Ayfer Tunç: “İnsan bir uçurumdur!”
Hayatı “yolcu” olarak yaşamak isterken baba mirası otelin işletmecisi ve ailesinin “reisi” olmak zorunda kalan Mürşit’in hikayesi bizim de hikayemiz aslında, çünkü içinde yaşadığımız “duygusal taşlaşma çağı”nda hepimizin içinde ara vermeden sızlayan keskin bir ağrı var… Hayranlıkla sevdiğim ve edebiyatımızın en önemli isimlerinden biri saydığım Ayfer Tunç, Mürşit’in ağrılarıyla birlikte başka ağrılardan da söz ediyor bize ve toplumsal geçmişimizle hesaplaşmamıza imkan tanıyor bir bakıma. Geçmiş çok da uzak bir ülke değil öyle bakınca…
Bitimsiz ağrıları biraz olsun hafifletmede yüzleşmenin ve edebiyatın ne denli etkili olduğunu hatırlatan Dünya Ağrısı hem sarsıcı ve unutulmaz bir roman hem de bu ülkede maruz kaldığımız şiddetin kısa ama etkili bir tarihçesi.
Ayfer Tunç: “İnsan bir uçurumdur!”
Ayfer Tunç’un yazarlığının yirmi beşinci yılında yayımlanan Dünya Ağrısı, hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki son yıllarda okuduğum en etkileyici kitaplardan biri. Yolları kasabaya benzeyen bir Orta Anadolu şehrinde kesişen iki dostun hikâyesini merkeze alan roman, bizi insan olmanın açmazları üzerinde düşünmeye itiyor.
Kitabın başkahramanı Mürşit, derinliği olan bir karakter. Yaşama uzaktan bakan Mürşit’in yalnızlığı, huzursuzluğu ve etrafındaki her şeye, herkese yabancılaşması çok iyi resmedilmiş. Mürşit, etrafındaki insanlarla ilişkisini minimum düzeye indirmiş, yaşamın gündelik dertleriyle ilgilenmiyor. Sürekli bir suçluluk hissiyle mücadele ediyor. Kendini yaşadığı şehre ait hissetmese de atalet onu öyle esir almış ki eyleme geçme gücü yok. Mürşit’in eylemsizliğinin sebeplerinden biri de vicdan yükü. Kendilerine karşı derin bir bağlılık duymasa da ailesini bırakmayı göze alamıyor.
Kitap, Mürşit’in rüyasıyla açılıyor ve rüya sahneleri romanın farklı yerlerinde ortaya çıkarak Mürşit’in geçmişi ve iç dünyası hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor. Mürşit’in hayatını etkileyen sırrı da ona işlediği suçu hatırlatan çocukluk arkadaşı Cumhur’un rüyasına girmeye başlamasından sonra öğreniyoruz. Olaylar taşranın kendine özgü, ağır akan zamanında anlatıldığı için romanda çok fazla hareket yok. Olay yerine diyaloglar, iç monologlar ve rüya sahneleri aracılığıyla karakterleri tanıyoruz.
Kitabın ikinci kahramanı Madenci ise tıpkı Mürşit gibi yalnızlığının kabuğunda yaşayan biri. Geçmişine ait sırrının ağırlığını taşıyarak İstanbul’u terk edip maden ocağında çalışmak için Mürşit’in yaşadığı şehre geliyor. Mürşit ve Madenci birbirlerini yaralarından tanıyan iki arkadaş olarak başka kimsenin anlayamayacağı bir bağ kuruyorlar zaman içinde. Dağlara bakıp düşüncelere daldıkları rakı sofralarında kurtulmaya çalışıyorlar dünyanın ağırlığından. Ayfer Tunç hikâyelerini genellikle erkek kahramanlar aracılığıyla anlatır. Dünya Ağrısı’nda da durum değişmiyor; ancak Mürşit’in işlettiği otelde kalan Madenci’nin iç dünyası Mürşit’inki gibi ayrıntılı bir şekilde işlenmemiş. Yazar, başta Mürşit’in karısı Şükran olmak üzere hepsi de kendilerine özgü mutsuzluklar biriktiren kadınları da anlatıyor arka planda. Madenci’nin intihar eden karısı Arzu, Pehlivan’ın kendini uçuruma bırakan kızı, Mürşit’le Şükran’ın kızı Elvan romanın diğer kadın karakterleri.
Mürşit babadan kalma oteli işletiyor şehirde. Babası gibi olmak istemediği için baba yadigarı otele fazla sahip çıkmıyor. Felsefe okumak için şehri terk edip İstanbul’a gittiğinde hayatın anlamını bulacağını zanneden Mürşit, babasının hastalığı nedeniyle okulu bırakıp şehre geri dönüyor. Bundan sonra Mürşit’in hayatı hiç de istemediği bir yönde ilerliyor. Yatalak bir babası, kendisinden “evin reisi” olmasını isteyen bir annesi ve bakılması gereken kız kardeşleri var. Mürşit sevmediği, sevemediği için hicap duyduğu Şükran’la evleniyor ve yıllarca aynı döngü içinde sürecek bir hayata başlıyor. Tabii bu hayata ait hissetmiyor kendini hiçbir zaman.
