Füsun Çetinel’e İstanbul’un sırlarını sordum
Füsun Çetinel’in Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan “Ayasofya Konuştu” adlı romanının kahramanı yoksul bir ailenin çocuğu olan Veli. Ayasofya Müzesi’ne ilgiyle, merakla, tutkuyla bağlı. O kadar ki müzenin ayrılmaz bir parçası olmuş; ne arkeologlar, ne turistler, ne de bekçiler düşünebiliyor onsuz bir Ayasofya’yı. Hele, Alman arkeolog Martha’yla sıkı dost olmuşlar.
Ama tabii Ayasofya’ya bir giren macera yaşamadan çıkamaz öyle değil mi? Çocuklar ve gençler için öykü atölyeleri de düzenleyen Çetinel’le romanı, çocuklar için yazmak ve Ayasofya’nın büyüsü üzerine konuştuk. İşte maceranın ayrıntıları…
Başkalarının kitaplarını yazan gölge yazarlar
Füsun Çetinel’e İstanbul’un sırlarını sordum
Niçin içinde arkeloji, sanat tarihi, seyahat ve gizem olan bir roman yazmak istediniz?
Yazar olarak bunları planlayarak çıkmadım yola. Öykülerimde, romanlarımda mekan çok önemli. Dahası İstanbul çok önemli. Şehrin tarihi semtlerini, pasajları, kaybolmaya yüz tutmuş zanaatkarların dükkanlarını gezmekten, arka sokaklarda kaybolmaktan keyif alıyorum. İnsanların, yerlerin hikayelerini dinlemeyi çok seviyorum. Fakat sizin sorunuz, şu ana kadar bilinçaltıma ittiğim bir gerçeği daha su yüzüne çıkardı. İlk üniversite seçimim İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’ydü. Annem, “mezar kazıcısı mı olacaksın, elalemin adamlarıyla çadırlarda mı kalacaksın” deyince o yıl tercümanlık yaptım.
Ah, benim için de geçerli aynısı. Babam vazgeçirmişti arkeolojiyi yazmaktan… “Müze memuru mu olacaksın” diyerek. İçimde ukde kaldı.
Suçu tamamiyle ona atmam haksızlık olur, demek ben de pek istekli değilmişim. İkinci yıl Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği’ni kazandım. Mezar kazıcısı olmadım ama dağcılık kulübünün faal bir üyesi olarak elalemin adamlarıyla çadırlarda kaldım. Öğretmenlik de bir nevi arkeologluk diyerek kendimi rahatlatabilirim. Öğrencinin içindeki cevheri, onu zedelemeden kazıp çıkartmaya çalıştım hep. Umarım öğrencilerime fazla hasar vermemişimdir. Koleksiyon yapmak, bitpazarları, kumsalda dalgaların sürüklediklerini toplamak, deniz dibinden çıkardığım çanak çömlek parçaları, eskicilerden bulduğum mektuplar, anı defterleri, fotoğraflar, kazı alanlarına olan düşkünlüğüm hep bu arkeoloji merakımdan olsa gerek diye düşünüyorum.
Kendi çocukluğunuzdan yahut şimdiki hayatınızdan izler var mı Veli’nin hikayesinde?
Olmaz olur mu hiç? Çocukluk var. Sır, gizem var. Merak var. Öğretmenlik yaptığım yıllar var. Yazları Almanya’da sosyal sorumluluk projelerinde çalıştığım okullardaki öğretmenler var. Doğduğum, yaşadığım ve hiç şikayet etmediğim İstanbul var. Veli’nin evine benzer bir evde yaşamadım, onun sokağında oturmadım ama İstanbul’un böyle yerleri olduğunu da hep gördüm, hep bildim. Çalışmayı sevdiğim kadar yürümeyi, gezmeyi de seviyorum.
Ayasofya daha önce yetişkinler için yazılan birçok romana konu oldu. Ama siz onu alıp bir çocuk romanın içine koydunuz, neden?
Yeşim Cimoz’un, üç yıl boyunca, düzenlediği “İstanbul’u Yazıyorum” yazı grubumuzla Ayasofya’nın efsanelerini yazmak üzere Sultanahmet’te toplanmıştık. Müzenin önündeki meydanda yetişkinlerden oluşan upuzun bir kuyruk vardı. Bir çocuk tek başına bu müzeye girse yetişkinlerin merak etmediği nereleri merak eder, nerelere girmek ister acaba, diye geçti içimden. Yetişkinlerin göz hizasıyla çocuklarınki çok farklı. Ben bu farkı anlamaya, yazmaya çalıştım. Ayasofya devasa bir mekan, kurguda tezatlık iyi gidiyor. Karakter ufacık olunca her deliğe girebiliyor, başına her şey gelebiliyor.
Çocuklar tarihi neden sıkıcı buluyor? Acaba bu konuda esas biz büyükler mi suçluyuz?
Tarihi maalesef ezberlemek zorunda olduğumuz sıkıcı ders kitaplarına hapsediyoruz, bir çocuk için daha feci ne olabilir ki… Veli gibi çok çocuk tanıyorum ben… Hasankeyf’te, Mardin’de, Harran ovasında, Dupnisa’da, Aladağlar’da ve diğer birçok yerde ne Veliler var. Değme rehberlere taş çıkartacak heyecan ve bilgi birikimiyle anlatıyorlar mekanları. El kol hareketleri, mimikleri, yöreye özgü kelimeleriyle şiir gibiler. Yaratıcı, sorumluluk sahibi ve en önemlisi yaptıkları işi seven minyatür rehberler onlar. Çocukların bir şeyi ciddiye almalarını istiyorsanız onlara sorumluluk verip geriye çekilmeyi bileceksiniz. Onlara güveneceksiniz. Evet kitaplar önemli ama her şey de kitaplardan öğrenilmiyor. Gerçek hayatın içinde yaşananlar çok daha kalıcı, çok daha öğretici.
Siz ne öğretiyorsunuz öğrencilerinize?
Burgazada Sait Faik Müzesi’nde düzenlediğimiz öykü atölyesinde, Sait Faik İlköğretim öğrencileriyle tam da bu anlattıklarımı yapmaya çalışıyoruz. Bir “sürdürülebilirlik projesi” bu. Çocuklar müzeyle toplum arasında bir köprü oluşturuyor. Müzede öğrendiklerini, deneyimlediklerini diğer çocuklara, kardeşlerine, ana babalarına iletiyorlar. Çocuklarımız, müzenin gönüllü rehberleri. Bu sayede milli, kültürel ve tarihi değerlerine sahip çıkmayı öğreniyorlar. Ve bunu severek, canı gönülden yapıyorlar. Bir işe yaradıkları için gururlular. Biz de onlarla gururlanıyoruz.
Harika çalışmalarınızdan biri de çocuklar ve gençler için düzenlediğiniz hikaye atölyeleri…
Çocuklara ve gençlere yazma, yaratma, “uydurma” cesareti veriyorum. Edebiyatın korkutucu bir şey değil, bir özgürlük kapısı olduğunu ve bu kapının arkasında onları harika bir dünyanın beklemekte olduğunu göstermeye çalışıyorum. Bir öykü okuyorum, içindeki karakteri resmediyoruz. Veya o karakteri canlandırıyoruz. Nasıl yürüyor, nasıl konuşuyor, nasıl yemek yiyor? Hikaye kutumuz var. İçindekilerle bir öykü kuruyoruz. Renkleri beş duyu üzerinden tanımlıyoruz. Sonra karakter ağacımız var. Altı dakika kelimelerimiz, aklımızdan geçen düşünceler, öykü tamamlama, drama. Zaman yetmiyor bize.
Neyi amaçlıyorsunuz?
Çocukların, gençlerin, “başkasının hikayesi”ni merak etmelerini istiyorum. Ancak böyle daha iyi anlayabiliriz birbirimizi. Paylaşmak, ortak bir şeyler üretmek, birbirimizi dinlemek, başka değerlerin, başka hayatların olabileceğinin farkına varmak… Kötülük başka nasıl durdurulur bilemiyorum.
Aziz Nesin Vakfı’nda yaz kampı
“5-20 Ağustos’ta Gençtur’la birlikte Aziz Nesin Vakfı’nda, yazarın 100. doğum günü için Work and Write adı altında uluslararası bir çalışma kampı düzenleyeceğiz. Ortak dilimiz İngilizce olacak . Vakıf bina ve bahçesini yenileyip tarladaki mahsülleri toplayacağız. Arta kalan zamanımızda Aziz Nesin’in öykülerini okuyup tartışacak ve değişik yazı çalışmaları yapacağız. Şimdiden katılımcıların bazılarıyla internet aracılığıyla tanıştım. Hepsi de edebiyata gönül vermiş değerli gençler. Aziz Nesin çocuklarıyla da, yazı, İngilizce ve drama çalışmalarımız olacak elbette.”
“ukde” diye bir kelime yoktur efendim “uhde” olacak o.
Kızmak yok.
“Ukde” ve “uhde” aynı anlamlara gelmiyorlar, sözlüğe bakın. kızmak yok!