Egoist okur

Bazı büyük yazarların olmayacak acayiplikleri

Öğreniyoruz ki, içlerindeki karanlığı görelim, bilelim diye türlü çeşit oyunlar icat eden büyük edebiyatçıların her şeye rağmen bizden gizledikleri büyük sırları da var.

Mesela Dave Eggers’in “Sadece Ona Ait Kalsın İstediği Bazı Şeyler Vardı” adlı kısa öyküsü, bomboş beş sayfadan oluşuyordu, dolayısıyla Eggers’ın sadece ona ait kalsın istediği sırlarının mahiyetini öğrenemedik. Bana inanmıyorsanız öykü kitabı “How We Are Hungry”ye bakın. (Mübalağa ediyorum aslında, söz konusu öykünün olmayan baş kişisinin Eggers’la ne alakası var?)

Ama zaten konumuz gizleyenler değil, en derin sırlarını kendilerine rağmen öğrendiğimiz edebiyatçılar.

Hiçbir ressam can sıkıntısından ölmedi, kesin bilgi!

Bazı büyük yazarların olmayacak acayiplikleri

Öğreniyoruz ki, içlerindeki karanlığı görelim, bilelim diye türlü çeşit oyunlar icat eden büyük edebiyatçıların her şeye rağmen bizden gizledikleri büyük sırları da var.

Mesela anlatmıştım daha önce, Dave Eggers’in “Sadece Ona Ait Kalsın İstediği Bazı Şeyler Vardı” adlı kısa öyküsü, bomboş beş sayfadan oluşuyordu, dolayısıyla Eggers’ın sadece ona ait kalsın istediği sırlarının mahiyetini öğrenemedik. Bana inanmıyorsanız öykü kitabı “How We Are Hungry”ye bakın. (Mübalağa ediyorum aslında, söz konusu öykünün olmayan baş kişisinin Eggers’la ne alakası var?)

Ama zaten konumuz gizleyenler değil, en derin sırlarını kendilerine rağmen öğrendiğimiz edebiyatçılar.

Okuyalım…

Charlotte Brontë Cinayetleri

“Jane Eyre”in yazarı Charlotte Brontë’nin sırrı hakikaten ürpertici. Tabii eğer gerçekse.

James Tully adlı bir kriminolog, Brontë’nin kısmen kendisinden daha yetenekli olduklarını düşündüğünden, kısmense aile mirasına tek başına sahip olmak için kızkardeşleri Emily ve Anne’i zehirleyerek öldürdüğünü ortaya çıkardı. Sonra da oturup bu konuda koca bir kitap yazdı. Tabii elinde somut kanıtlar yok. Nasıl olabilir ki, Brontë’ler 100 yıl önce ölmüştü ve Tully ipuçlarını Charlotte’un yazdığı romanlardan ve mektuplardan elde etti. (The Crimes of Charlotte Brontë)

Mary Shelley’nin ipek mendille sardığı kurutulmuş kalp

Mary Shelley sadece ilk korku romanı olarak “Frankenstein”ı yazmakla kalmadı, ölen kocasının kalbini kurutup ipek bir mendille sararak her daim yanında taşıdı.

Evet, doğru okudunuz. Şair Percy Bysshe Shelley, 29 yaşındayken teknesiyle göle açılmış, fırtınada kaybolmuştu. Cesedi tam 10 gün sonra bulundu. Karısı Mary üzüntüden mahvolmuştu, kocasıyla bir biçimde birlikte olmaya devam edebilmek için onun kalbini kuruttu ve hep yanında taşıdı. Daha doğrusu şöyle oldu: Shelley’nin cesedi yakıldı ama kalbi kül olmak yerine taşlaştı. Kalbindeki bir tür enfeksiyonun yol açtığı düşünülüyor bugün. Mary Shelley de bu taşlaşan kalbi aldı ve bir mendille sararak sakladı. Percy Bysshe Shelley’nin kalbi Mary’nin ölümünden yıllar sonra bir çekmeceden çıktı. Şairin yakın arkadaşı John Keats için yazdığı Adonaïs ağıtıyla birlikte ipek bir mendile sarılmış haldeydi.

Ölen köpeklerinin hayaletleriyle konuşan Edith Wharton

Edith Wharton köpekleri çok seviyordu hatta onlarca köpeğine öyle düşkündü ki, eserlerinden birçoğunu kaleme aldığı yatak odasının penceresinin hemen karşısında yükselen tepeye onlar için bir köpek mezarlığı yaptırmıştı. Her sabah uyandıktan sonra ölen köpeklerinin “hayaletlerine” (kendisi öyle söylüyordu) bakarak ve onlarla sohbet ederek saat 11’e kadar yazıyordu.

Kafayı ölüme takan Maurice Sendak

“Where the Wild Things Are” adlı harikulade kitabın yazarı Maurice Sendak, “nefis bir ölüm” istediğini söylerdi hep. Dahası John Keats’in orijinal ölüm maskesini yatağının hemen başucunda duran ahşap kutuda saklıyor ve onu sık sık okşayarak çıkarıp yastığının üzerine yerleştiriyordu. “The Violet Hour” adlı kitabın yazarı Katie Roiphe’ye göre Sendak, ölüme dair her türlü acayip nesnenin koleksiyonunu yapıyordu. Koleksiyonunda neler yoktu ki? Wolfgang Amadeus Mozart’ın annesinin öldüğünü babasına haber verdiği o kederli mektup, Chagall’in cenaze tabloları, Franklin Delano Roosevelt’in öldüğü gün gelecekteki kendine yazdığı kederli mektup, neşeli insanlara küfrettiği bir başka mektup…

