Egoist okur

Atilla Şenkon: “Yaşadığımız kara zamanları haykıran yazarlar da oldu”

Her Gün Perşembe Olsa, Uykusuz Gece Düşleri, Ten Yükü, Bıyık İzi Yalanları ve Gökkuşağına İki Bilet adlı kitapların yazarı Atillâ Şenkon, Nazlı Eray’ın yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı Bütün Düşler Nazlı’dır adlı bir de roman yazdı. Korku edebiyatı sevdiği ve önemsediği bir tür.

“Yaşadığımız kara zamanları haykıran yazarlar da oldu”

Bildiğimiz edebiyatın sınırları içinde korku edebiyatı yapılamıyor ya da korku türü çok farklı bir edebiyatı gerektiriyor sanki. Bir yapıtı korku romanı diye nitelemek için hangi özelliklere sahip olması gerekir, ölçütleri ya da sınırları nelerdir?

Korku filmlerinde olduğu gibi, edebiyatta da bu işin tek ölçütü “öd patlaması”dır bence. Sınırı ise, ensedeki hafif ürpertiyle kalpteki ani duruş arasında değişir. Varlığını bildiğimiz, çevremizde karşılaşabileceğimiz “şey” ve olaylarla okuru korkutmanın zor olmadığı görüşündeyim. Yılandan, seri katil cinayetlerinden korkan birini yazıyla korkutmak son derece kolaydır sözgelimi. Önemli olan, yazarın kendi yarattığı, gündelik yaşamda örneği bulunmayan yaratıklara ya da gerçeküstü durumlara okuru inandırıp korkutabilmesidir. Bu ise ancak dille kurulacak özel bir dünyayla sağlanabilir ve farklı bir edebiyat gerektirir. Karanlığın tekinsizliğini, sessizliğin içinde gizlenen sesleri betimlemeler aracılığıyla hissettirebilen, sözcüklerin gücüyle okura “Bö!!!” diyebilen yazar, gerçek anlamda “korku yazarı”dır.

Dünyada korku türü epey uzun bir süre boyunca yeraltı edebiyatının alanındaydı. Son birkaç yıl içinde anaakım içinde de yer almaya başladığını görüyoruz. Bu, türün doğasına aykırı bir durum sayılabilir mi? Ya da türe katacağı şeyler nelerdir?

Özünde barındırdığı gizem ve bilinmezlik nedeniyle, bu türün yeraltı edebiyatına yakın durduğu, hatta çok yakıştığı bir gerçek. Ne var ki, sesini duyurabilmesi, varlığını gösterebilmesi için mezarını terk eden bir zombi gibi gün ışığına çıkarak “normal yaşam”a katılması da şart. Başta Kaptanın Teknesi olmak üzere bütün kitaplarını “ödüm patlayarak” okuduğum, özellikle de Türkçeyi kuyumcu titizliğiyle kullanarak yerel bir korku atmosferi kurmayı başardığı için takdir ettiğim ve çok önemsediğim Sezgin Kaymaz, yüzünü okurdan bunca esirgememiş olsa, yapıtlarına gösterilen ilgi azalır mıydı, yoksa çoğalır mıydı, merak ediyorum doğrusu.

Türk edebiyatında ise bir çeşit “çorak ülke” olma hali göze çarpıyor; yani genelde fantastik edebiyat, özelde korku edebiyatı örneklerine çok nadir rastlıyoruz. Bir de (sırf bu dosyayı hazırlarken bile) hissettim ki tuhaf bir dışlama, hatta aşağılama var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Korkusuz bir millet miyiz, yoksa korkularımızı kurcalamaktan bile korkuyor muyuz?

Korku edebiyatımızı “çorak ülke”ye benzetirken, içinde her türlü gerilim öğesini barındıran “son derece verimli” bir 12 Eylül edebiyatını göz ardı etmeyelim lütfen. Kurt adamlar, kana susamış vampirler, bu dönemi anlatan romanların başkişilerinin yanında sütten çıkmış ak kaşık kadar temiz ve masum kalmıyorlar mı? Korku türü, ülkemizde edebi anlamda hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır. Kendisi için gönül rahatlığıyla “has edebiyatçı” diyebileceğim Sezgin Kaymaz’ın romanlarını, yıllarca ara verdikten sonra edebiyata korkuyla dönüş yapan Pınar Kür’ün Hayalet Hikâyeleri’ni nereye koyacağımızı, nasıl değerlendireceğimizi bilemeyişimiz de bundan kaynaklanıyor. Oysa Amerika’da ve Avrupa’da, bu türün yetkin adları için konmuş son derece saygın edebiyat ödülleri veriliyor. Bram Stoker, Edgar Allan Poe hemen aklıma geliverenler. Korkusuz bir millet miyiz sorusuna gelince… Eskiden öyleydik sanırım. Şimdi ise ne acı ki çoğumuz gölgemizden bile korkar haldeyiz. Korkmaktan, korkutmaya zaman bulamıyoruz galiba.

En eski olanlardan en yeni olanlara dek edebiyatta korkunun temelinde cinsellik ve din var. Oysa korku bir yana, doğrudan bu iki tema üzerinde gelişen edebiyat yapıtlarına da bizde pek sık rastlanmıyor. Korkuyu harekete geçiren alanlar bizde zaten tabu sayıldığı için bu türe ağırlık verilmemiş olabilir mi? Hatta daha ileri giderek bizde çeşitli nedenlerle “kutsal olanı tahrip etme duygusunun” yeterince gelişmemiş olduğunu söyleyebilir miyiz?

Sivas toplu kıyımının küllerinin aradan geçen onca yıla karşın hâlâ soğumadığı bir ülkede, kutsal olanı tahrip etme duygusunun gelişmesi beklenebilir mi? Aziz Nesin’e ödetilen bedel ve Salman Rushdie’nin boynuna asılan “katli vaciptir” yaftasının edebiyatın üzerine serdiği ölü toprağının altından Tanrı Kimseyi Duymuyor diye seslenen Özen Yula’yı; bugün içinde bulunduğumuz kara tabloyu on bir yıl önce Yeni Yalan Zamanlar’da avaz avaz haykıran İnci Aral’ı; “Cinsel Öyküler Beşlemesi”nde birçok tabuyu yerle bir eden Buket Uzuner’i yürekli kalemlerinden ötürü kutlamadan geçemeyeceğim. Korku türünde ise, Sadık Yemni’nin Muska ve Yatır adlı romanlarını kutsal olana hafifçe dokunan yapıtlar olarak örnekleyebilirim.

Cinsellik ile korku, din ile korku arasındaki bağlantıları siz nasıl kurarsınız? Korku edebiyatının nihai olarak vardığı yer ölümle hesaplaşmaksa, din ve cinsellik insanın ölümle hesaplaşmasına en çok olanak sağlayan alanlar mıdır?

Eşim ve Tanrı ile kurduğum ilişkilerde her zaman dürüst olduğum için bugüne dek cinsel ve dinsel konularda ne kendimle hesaplaşmaktan, ne de başkalarına hesap vermekten korktum. Ölümle hesaplaşmak biz ölümlülerin haddini aşmasa, sorunun ikinci bölümünü de seve seve yanıtlardım.

Gülenay Börekçi, Tolga Meriç

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments