AYLİN BALBOA + Belki Bir Gün Uçarız: Bu kadın arıza!
Merve Açıkgöz gönderdi bu yazıyı. Aylin Balboa’nın İletişim’den çıkan kitabı Belki Bir Gün Uçarız’ı okuyup aşık olunca… Öyle güzel anlatmış ki sanırım birazdan ben de Balboa’nın kitabını okumaya başlayacağım. Çünkü bugünlerde her şeyden çok uçabilmeye ihtiyacım var…
Fotoğraf bu adresten alındı.
“Ben uçtum, Aylin Balboa ile…”
Bak bu genç kadınlar böyle kanatlı kitaplarla raflara konduğu zaman, uçmaya daha bir inanıyor kalbim!
Ben uçtum, Aylin Balboa ile.
Sanırım kitabının ilk okurlarındanım. BaĞzı yazarların kitaplarını birinci baskıda alma sapkınlığımın olduğu doğrudur, tanıdığım takip ettiğim yazarlardır genelde bunlar. Yani bir yerde seviyoruz, beğenerek takip ediyoruz, fav’lıyoruz, DM’den yürüyoruz, şehirlere bombalar yağarken her gece biz durmadan selfie çekiyoruz, menşın yapıyoruz. ‘’benim yazarım’’ diyoruz. Çünkü biz 90 kuşağıyız, yani bir çeşit tehlike var bunda. Yavaş yavaş anlaşılıyoruz, ama çabucak idrak ediyoruz meseleyi.
Aslında bahsetmek istediğim şey okurun sahiplenme tutkusu. Evet bu tutkunun tarihi çok eskilere dayanır ve artık çok saçmadır. Sağlıksızdır, çünkü artık yazarına ulaşmak çok kolay. Sevdiğiniz yazarlarla oturup bir bira içtiğinizde, kitaplığınıza darbe girişimde bulunmak isteyerek cinnetin eşiğinde bulabilirsiniz bir sabah kendinizi. Kitapların kötülüğünden değil, kitaplardaki karakterler öyle iyi ki kendilerine karakter kırıntısı kalmamış gibi yavan gelir bu insanlar size.Twitter’da bir bitirici tayfa olarak türeyip, günden güne çoğalıp, hergün birini linç ediyoruz bu şekilde. Kimse kusura bakmasın ama benim çağımda ‘’Afili Filintalar’’ etkisine girip çıkmadan, bir yol arayan genç görmedim. Kalbini kalem ehline açmış hemen herkes yazdı Hz. Google’a “Afili Filintalar’da nasıl yazılır?” Sitenin bütün yazarları linç edildi bu soruyla. Sonra Gezi oldu, Samed patladı, Murat Uyurkulak siteden ayrıldı… Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Yani bunların canlı şahiti olduk biz bir radyasyon nesli olarak. Yani Afili Filintalar, yaşandı, evet çok güzeldi ve bitti. Murat Menteş bitti. Neden, çünkü çok sevdik ve gündeme düşen her abukluğu bize yapılmış saydık. Kabul ediyorum, sağlıksız. Yani, artık kalbimizi yeni bir yerlere açma vaktiydi.
Yeni isimlerden beslenmek istiyorduk. Çağdaş yeni isimlerden… Mahir Ünsal Eriş Afili Filintalar’da ismen yer alsa da, bu yeni arayışımız için aslında Sait Faik ödülüyle vs çok güzel bir ışık yaktı kalbe. Olduğu kadar güzeldi! Sonra Giray Kamer, Seray Şahiner, Angutyus!
Ve konumuz Aylin Balboa, çünkü bu kadın beklediğim, “Onlar gelecek” dediğim üsluplardan bir ışığı daha karaya gösterdi.
Utanarak söylemem gerekir ki, ben bu üslup tatlısı kadını hiç tanımıyordum. Bir de kendimi sosyal medyayla, dergilerle, dil hınzırı bloglarla haşır neşir sanırım. Allah belamı versin, tanıyanlar tadını ne zamandır çıkarmış, iliklerine kadar sömürmüş kızın öykülerini, aforizmalarını ben yakalayamamışım. Kitabı önce Veysel Kaygusuz’un Don Kişot raflarında, bir güzel insanlar arasında gördüm. Seraycığım Şahiner’in yanındaydı üstelik, Figen Şakacı, Ayfer Tunç, Emrah Serbes falan. Sonra Mayir Bey hakkında bir şeyler yazmış ve Levent Cantek paylaşmış. (Bak bunlar hep teşkilat!) Oralardan yazmıştım işte aklıma, geçen Aksaray’ın yağmurlu ve leş kokulu bir günü, midyeci Tahsin’in tezgâhında midye yerken hatırladım.
Uçmak, dedim. Belki Bir Gün? Öyle bir kitap vardı. Almalıydım. Gittim aldım hemen ve Fındıkzade parkında okumaya başladım.
30 Eylül başlangıç, 1 Ekim bitiriş tarihimdi.
Kitabı bitirdiğimde hissettiğim en yoğun duygu, kıskançlık oldu. Böyle içim içimi yedi yani, bu ne enerjisi yüksek bir dildi, bu ne tatlı serserilikti, bu kadın nerenin arızasıydı, ben nasıl hiç denk gelmedimdi, okuyup okuyup kafayı daha bir kırarım mı sandılardı, niye benden sakladılardı, delirdim yani bir noktada koptu benden mesele.
“Çaresizlik mi diyorsunuz, bizim en büyük çaresizliğimiz aklımızın hâlâ başımızda olması.”