Roiphe’den öğrendiğime göre çok genç yaşlarından beri bir ölüm takıntısı varmış Sendak’ın. Kısmen sayısız kronik sağlık sorunundan mustarip olması nedeniyle, kısmen de ailesi tarafından istenmeyen bir bebek olduğunu öğrendiği için. Annesi hamileyken bebeğin düşmesini sağlayacak sayısız ilaç kullanmış, babasıysa yine bu amaçla kadını merdivenlerden itmiş. Daha da beteri istenmeyen bir bebek olarak dünyaya geldiğini oğullarından gizlememişler. Sendak’ın anne babası dahil yakınlarını son nefeslerini verirken resmetmesi belki de bundandır. (The Violet Hour: Great Writers at the End)

Evlendiğinin ertesi günü terk edilen Katherine Mansfield

Katherine Mansfield düğününde siyah bir yas elbisesi ve siyah hasır bir şapka giymiş, durumu iyice trajik yapansa hiç sevmediği bir erkekle evlenmiş olması. Biyografisini yazan Jeffrey Meyers’e göre, kocası Katherine’in kıyafetinin ne kadar gotik olduğunu fark etmemiş bile. Kıyafetin garipliğinin farkına, taze gelin onunla sevişmeyi reddettiğinde anlamış ancak ve hemen ertesi sabah onu terk etmiş. (Katherine Mansfield: A Biography)

Sadece morgda mutlu olabilen bir dahi

Gelelim Charles Dickens Bey’e… Paris’te herkesin bir favori mekanı olduğunu söylerler, Viktorya döneminin ünlü romancısının (benim de en sevdiklerimden) Paris’teki favori mekanıysa şehir morguymuş.

“The Uncommercial Traveller” kitabında şunları yazmış:

“Ne zaman Paris’te olsam sanki görünmez bir güç beni morga sürüklüyor. Oraya gitmeyi hiç istemesem bile. Bir Noel günü, gene ben başka bir yerde olmayı yeğlerken, ihtiyar bir adamın morgdaki soğuk yatağında yapayalnız yattığını, hemen yukarısında açık kalan musluk suyunun adamın gri saçlarına tıp, tıp, tıp damlayarak kırış kırış yanaklarından aşağı süzüldüğünü ve bunun adamın yüzüne kötücül bir ifade verdiğini görmek, bu manzarayı seyretmek için dayanılmaz bir arzu duydum.”

Dürüst olmak gerekirse, Dickens’ın zamanında ceset izlemek şimdi olduğundan biraz daha yaygın bir alışkanlıktı, gene de bugünden bakarak rahatça söyleyebiliriz: İnsanın hafta sonlarını şiirsel bir şekilde ölülere bakarak geçirmesinden daha karanlık ne olabilir? (The Uncommercial Traveller)

Burası antik Roma, sizin haberiniz yok mu?

“Blade Runner” filminin uyarlandığı “Do Androids Dream of Electric Sheep?” adlı romanın yazarı Philip K. Dick’le devam edelim.

Dick 1974’te bir diş operasyonu geçirmiş. İyileşme sürecinde de, sonradan soyut resimlere dönüştüreceği tuhaf şekiller, ışık oyunları görmeye başlamış. Durum zamanla daha da kötüye gitmiş ve Dick, bu ışık oyunları sayesinde  gerçeği görmeye başladığını, etrafındaki dünyanın çoktan yıkıldığı sanılan antik Roma İmparatorluğu olduğunu nihayet anladığını söylemeye başlamış. Ona göre Romalı askerler her yerdeymiş.

Suçlunun muhtemelen sürekli kullandığı amfetaminler olduğu söyleniyor. Ben okumadım ama Dick bu antik Roma meselesini ayrıntılı bir şekilde yazmış da. Merak edenler 8000 sayfalık günlüğüne bakabilir. (The Exegesis of Philip K. Dick)

Arthur Conan Doyle’un iddiasına göre bu fotoğrafta bir peri var!

Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle, ölülerin aramızda dolaştığına inanıyor ve onlarla konuştuğunu iddia ediyordu. Bu amaçla ruh çağırma seansları bile düzenliyordu. Paranormal bir topluluk olan The Ghost Club’a üyeydi ayrıca. Bitti mi? Hayır. Perilere inanıyor, onların fotoğraflarını çektiğini iddia ediyordu. “The Coming of the Fairies”, yani “Periler Geliyor” adlı bir kitap bile yazmış ve bu yüzden epeyce alay konusu olmuştu.

Biyografi yazarı Christopher Sandford’a göre Doyle’un spiritüellik takıntısının kökeninde yaşadığı ağır kayıplar vardı. Oğlu ve erkek kardeşi de dahil olmak üzere on bir yakınını arka arkaya kaybetmişti ve ruh çağırmayı onlarla iletişim kurmanın bir yolu sayıyordu. Sonunda öyle abarttı ki, en yakın dostlarını bile kaybetti. Mesela bir keresinde bu işlere merakı ve inancı hiç olmayan arkadaşı Houdini’yi bir ruh çağırma seansına davet etti ve güya annesiyle bağlantı kurmak suretiyle ünlü illüzyonistin fikirlerini değiştirmeye çalıştı. Gelin görün ki, Houdini’nin İngilizce bilmeyen annesi, aniden odadakilerle sular seller gibi İngilizce iletişim kurunca Houdini Doyle ile arkadaşlığını bitirdi. (Houdini and Conan Doyle)

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments