ŞEYTAN ETKİSİ: Başka yere bakma, kötülük burada, seninle!
Posted by gülenay börekçi on January 7, 2012 · 10 Comments
Bir deney için bir grup sıradan insan, üniversitenin bodrumunda yaratılan cezaevi simülasyonunda mahkum ve gardiyan olarak ikiye ayrılır. Ve çok geçmeden kendilerini rollerine öyle kaptırırlar ki “mahkum” olanlar firar etmenin yollarını aramaya, “gardiyan” olanlarsa sükûneti sağlamak adına şiddete başvurmaya başlar.
Deneyi gerçekleştiren psikoloji profesörü Philip Zimbardo. Birkaç gün içinde patlak veren dehşet verici olaylar üzerine yarım bırakmak zorunda kaldığı deneyle vardığı sonuç şu: İyi ve sağduyulu insanlar da uygun koşullarda birer canavara dönüşebilir. Yani Şeytan’ı uzaklarda aramaya gerek yok, kötülük her daim burada, bizimle…
ŞEYTAN ETKİSİ: Başka yere bakma, kötülük burada, seninle!
Blake Edwards güldürülerinin senaristi ve ‘Pembe Panter’ Clouseau’nun yaratıcısı William Peter Blatty, 1971 yılında bir roman yazdı… ve ortalık birbirine girdi.
‘The Exorcist’te kendi halinde gösterişsiz bir evin tavan arasında yatan 12 yaşında bir kız çocuğunun bedeni, iyiyle kötü arasında ezelden beri süren amansız mücadelenin savaş alanı haline geliyordu. Blatty’nin büyük hayranlarından olduğum için, anlatmaya kalksam yerim yetmez, bu yüzden sadece kitabın başlarında yer alan bir anekdotu aktarmakla yetineceğim… Şeytan çıkarma seansı için bir eve çağrılan İsa, kötülükten arındırılacak adama adını sormuş. Adam da “Bana Lejyon de, çünkü biz pek çokuz!” diye cevap vermiş. “Ben yapmadım, Şeytan yaptı!” demenin bir başka şekli…
Bir süre önce ‘The Lucifer Effect’ diye bir kitap çıktı, anlamı ‘Şeytan Etkisi’… Yazarı Philip Zimbardo. 1971’de (Ne seneymiş ama!) bizzat başlatıp uyguladığı bir sosyal deneyden yola çıkarak kaleme almış kitabı. İnsanlığa dair trajik ve tüyler ürpertici bir saptamada bulunarak iyi ve sağduyulu insanların uygun koşullarda kötücül yaratıklara, canavara dönüşebildiğini ortaya koyuyor. Elinde sağlam kanıtlar da var.
Üniversite bodrumunda kurulan simülatif hapishane
Philip Zimbardo, 1971’de Stanford Üniversitesi’nde çalışırken, bir gazeteye ilan vererek cezaevindeki yaşamla ilgili bir psikolojik deney için erkek öğrenciler aradığını belirtiyor. Seçilenlere günde 15 dolar ödenecek.
Amacı, bir hapishane simülasyonu yaratmak ve insanların o koşullarda nasıl değişimler gösterdiklerini ‘laboratuar ortamında’ incelemek… Başvuranlar psikolojik testler aracılığıyla titizlikle eleniyor, aralarından zihnen ve bedenen en sağlıklı olanlar seçiliyor. Gardiyanlarla mahkumların belirlenmesindeyse özel bir ölçüt yok, yazı tura atıyorlar.
Ardından Stanford Üniversitesi’nin bodrum katı izole ediliyor ve mekan dışarıdan gelecek her türlü sese, görüntüye kapatılarak bir tür simülatif hapishaneye dönüştürülüyor. Laboratuar bölmelerinin kapılarına demir parmaklıklar çakılıyor mesela. Koridorlara gizli kameralar yerleştiriliyor. Gardiyanlar, gardiyan gibi giydiriliyor. Gözlerinde aynalı gözlükler var, mahkumlarla göz temasları olmasın diye. Deneyden bir gün önce polis habersiz mahkum adaylarının evini basarak onları tutukluyor. Gardiyanların işi daha kolay. Evlerinde, karılarının, sevgililerinin yanında uyuduktan sonra sabah işe gider gibi gidiyorlar hapishaneye. Tüm deney boyunca bu böyle sürüyor. Geceleri bir tek nöbetçi gardiyanlar kalıyor.
Gardiyanların takma isimleri, mahkumlarınsa numaraları var; gerçek isimler kullanılmıyor. Orduda ve yatılı okullarda da uygulanan bu isimsizlik yönteminin amacı, bireyselliği yok etmek. Takma isimler kullanmaları sorumluluk duygularını, dolayısıyla da vicdanlarını devreden çıkarıyor. Bu durumda kişiliğin önemi azalıyor, insan cinayet işlese bile kolaylıkla ‘Ben yapmadım, o yaptı’ mekanizmasını devreye sokarak kendi gözünde temize çıkabiliyor.
“Küçük korku dükkanı!”
Simülatif hapishanede her şey çok gerçek! Mahkumların önce gözleri bağlanıyor, sonra hortumla yıkanıp bite pireye karşı ilaçlanıyorlar. Mahremiyet sınırları işgal ediliyor. Bunu hiç unutmasınlar diye de kendilerine ya bol ya dar gelen mahkum kıyafetleri giydiriyor ‘yönetim’ onlara. Hepsinin ayak bileklerine küçük bir zincir takılıyor, yine hatırlatma amaçlı… Ve kurallar açıklanıyor: Birbirleriyle konuşmaları yasak, ışıklar söndükten sonra çıt çıkaramazlar… Kurallar gerçek hapishanelerdekilerle aynı.
Ekibine danışman olarak eski bir mahkumu bile alan Prof. Zimbardo’nun tek istediği, acımasız ve kötücül şartlar altında yaşamaya zorlandıklarında sıradan insanların dönüşümlerini gözlemlemek…
İlk gün dikkat çekici bir şey olmuyor. İkinci günse, bir mahkum, gardiyanların dediklerine itiraz ediyor. Bu küçük ihlalin etkisi büyüyor, ayaklanma çıkıyor. Ve inanılmaz bir hızla zincir boşanıyor… Baskı ve taciz alıp başını gidiyor, gardiyan rolündekilerin sadistçe zevkleri ortaya çıkıyor. 36 saatin sonunda mahkumlardan biri ilk sinir krizini geçirdiği için serbest bırakılıyor. Sonraki dört gün boyunca başka mahkumlara da aynısı oluyor. Gardiyanlar tarafından her dakika sözel veya fiziksel olarak aşağılanan mahkûmlar -örneğin kafalarına kese kağıdı geçiriliyor veya coplanıyorlar- bir süre sonra kendilerini hadım edilmiş gibi hissetmeye başlıyorlar. Yürüyüşleri gözle görünür biçimde değişiyor hatta kadınsılaşıyor. Gardiyanlardan bazılarıysa bu işi çok seviyor. Fazladan bir ödeme yapılmadığı halde, eve gitmek yerine gece nöbete kalmayı tercih edenler çıkıyor.
