Balıklar da boğulur, insanlar gibi: Balık Boğulması
“Tatlı sudan tuzlu suya geçtiklerinde balıklar, boğulmadan önce vurgun yemiş gibi zihinleri bulanır. Bu süre boyunca asla bir şey yemezler, o an var oldukları sudan kaçmayı hiç mi hiç istemezler. Sonra da ölürler.” Hatırlamanın içinde her zaman korkunç kâbuslar vardır… Roman türünün tüm imkânlarıyla, öykülerinden aşina olduğumuz o büyülü anlatımıyla bu kez ülkemizin en küçük şehirlerinden biri Bilecik’in merkezine denizi getiriveriyor. Ve hüzünle okunacak bir hikaye başlıyor. Bir balık boğulması bu. Çirkinlik çağının unutma ayini.
Bora Abdo’nun yeni romanı “Balık Boğulması”nı (Beni Unutma Dörtlemesi 2) Berrak Yıldırım yazdı.
Balıklar da boğulur, insanlar gibi
“‘Behice’nin muzip gözlerine bakıp, ‘Balık boğulması bu’ demiştim. ‘Balık boğulması mı?’
‘Evet, denizden çıkarılıp tatlı suya atıldığında balıklar boğulur. Ya da tatlı sudan deniz suyuna atıldığında.” Söylediklerimi daha önce de başkalarından çok duymuş gibi kayıtsız dinledi, oysa ona, onca zaman, aramızda kalacağını yüzde yüz bildiğim ve kimlerden duymadığı, kimselere de anlatamayacağı hayatlardan, hatta cümlelerden bahsetmenin hayalini kuruyordum. Sanırım en çok bu yüzden hayal kırıklığına uğradım.” Öykü yazarlığıyla birçok çağdaşından ayrışan Bora Abdo’nun ilk romanı “Balık Boğulması”nda kahraman Behice, Müşfik’in anlattığı bu çarpıcı bilgiyi umarsamasa da, okuyucuyu fena halde yakalıyor Bora Abdo. Sonra devam ediyor: “Tatlı sudan tuzlu suya geçtiklerinde balıklar, boğulmadan önce vurgun yemiş gibi zihinleri bulanır. Bir süre boyunca asla bir şey yemezler, o an var oldukları sudan kaçmayı hiç mi hiç istemezler. Sonra da ölürler.”
Yarı var yarı yok insanlar
Ölüme yazgılı insanın kendine verilen hayatı yaşaması da böyle değil midir? Bir gün ölmek için her gün yaşamak, yaptığımız şey en nihayetinde. Ama bazıları var ki, kendi ölümüne kendi yaratır. Tıpkı “Balık Boğulması”nın başkahramanı yoksul, aşık, belki meczup belki çok akıllı, ama çok insan, fazlasıyla hırpalanmış ruh şehir hatları vapurunun çımacısı Müşfik gibi. Kendisinden önce doğup ölmüş ağabeyinin adını aldığı için kendi “gerçek” hayatını yaşayamayan ve bundan “ölümüne kaçan” Müşfik gibi daha birçok ilgi çekici karakterlerle tanışıyoruz kitapta. Müşfik’in “hadi öl oğlum” diyen babası, Müşfik’in aşık olduğu zekası geri duygusu ileri Behice, Müşfik’in bir an ölmesi için elinden geleni ardına koymayan çirkin annesi, Behice’nin öldürülmesini ve katilin kim olduğunu bulmaya çalışan elleri olmayan polisin ve denizle alakası olmayan ama yazar tarafından deniz kenarına Bilecik’teki yarı var yarı yok insanların yarı gerçek yarı hayal öyküsü bu.
Yazarın imzası
Başlayıp biten bir hikaye beklemeyin romandan. Yok çünkü. Başlayıp biten, aklı başında fikirler de beklemeyin romandan. O da yok çünkü. Duygular var, düşünceler var, konuşmalar var, ama hepsi başlıyor ve bitmiyor. Okuyucuya fazlasıyla güveniyor Bora Abdo. Belki doğru belki değil. Ama daha önceki öykü kitapları “Öteki Kışın Kitabı”, “Gerçek Adı Süreyya”, “Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü” ve “Seni Seviyorum, Çok” kitaplarında bu böyleydi. Belli ki yazarın imzası bu.
Abdo’nun anlatımı yoğun ve güçlü. Detaylar içinde kayboluyorsunuz sanıyorsunuz ama o detay bir süre sonra kitabın bir yerinde önünüze açılıyor. Açılmak doğru değil gibi Abdo’nun kitaplarında, kısıtlı bir açılma bu. Size yüzünü gösteriyor sadece, ardı tamamen okuyucuya kalmış. Okuyucu kurulan acı ya da yas dolu cümleler ya da çıplak hakikat duygu yansıtan monologlar arasında kendi dünyasını yaratmakta serbest. Romanın “zarif bir acısı” var. Zırdelilik ile meczupluk arasında bir yerde. Ya da modern insanın itiraf etmekten çekineceği kadar dürüst bir kaybetmişlik ve yok olmuş ya da olmamış bir var olma hali. Karanlık evet ama korkutucu ve bunaltıcı değil. Tüm soyutlamalara rağmen, anlaşılır kılıyor romanını Abdo.
Derinlerde buluşma
“Balık Boğulması”, Abdo’nun 2014’te yayımlanan “Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü” öykü kitabından bol bol iz taşıyor. Her iki kitap da “Beni Unutma Dörtlemesi”nin içinde. O yüzden belki de, romandaki her bölüm, başlı başına bir hikaye gibi tasarlanmış. Ama hikayeler bir araya gelince başlı başına iyi bir roman olmuş. Öyle kolay kolay okuyup bitireceğiniz bir roman değil bu. Betimlemeler, anlatılanlar zaman zaman öyle soyutlanıyor ya da öyle derinleşiyor ki, çoğunlukla tekrar dönüp okumak isteği uyandırıyor. Derinlere dalma isteği, boğulma isteği belki de. Ya da tekrar dönüp okuyup bir kez daha anlamlandırmak isteği. Çünkü kapalı konuşuyor yazar ve kahramanları. Evet biraz yorucu ama o kadar da vurucu bir kitap bu.
Sadece ikimiz için
Neden böyle olduğuna dair yazar belki de kitapta yazdığı şu bölüm ele veriyor: “Boyacı, ‘Anlattıkların çok karışık, üstü çok örtük, ama yine de bazılarını anlayabiliyorum’ derdi. ‘Sadece ikimizin arasında bir bağ kurmak için bu denli karışık ve kapalı anlatıyorum’ derdim. ‘Sen anlattıklarımı sahiplenip başka yerlerde sözünü etme diye. … Eğer olacaksa ikimizin arasında acıdan bir sezgi, büyüyecekse dinlediklerinin bütün sesleri, sadece bu şekilde anlatmayı becerebildiğim için değil, bu şekilde ancak anlatırsam ikimizin arasında, yalnız ikimizin arasında yaşayacaktır diye. Karmaşık ve üstü örtük olsa da anlattıklarımı sokaklarda alnında gezdiremeyesin diye. Anlamıyor musun, her şeyin olmaya çalışıyorum senin. Benim sana anlattıklarımda kendinden bir şeyler bulamayasın diye bu kadar kapalı anlatıyorum ben.”
Berrak Yıldırım
Subscribe
0 Comments
oldest