Barış Bıçakçı’nın için için kaynayan minimalizmi
Edebiyat, sinema, siyaset, felsefe üzerine yazılarını ve elbette çevirilerini beğenerek takip ettiğim Ahmet Ergenç’in Barış Bıçakçı yazısı İzafi Dergisi’nin Mayıs-Haziran sayısında yayınlanmış ve aklımda kalmıştı. Sinan Sülün’ün yazısının ardından bunu da yayınlamak hoş olur diye düşünerek Ahmet’ten izin istedim. Teşekkürler.
Fotoğraf hastası olduğum Andrew Brodhead‘e ait.
Barış Bıçakçı’yı anlamak ve anlatmak: Kişisel bir deneme
Barış Bıçakçı, en azından benim için, üzerine yazılması zor bir yazar. Okuduktan sonra insanın dimağını fersah fersah açan ama bir yandan da insanı bir sessizlik ve durgunluğa sevk eden kitaplar yazıyor. Söylenecek her şey söylenmiş de artık susmak lazım hissini uyandırıyor. Böyle bir şeyler olur da boğazınıza bir şey düğümlenir, soranlara da yok bir şey diye geçiştirirsiniz ya, biraz öyle bir şey. Ya da çok basit bir şey karşısında, mesela sabah vakti karşı çatıya vuran güneş karşısında tarifsiz bir mutluluğa, engin bir hissiyata ulaşır da bunu kimseye anlatamazsınız ya, biraz da öyle bir şey. İnsana basit, yoğun ama anlatılamayan hisler bahşediyor desem yeridir.
Bu dosya için yazma vakti gelene kadar, son dönem Türkçe edebiyatta beni en derinden etkileyen yazarınlardan Barış Bıçakçı için bir şey yazmaya yeltenemedim, tam da bu sebeplerden ötürü. Bu yazı biraz Bıçakçı’yı neden bu kadar kıymetli bulduğumu anlamamın ürünü olacak. Yüksek sesle düşünür gibi.
Bir düşünelim, yani düşüneyim, Barış Bıçakçı kimlerin hikayesini anlatıyor? Ve nasıl anlatıyor?
Kim? Hemen hemen herkes…
İlk kitabı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi bu ‘kim’ sorusunun karşısına ‘neredeyse herkes’i koyuyor. Ankara’da birbirine teğet geçen onlarca hayat çizgisinden, gündelik detayları birbirine bağlamadan ama ortak bir ışık yayarak ortaya çok katmanlı, çok karakterli bir roman çıkarıyor. Başrolde gündelik hayat ve gündelik hayatın olağan karakterleri var. Bu olağan karakterlerin hikayeleri bütün olağanlığıyla akarken, Barış Bıçakçı büyük hissiyatlar için büyük kırılmaların yaşanmasını beklemeden, küçük çatlaklar üzerinden insan halleri gösteriyor. “Hayat ne tuhaf! Bazı çatlakların içinden insan davranışları sızıyor ve orada birikiyor..” diyor mesela . Yerine göre, hikayesine ve haline göre o çatlaklar bazen ışığa bazen karanlığa açılıyor. Ankara sokaklarında dolaşan binbir görüntü ve sesin peşinden giden anlatıcı, tam bir aylak, tam bir flaneur, tam bir duyan kulak, tam bir gören göz, tam bir “hayat kaydedici”si. Kaydettikleri arasında Bıçakçı’nın daha sonraki romanlarında yeniden hayat bulacak karakterlerin hayatlarından kesitler de var. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in Erden ile Çetin’i, Sinek Isırıklarının Müellifi’nin Cemil ile Nazlı’sı. Barış Bıçakçı aslında hep iki kişilik hikayeler anlatıyor. O iki kişinin arasına birileri girip çıkıyor ama o iki kişi baki kalıyor. İki kişilik bir mikro evrende küçük hareketlerden büyük anlamlar, üzüntüler ve sevinçler çıkıyor, çıkabiliyor. Ama bu bir yalıtılmışlığı getirmiyor. Bıçakçı’nın kitaplarında hayat bir nabız gibi, kaynayan çukur gibi. Hemen hemen herkes hikayesini anlatıyor, anlatabiliyor.
İkinci kitap Veciz Sözler de bir yine karakterler geçidi. Bir ‘sıradan insanlar’ silsilesi. Baş rolde ‘Veciz Sözler’ adlı bir radyo programı. Programa ‘yurdun dört bir yanından’ bağlanan küçük insanlar ve büyük lafları. Sesini bu radyoda diğer kayıp vakalara duyuran, edebiyata meraklı kayıp vakalar. Günün kelimesi her neyse, ona dair yağan ‘irfan kırıntıları,’ küçük aforizmalar, veciz sözler. Hayatı sözlerle özetleyen, hayatın hakikati diye bir şey varsa, kayıp gitmeden yakalamaya çalışan sesler. Edebiyatı yücelten ve sorgulatan bir silsile. Bunların arasında hikayesi daha derinlemesine anlatılan biri var, Sulhi Saygılı. Anadolu’da kayıp bir küçük memur. Buruk bir öfkenin ve olmamışlığın cisimleşmiş hali. Tutunamayanlar ansiklopedisi aday adayı.