Kötülük de bulaşıcı, eziklik de…
Philip Zimbardo’ya göre bu olay tek bir şeyin kanıtı: Çalıştıkları kurumun desteğini alan sıradan insanlar ellerine verilen güce kendilerini kaptırdıklarında kötücülleşmeye başlıyorlar. Ezilenlerse zaman içinde içlerine kapanıyor ve iyice edilgin hale geliyor. İşin berbat yanı, bir kişinin bozulması tüm grubun aynı biçimde bozulmasına sebep oluyor. Yani kötülük de, eziklik de bulaşıcı… 15 gün sürmesi planlanan deney akıl sağlığı neredeyse bozulan mahkûmlar ve kontrol edilemeyecek kadar saldırganlaşan gardiyanlar da dikkate alınarak altıncı gün iptal ediliyor. Zaten gizli kameralar sayesinde gardiyanların gece yarısından sonra mahkûmlara zevk için eziyet ettikleri ve cinsel tacizde bulundukları saptanıyor. En çarpıcı şey, böyle bir ortamda Zimbardo’nun ekibindeki psikiyatristlerin de deneyin parçası haline gelerek bir çeşit hapishane müdürü gibi düşünmeye başlamaları… Her şey bittikten sonra mahkumlar ve gardiyanlar yıllarca psikolojik tedavi görüyorlar.
Gülenay Börekçi
Not: Stanford Hapishane Deneyi parça parça da olsa internetten izlenebiliyor.
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Filed under egoist okur kitaplığı, vitrin · Tagged with araştırma, deney, gülenay börekçi, hannah arendt, john milton, kötülüğün sıradanlığı, kötülük, kültür, metis yayınları, pembe panter, peter sellers, philip zimbardo, popüler kültür, psikiyatri, sel yayıncılık, şeytan etkisi, stanford hapishane deneyi, the exorcist, toplumsal psikoloji, vaclav havel, william peter blatty
Cok ilginc…
Yani aslinda hersey bulasici, enfekte olacak kadar bir sure maruz kaldiysan…
Iyiliklere karsi kalalim biz en iyisi :)
Zimbardo’nun sıradan kahramanlar fikri benim de çok hoşuma gitti…
Konuyla ilgilenenlere not: “Das Experiment” filmi
:)
Daha başlıktayken bile hem çevremdekileri hem de kendimi düşündüm. Kötülüğün bulaşıcı olmasından çok ezikliğin bulaşıcı olması beni daha da ürküttü. Her gün sayfayı kontrol ettiğim halde bazı bölümleri görmemişim. Bugün okuduklarım içime yerleşti kaldı. İyi ki Twitter’de başlıkları göndermişsiniz. Bugün Migros’ta kasa görevlisi benden kişisel gelişim kitaplarından okumak için kitap önerisi istedi. Çok bilmişlik mi bilmem, boşver onları, egoist okur diye bir sayfa var, harika bir şey diye ayaküstü konuştum. Haberiniz olsun.
çok teşekkür ederim. migros’taki kız da umarım sever egoist okur’u.
bu arada ben de tam sizin gibi düşünmüştüm, kötülüğün bulaşıcı olmasından daha ürkütücü ezikliğin bulaşıcı olması. toplum olarak akıl almaz bir şekilde edilginleşmemize bir açıklama belki.
Eziklik de kötülük de aynı olamasa bile başka başka şekillerde katalizör etkisi görüyor. Hepimizin hayatlarında bu kadar acımasız bir yolla yapılmamış bile olsa bire bir şahitliklerimiz de vardır. Aslında “bu kadar” dedim de bu da benim iyi niyetim olsa gerek. Bilemiyoruz en nihayetinde. İnsan karşılaşmak istemese de hayatından uzak tutmaya çalışsa da ne yazık ki her güzel parıltının diğer bir tarafında o kötü karanlık var.
experiment filmi oscar’lı iki oyuncu adrian brody ve forest whittaker’lı, gerçekten güzel çekilmiş bir filmdi. zor bir konuyu ele alıyordu ama ben william golding’in “sineklerin tanrısı”nı edebi eser olarak daha beğenirim. orada çocuk doğası da ele alındığı için daha bütüncül bir perspektif vardır. ve yazıldığı dönem itibariyle zamanın önünde bir eserdir.
Haklısın elbette Efsun, Golding’inki edebiyat, buradakilerse belge.
bir güzel yönünüz onca işiniz arasında bizlere de cevap vermeniz.çok güzel bir davranış. gracias. her şey gönlünüzce olsun. obtaner todo el curozon.