Ayfer Tunç, karakterlerini yaşadıkları mekânın içinde anlatmayı seven bir yazar. Mekânın çoğu zaman simgesel bir değeri de var romanlarında. Toplumun farklı kesimlerinden gelen insanları bir mekâna toplayarak hayatlarının izlerini sürüyor. Bir Karadeniz şehrinde geçen Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi romanında, sırtını denize dönmüş bir yamaçta kurulmuş olan akıl hastanesi nasıl Türkiye tarihinin panoramasını sunan bir mekânsa Dünya Ağrısı’nda da Mürşit’in oteli ve yaşadığı şehir, içinde barındırdığı insan hikâyeleriyle simgesel bir mekâna dönüşüyor. Otel, Mürşit’in uzaklara gidemeyişini, hep aynı yerde kalmaya yazgılı oluşunu da imliyor aynı zamanda. Otel nasıl yıllardır değiştirilmeden kalmışsa, bakımsızlıktan dolayı şehre gelen “ayaktakımının” sığınağı hâline gelmişse Mürşit de yıllardır değişmeyen bir akışın içinde asılı kalmış gibi duruyor.
Romanda olaylar bir Orta Anadolu şehrinde geçiyor ama tam olarak belli bir şehirden bahsetmiyor yazar. Çünkü kitabın yayımlanmasından sonra yaptığı röportajlarda dile getirdiği gibi İstanbul dışında koca bir taşradan oluşuyor Türkiye. Ayrıca mekânın simgesel değeri de olduğu için belli bir adresi işaret etmemesi gerekiyor. Şehrin silüeti değişirken ağaçlar kesiliyor, meydanlar küçülüyor, lokantalar azalıyor, meyhaneler kapatılıyor. “Ufukları kararmış, parksız, kelebeksiz, arkadaşsız bir şehir” burası. Yazar, taşranın kendi içine kapanan dünyasındaki ikiyüzlülükleri ve yalanları resmediyor. Romanda bir de şehir halkının altın bulma hayalinden bahsediliyor. Yaşamlarını boş bir umuda bağlayan halk, şehirde altın madeni açılacağı söylentilerinin ardından zengin olma hayaline kapılıyor. Bu onlar için kabuklarını kırma anlamı taşıyor.
Edebiyatımızdaki taşra algısı hakkında çokça tartışıldı son yıllarda. Taşrayı romantik ve nostaljik bir atmosferde anlatan yazarlar olduğu gibi Nurdan Gürbilek’in deyimiyle “taşra sıkıntısı”nı anlatan pek çok yazar ve yönetmen de var. Sinemada taşra sıkıntısının son örneğini Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye kazanan filmi Kış Uykusu’nda izledik. Taşra sıkıntısını anlatan eserlerde varoluşçu felsefenin etkisi görülür. Dünya Ağrısı’nda Mürşit’in yaşamının tekdüzeliği Albert Camus’nün absürt felsefesinden ilham alınarak yazılmış. Ayrıca Mürşit’in ve Madenci’nin ağzından yaşamın anlamsızlığı üzerine aforizma niteliği taşıyan cümleler duyuyoruz. İplerini başkalarının çektiği bir kukla gibi hareket eden Mürşit, karşılaştığı olaylar ve durumlar karşısında tercih yapmayıp “ikisi de bir” diyen Yabancı’nın kahramanı Meursault’yu hatırlatıyor. Dünya Ağrısı Türk ve dünya edebiyatından farklı eserlere açık ve kapalı göndermeler yapan bir roman. Ayfer Tunç belli ki kurguyu tasarlarken sevdiği yazarlarla bir bağ kurmak istemiş. Romanın asıl mekânlarından birinin otel olması da akla hemen Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ni getiriyor.
Romanda yabancılaşma ve baba-oğul çatışması temaları ön planda. Mürşit, “Bende gördüğün her şey babamla başlar.” diyen Aylak Adam gibi hayatını otele ve şehre hapseden babasına karşı müthiş bir öfke duyuyor. İstediği hayatı yaşayamamasının sebebi olarak gördüğü babasını sevmiyor. Erkek evlat olmanın ağırlığı ve sorumluluğu altında ezilmiş olan Mürşit, iyi bir baba olmayı da beceremiyor Mürşit’in oğluyla kurduğu ilişki sağlam değil. İçindeki özgürlük isteğinden dolayı Özgür adını verdiği oğlu, Mürşit’in yapmak istediklerinin tam tersini yapan, geleceğe dair hayalleri olan ve şehir halkının tasvip ettiği bir hayatı yaşayan “normal” biri. Oysa normallik Mürşit’in en çok korktuğu şey.