Üçüncü kitap, Aramizdaki En Kısa Mesafe ise çocukluk hatıralarından çıkan, birkaç sayfalık gündelik ve basit hikayelerin kahramanlarından oluşuyor. Yine devasa bir karakterler geçidi. Küçük kesitler silsilesi. İnsanı zaman zaman gündelik hayatın içinden çıkan yersiz ve neredeyse sebepsiz korku anlarıyla ve bazen de gündelik hayattan süzülmüş felsefi izahatlar ve parıldamalarla başbaşa bırakan bir ‘kesitler kitabı.” İnsanlar arası küçük ilişkilerin büyük etkilerini kayda geçiren küçük bir kitap. Naif ama yüzeysel değil. Derinlikli ama gösterişçi değil.
Dördüncü kitap, Bizim Büyük Çaresizliğimiz ise daha önceki kitaplardaki yanıp sönen kalabalık karakterler geçidinin aksine, ‘iki kişilik bir azınlık’ hikayesi anlatıyor. Bütün hayatlarını zıt karakterli tek yumurta ikizleri gibi beraber geçirmiş iki arkadaşın, Çetin ile Ender’in yine buruk ama ironik hikayesi. Otuzlu yaşlardaki bu iki ‘tutunamayan’ın küçük güzel anların ortak tarihinden kurdukları bir dünya bu. Yüzlerini birbirlerine, sırtlarını dünyaya dönmüş iki arkadaşın arasında gelişen ortak dil ve jestler üzerine kurulu her şey. Yine gösterişi sevmeyen sakin sakin anlatılan bir hikaye. Aralarına giren Nihal’le bulanan suları bile berrak anlatan bir hikaye. “İnsan bazen bakıp bakıp ağlamaz mı kendine” diyen Cansever’i hatırlatan anlara eklenen, ‘insan bazen bakıp bakıp gülmez mi kendine,’ kendi acısını sevmez mi, şefkat göstermez mi hissi yaratan anlar. Son olarak yine başrolde gündelik rutinin olduğunu söylemek lazım. Daha “hayatın içinde” olan sevgi dostu Çetin’e, daha kitabi bir karakter olan Ender bir yerde şöyle diyor: “Seninle ben Çetin gücümüzü, güzelliğimizi, canlılığımızı küçük yaşantıları sabırla tekrar etmekten alıyoruz.” Kitap da o duru güzelliğini tam da bu küçük yaşantıları sakin sakin işleyişinden alıyor. Barış Bıçakçı burada ‘mağlup’ karakterlerini deşeliyor ama bunu severek yapıyor, sevgiyle atılan bir yumruk gibi. Öfke duyduğu insancıklara yarı sitemli yarı sever bir halde ‘canım insanlar’ diye seslenen Oğuz Atay gibi.
Beşinci kitap Baharda Yine Geliriz’in ‘kim’i yine birinci kitaba benziyor. İnsan portreleri. Enstanteneler. Gerçek kesitler. Görüntüler. Anılar. Hisler. Düşünceler. Rüyalar. Ve yine bunların yatağı olan gündelik hayat manzaraları.
Altıncı kitap Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra bence Barış Bıçakçı kitaplığındanki en nadide eser. İlk defa karşımıza yaşayan ve anlatan birinin değil, ölmüş, daha doğrusu intiharı seçmiş birinin hikayesi çıkıyor. Hakikaten bir süre yere paralel gittikten sonra (Türkçe edebiyattaki en güzel kitap isimlerinden biridir bu herhalde) “Kendi kendime, sanatçı tecrübe edinemeyen insandır, diyorum, bu dünyada hiçbir tecrübesi olmayan insandır ama şimdi sen karala bunun üstünü, yırt sen bunu, olmadı çünkü, olmadı işte. Nafile,” diyerek kendini boşluğa bırakan, yaşamdan büyük yaşam beceriksizi Başak’ın hikayesi, geri dönüşlerle anlatılıyor. Ucuz bir dramatizme ve ucuz bir varoluşçuluğa vesile olabilecek bu ‘intihar eden sanatçı’ meselesi, Barış Bıçakçı’nın elinde yine sonra derece sakin ve durgun bir hikayeye dönüşüyor. İnsan sakinliğiyle altüst ediyor.