Ve hemen daldım eski sevgilinin yeni sevgilisini araştırır gibi yazarın ismine. Google’da entel-dantel şeysini buldum önce, okudum, kudurdum, okudum, kıskandım, okudum, sevdim, okudum, “Allah belanı versin bu kız her şeyi anlatmış” dedim ve Twitter’ı, Instagramı, her yeri talan ettim.
Gençler bu kadın arıza!
Bu kadın bizden biri, dilinin enerjisi kalbinden geliyor. İçten, dobra dobra, kavgaya girer gibi giriyor bu kadın meseleye, kalemiyle adamın karnını deşip, çiçekli kenar süsleri yaparak kendini affettirecek kadar sevimli bir tip üstelik. Çok arabesk bir cümle kuracağım ama “hayatın tokadını yemiş” kimseler edebiyata ağız burun kırmak için dalıyor gibi geliyor bana. Balboa’nın kalemi ölümü bilir bir kalem, umudu bilir, delirmenin doruklarını bilir, kavgayı bilir ama kabullenmiştir. Uyuşturmuş bir yerde zamanı, dili buna tanıklık ediyor ama sakinleştiriciyle uyuşmuş bir dil değil, her yanı sızlarken sözcüklerinin, “Acımadı ki!” diye direnen bir deliden bahsetmek istiyorum ben size.
“Kıyıdan kıyıdan yaşamak diye bir şey var” inancıyla, hayata hep bodoslama dalan bir şaşkın bana göre kendisi. Tımarhane notları, doktor Umuz Bey, içimden uyanmasını bin duayla geçirdiğim canı, abisi…
“Dokunmamak diyorum, insanı yora yora delirtir.”
Kendisi küçük harflerle yer vermiş öyküsünde bu cümleye, ben kalbime kocaman yazdım.
Aylin Balboa’nın kalemi, tatlı argosuna ve tüm delikanlılığına rağmen buram buram kadın. Terk edilmiş kadın, aşk acısı çeken kadın, kendini kaybeden kadın (ki bu en sevdiğimdi), babası ölen kız çocuğu, abisinin karrdeşi (bence iki r ile) Aylin gri eşofmanı karaktere çekmeden ruhumuza çekip, evde Ahmet Kaya dinleyerek ığıl ığıl ağlayan, yüzünü boyadıkça hüznünü kapatmaya çalışan, saçını kestirince geçmişten bir parçayı kuaför faraşında çöpe dökmeyi uman ve hiçbir zaman böyle olmayan,
Seni, beni, bizi anlatıyor işte be kadın!
***
Bir de şu mesele var tabii, dilde Ankara Tayfası.
Aslı Tohumcu’nun Radikal’de “Yine vurmuş yumruğunu masaya” diye inanılmaz bir yazısı vardır. Deliduman hakkında yazılan en kötü yazıdır hatta bana göre, 17 yaşındaki okurların bloglarında daha niteliklilerini okudum. Affınıza sığınarak yeri gelmişken bunu söylüyorum, bunu söylüyorum çünkü orada tuhaftır ki kendisi değinmiştir bu tayfaya -kendince.
Fakat Ankara tayfasından bahsetmek için bir yazıya, “Bu âlemin en delikanlı olmasa da, en harbi kızlarından biriyim ve kimseye yalan borcum da yok ya, o yüzden rahat rahat söyleyebilirim; ben bu Ankara tayfasından hafiften tırsıyorum arkadaş” diye girilmez, -bence.
Evet edebiyatta bir Ankara Tayfası var ve ben artık deli gibi merak ediyorum, “Size orada ne yaşattılar kuzum?” Bir ara ciddi anlamda o tayfadan bir arkadaşa ‘’Ya, ben İstanbul Üniversitesi’ni bırakıp Ankara’ya mı gitsem?” gibi salak salak sorular soruyordum. Ankara’ya gidenin yazar olarak döneceğine inandırdınız lan çoluğu çocuğu.
Aylin Balboa biyografisinde de okul hayatını Ankara’da geçirdiğini görünce, “Belli” dedim, “Belli anasını satayım. Bir de köpeğinin adı Balık’mış”. Benim de rahmetli japon balığımın adı Martıcık’tı. Yani oluyormuş öyle, sevdim.
***
Aylin Balboa’yı okuyun.
Uçmayı seviyorsanız okuyun.
Yeni güne uyanacak gücünüz yoksa okuyun.
Otobüste bir amca yanınıza gelip ‘kızım kayar mısın’ dediğinde ‘kayamam’ diycekseniz okuyun.
Bir sabah uyandığınızda evde kendinizi bulamıyorsanız, okuyun.
Mezarlık bekçilerinin canı cehenneme, mezarlıklarda sabahlamayı biliyorsanız mutlaka okuyun.
Eski sevgiliniz giderken pencerede dikilip, “Dönme, arkana dönme oç” diyecekseniz ve o dönecekse okumayın orada kalıp biraz acınızı çekin.
Ama bu kadını mutlaka tanıyın.
“Delirmeyi mantıklı buluyorum” diyor, tanıyın.
“Görmez illerinde sazım çalınmadı Allahım” diyor, tanıyın.
“Ama yine de keşke hayat kitapta durduğu gibi dursaydı be Allahım” diyor, ben daha ne spoiler vereyim.
Uçmayı severiz. Öyküyü daha çok severiz.
Teşekkürler Aylin Balboa, Levent Cantek ve İletişim Yayınları’na.
Merve Açıkgöz
Subscribe
0 Comments
oldest