Kitaba adını veren “dünya ağrısı”, Almancadaki “weltschmerz” teriminin Türkçesi. İlk kez Johann Paul Friedrich Richter tarafından kullanılan bu kavram, 19. yüzyıl Alman romantiklerini etkilemiş, ardından da farklı yazarlar ve filozoflar tarafından kullanılmış. İnsanın hayat karşısında duyduğu iç sıkıntısı ya da varoluş ıstırabı olarak tanımlabilir. Mürşit başlangıçta dünya ağrısını sadece kendisinin ve onun gibi olan birkaç kişinin -Madenci, Pehlivan- çektiğini zannediyor. Oysa vicdan sahibi, dünyada yaşanan haksızlıkların farkında olan herkes dünya ağrısı çekebilir. Mürşit’in sıradan bir hayat yaşadığına üzüldüğü kızı Elvan bile; “Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten, baba… Dinmeyen bir ağrı” (s.242) diyerek herkesin içindeki dünya ağrısıyla yaşadığını söylüyor. Yazarın deyimiyle içinde yaşadığımız “duygusal taşlaşma çağında” herkesin içinde bir ağrı var.
Mürşit geçmişte yaşadıklarını hatırladıkça içindeki ağrıyan yeri kapatmaya çalışıyor. Fazla ipucu vermek istemem ama romanın sonunun beni şaşırttığını söyleyebilirim. Romanda intihar vurgusu sıkça yapılırken, karakterlerden ikisi intihar etmişken, Yusuf Atılgan’ın Zebercet’inin hayali otelin içinde gezinirken okur bir intiharla karşılaşacağı hissine kapılıyor ama Mürşit, Madenci’ye hikâyesini anlatıp içini döktükçe onu nefessiz bırakan ağrıyı biraz olsun dindiriyor.
Mürşit iç sıkıntısını giderebilmek için şehirdeki kırtasiyeden bir kitap alıyor. Kitabın ilk cümlesi şöyle: “İnsan bir uçurumdur.” Romanın farklı yerlerinde karşımıza çıkan bu leitmotif, Rumen yazar ve filozof Emil Cioran’dan alınmış. Ezeli Mağlup, Çürümenin Kitabı, Tarih ve Ütopya gibi kitapların yazarı Cioran, edebiyatçıları fazlasıyla etkilemiş bir düşünür. Nihilist düşünceleri ve karamsarlığıyla bilinen Cioran, aforizmalarıyla da dikkat çekiyor. Ayfer Tunç da bu kitabı yazarken anlatmak istediklerini destekleyen bir cümle olarak kullanmış “İnsan bir uçurumdur”u.
Ayfer Tunç dertleri olan bir yazar. Roman yazarken farklı anlatım teknikleri denese de üzerinde kafa yorduğu meseleler tekniğin bir adım önüne geçiyor. Kitaplarını okuduğumuzda dünyayla ilgili dertleriyle yazı yoluyla hesaplaşmak isteyen bir yazar kimliğiyle karşılaşıyoruz. Üstelik kendisi de yarattığı karakter Mürşit gibi dünya ağrısı çektiğini ifade ediyor. Bu yüzden varoluşçuların aksine yarattığı karakterlerin bunalımının toplumsal arka planını da gösteriyor. Mürşit’in hikâyesini toplumsal olaylara bağlayan zeminde geçmişle hesaplaşma, vicdan, adalet, hafıza, şiddet ve toplumsal bellek temaları ön plana çıkıyor. Şehirde yaşayanların hayat hikâyeleri ile birlikte Maraş katliamı, mezhep ve inanç farklılığı, linç kültürü gibi meselelere değiniliyor, bu ülkedeki şiddetin kısa bir tarihçesi veriliyor romanda. Ancak yine olaydan çok, olayların Mürşit’in iç dünyasına olan etkilerini yansıtıyor yazar. Bu hikâyelerin her biri başka öykülerin, romanların konusu olabilecek nitelikte.
Romanda sinematografik unsurlar var. Bu hikâye bir film olarak da izlenmeli diyorsunuz. Mürşit’in eylemsizliği, karakterlerin derinliği, taşranın ağır işleyen zamanı ve mekânın olanakları bize iyi bir film izleyeceğimizi düşündürüyor. Hatta bu filmi Zeki Demirkubuz çekmeli diye düşünmeden edemedim. Demirkubuz’un çektiği Masumiyet ve Kader filmlerinin otelde geçen sahneleri ile Dünya Ağrısı’nda otele gelen müşterilerin yaşadıkları ve konuştukları arasında bir paralellik kurduğumu da söyleyebilirim.
Dünya Ağrısı çok kolay okunan bir kitap değil. Mürşit’in iç dünyası gibi durgun ilerliyor. Kelimelere bir ağırlık vermiş sanki yazar, kelimelerle ördüğü dünya aracılığıyla bizim de dünya ağrısını duyumsamamızı istiyor ve bunu başarıyor. Üstelik vicdanımızda yaralar açıyor ve soruyor: Haksızlıklar karşısında ses çıkaracak mıyız yoksa her şeyi kabullenecek miyiz? Bitirdikten sonra hemen kenara konulacak bir kitap değil Dünya Ağrısı. Bir süre rahatsız edecek, hatta ürkütecek. Çünkü biliyoruz hepimiz: “masum değiliz, hiçbirimiz.”
Sibel Yılmaz
Subscribe
0 Comments