Geldik son kitaba, Sinek Isırıkları’nın Müellifi. Bu romanın ‘kim’i ise kitabın adında gizli. Yani ismiyle müsemma dedikleri türden bir kitap. Ankara’da toplu konutlarda yaşayan ve büyük trajedilerin büyük kahramanlarının değil ancak ‘sinek ısırıklarını’ yazdığı için kendiyle alay eden yazar adayı Cemil’in ve karısı Nazlı’nın hikayesi. Ankara’da toplu konutlarda cereyan eden, gerçek anlamda hiçbir şeyin cereyan etmediği bir hayatın hikayesi. “İşte bu da toplu konutlarda yaşayan birinin payına düşen felsefe. Üç gram. İlaç niyetine.” Kitapta ‘gerçek hayatta’ pek bir şey olup bitmezken, Cemil’in yazma ve hayat üzerine düşünceleri kitabı alabildiğine yoğunlaştırıyor. Cemil fiili değil fikri olarak yaşayan karakterlerden. Cemil’in yazma hikayesi hayat denilen dağınık manasız yığına bir anlam verme, parçaları yerine oturtma hikayesi. “Dünyayı matematiğe has bir serafet ve kesinlik içinde açıklayabileceğini düşünüyordu.” Bu aynı zamanda edebiyat üzerine bir üst-anlatı. İyi edebiyat nedir’in cevabını bulma çabası. Burada devreye Büyük Yazar ile Küçük Yazar arasındaki hayali diyaloglar ve Cemil’in İstanbul’daki editörle yazışmaları giriyor. Büyük Yazar bir yerde şöyle diyor: “Gözlemlerini, fark ettiğin ayrıntıları hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi yazmalısın.” Editör de şöyle çıkışıyor: “Karakterinizi biraz kirletmeniz lazım. Yanlış olduğunu bile bile bir şeyler yapsın, kötü olduğunu bile bile. Hayatı gerçek bir hayat gibi değil de müsamere gibi sanki.” Bir inci de Bıçakçı’dan: “Yazmak bir bakıma anlatılmaya değilmez olanı anlatmaktır. Böylelikle anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir.” Bir tane daha: “Aforizma modern insanın kullandığı bir ağrı kesicidir. Hiç olmanın ağrısını dindirir. Sonra yine ağrı başlar.” Bunlar bizi Bıçakçı’nın ‘nasıl’ yazdığı meselesine getiriyor.
Nasıl? Nefes alır gibi…
Aslında bu soruyu Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in arka kapak yazısı çok iyi yanıtlıyor: “Nefes alır gibi, su içer gibi yazıyor.” Ben de bir yere şöyle bir not düşmüşüm: Bıçakçı’yı okumak berrak bir kaynaktan içilen acı bir su gibi. Evet, Barış Bıçakçı hayata dair acı bilgileri içeren hikayelerini o acıları görmüş, süzmüş ve bağışlamış bir yerden yazıyor. Bu da yazısına bir duruluk, bir berraklık bahşediyor. Anlattığı hayat memat meselelerini nefes alır gibi bir doğallıkla, biraz da, iyi anlamda, kabullenmişlikle anlatıyor. İnsanlık durumu denilen şeye acı acı gülümseyen ve de ironik bir bakış atıyor.
Barış Bıçakçı’nın nasıl yazdığı sorusuna, yani üslubuna ‘minimalizm’ deyip geçmek işin kolay kısmı. Usul usul yazıyor, berrak akan su gibi yazıyor, demek de yeterli değil. Dille başka türlü uğraşan, dilin çemberinden geçmiş bir yazar kendisi. Münzeviliği ve hikaye anlatma biçimi bakımından kıyaslandığı Salinger’de görülen o soğuk minimalizmi aşan bir şey var Barış Bıçakçı’da. Holden’ın hikayesi duvar gibi bir basitlikten ibarettir mesela. Salinger’i okumak duvara çarpmak gibi, boş bir duvara. Burada mesele şu: bu duvar gibi basitlikle nasıl başa çıkacaksınız? Salinger’in boş kapaklarına uygun olan bu boş duvar hissini Bıçakçı’da bulmak zor. O ‘soğukluk’ burada yok. Belki ‘için için kaynayan bir minimalizm’ denebilir ama o da yetmiyor. Şöyle bir karışım deneyelim: Sait Faik hissine, Tanpınar’ı ekleyin, biraz da şiddeti azaltılmış Oğuz Atay serpiştirin, Edip Cansever’i bir kenarda tutun, dışarıdan da biraz Salinger, biraz da Perec koyun bu formüle. Yine de olmuyor. İşte bu olmayan, referanslara sığmayan kısım Barış Bıçakçı’ya güzelliğini ve özelliğini kazandırıyor. Yeni bir şey bu. Bu yeni üslupta da zaman, yaşam, ölüm, geçmiş, varoluş kırılmaları, aşk ve acı yeni bir kıvama kavuşuyor. Bu kıvamın formülü, Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de Ender’in sarf ettiği şu cümlede bulunabilir: “Hayatta da edebiyatta asıl olanın ateş olmak değil, ateşi elinde tutmak olduğunu düşündüm.”
Ahmet Ergenç
Subscribe
0 Comments
oldest