de o ikisinden başkası yoktur. Bir de gelmesinden korkulan bir 16 vardır ama bundan bahsedersem spoiler vermiş olurum.
Rahatsız edici bir dil
Kendi adıma Susanna Clarke’ın önceki kitaplarını çok sevmeme rağmen Piranesi’yi okurken biraz zorlandım. Romanın dilindeki sarsaklık, tuhaf büyük harf kullanımı ya da anlatıcının en sıradan gündelik ayrıntıları bile gülünç denecek bir ciddiyetle aktarması beni biraz sıktı. Hatta elimdeki Türkçe baskıyı bir kenara koyup İngilizcesine yöneldim ama hissiyatım değişmedi. Piranesi ancak okumayı sürdürdükçe aydınlanmaya başladı benim için. Öteki karakteri Piranesi’ye süregelen bir konuşmayı aynı kelimelerle daha önce de yaptıklarını söylediğinde… Hafızasının Ev tarafından yavaş yavaş aşındırıldığı konusunda Piranesi’yi uyardığında… Piranesi’nin güncesindeki somut ayrıntıların bile birbiriyle çeliştiğini fark ettiğimde… Clarke belli ki bu rahatsız edici üslubu bile isteye seçmişti. Piranesi’nin güvenilmez bir anlatıcı olduğunu, dahası kurnaz ve kötücül biri olan Öteki tarafından sürekli manipüle edildiğini fark edince hikâye benim için biraz aydınlandı. (Piranesi’yi edebiyat dünyasının diğer güvenilmez anlatıcılarından ayıran şey, onun güvenilmezliğinin kısmen bazı şeyleri hatırlayamamasından, kısmen de Öteki’ye gereğinden fazla inanmasından, güvenmesinden kaynaklanması. Zaten kendi de günlüklerini şöyle bir karıştırınca aslında pek çok şeyi unuttuğunu fark etmeye başlıyor. Ev’in gerçekte ne olduğunu, on binlerce -ya da daha fazla- heykelin orada ne aradığını, albatrosların hikayedeki yerini, Öteki’nin anlatıcıya neden Piranesi adıyla seslendiğini, insanın onu hapseden bir mekanı sevmesinin ve o mekanın çirkinliklerini unutup güzelliklerini görmeye başlamasının nihayetinde neye mal olabildiğini finalde keşfediyoruz.
Romanın ilham kaynakları
Romanda C. S. Lewis’in Narnia Günlükleri adlı eserine epey bir gönderme var. Clarke’ın Ev’i yaratırken Platon’un Mağara’sından yararlandığı da ortada. Öteki adlı karakterin ilham kaynağınınsa Andersen’in Gölge adlı kısa ama etkileyici eseri olduğunu düşünüyorum. Gölge insanoğlunun hayatı boyunca aslında en çok gölgesiyle, yani ruhunun karanlık yanıyla savaştığını anlatan muazzam bir masal.
Romanın adıysa, söylemeye lüzum var mı, labirentler, merdivenler ve ürkütücü işkence aletleri içeren 16 düşsel hapishane baskısıyla ün kazanan 18. yüzyıl İtalyan gravür ustası Giovanni Battista Piranesi’den geliyor. Ressam Piranesi’nin gölgeli hapishaneleri, romandaki Ev’in de esas ilham kaynağı.
Giovanni Battista Piranesi’nin eserlerinden biri, Goethe’nin de vurulduğu Roma serisinden.
18. yüzyılın avangart sanatçısı
“Büyük fikirler üretmem gerektiğini biliyorum ve yepyeni bir evren tasarlamakla görevlendirilseydim, o işi de düşünmeden kabul edecek kadar deli olduğuma inanıyorum.”
Giovanni Battista Piranesi’yi bu sözünden daha iyi açıklayan başka bir şey yok. Aslında Susanna Clarke da romanını tam bu cümleden yola çıkarak yazmış.
Piranesi, bir taş ustasının oğlu olarak Venedik’te doğdu, keşiş olan abisinin teşvikiyle klasik Yunan ve Roma edebiyatlarını öğrendi, şehrin su kanallarını inşa eden amcasından mimarlık eğitimi aldı. 18 yaşındayken gittiği Roma’da ünlü gravür ustası Guiseppe Vasi’nin çırağı oldu. Bir yandan da Roma’daki Venedik elçiliğinde teknik ressam olarak çalışıyordu. Vasi, onun eşsiz dehasını ilk keşfeden kişiydi. Çok geçmeden her iki işte de ustalaştı. Hem antik dönemin yapılarını kusursuz bir doğrulukla çizebiliyor hem de sınırsız hayal gücünün ürünü olan “imkansız” yapılar tasarlıyordu. Gravürlerindeki cesur ışık kullanımı ve dramatik sunum ona büyük şöhret kazandırdı.
Piranesi, 27 yaşına gelince “Vedute di Roma” (Roma manzaraları) serisine başladı. Şehrin zengin arkeolojik eser hazinesini resmettiği bu resimlerle sanat dünyasında fırtına gibi esti. Olağanüstü yetenekliydi. Hakkında hep anlatılan bir anekdotu aktarayım: Alman şair Goethe, hevesle çıktığı Roma seyahatinde büyük bir düş kırıklığına uğramış çünkü Piranesi’nin gravürlerindeki gibi bir Roma göreceğini sanıyormuş, olmamış elbette.
Piranesi birkaç yıl sonra İtalya’ya dönerek 14 levhalık “Carceri d’invenzione” (düşsel hapishaneler) serisine başlamış. Sonradan Holandalı ressam Maurits Cornelis Escher’e ilham verecek olan ve dönemine göre son derece avangart sayılan bu seride resim sanatının sınırlarını adamakıllı zorluyor, perspektif oyunlarını, uzamsal anomali ve yanılsama olanaklarını araştırıyormuş. İtalya’daki gerçek hapishanelere hiç benzemeyen bu yapılar mimari denen disiplinin kurallarına uymuyorlarmış ama bakanın üzerindeki etkileri muazzam oluyormuş.
Yaklaşık on yıl sonra Piranesi bu levhaları bir kez daha elden geçirmiş ve seriye iki yeni gravür eklemiş. Öncekilerden daha karanlık ve karmaşık mekanlarmış bunlar, içlerinde ürkütücü işkence aletleri varmış.
Hapishane gravürleri serisini tamamladıktan sonra yeniden Roma’ya dönen Piranesi bu kez arkeoloji alanında çalışmaya başlamış hatta bu alanda da radikal fikirleriyle öne çıkmış. Genel kanının aksine klasik Yunan ve antik Roma kültürünü estetik yetkinliğin zirvesi saymıyor, mimari sanatını Etrüsklerin yetkinleştirdiğini öne sürüyor, eski Mısır sanatını göklere çıkarıyormuş.
Gülenay Börekçi
Piranesi’nin düşsel hapishaneleri
Subscribe
0 Comments
oldest