Egoist okur

Behçet Çelik’ten yüzleşmeyi göze alanlarla yüzleşmekten korkanların çatışması

Behçet Çelik’in yazdığı Diken Ucu, Türk edebiyatının hikaye birikimini duyurup zenginleştiren kitaplardandı. Behçet Çelik anlatmayarak anlatıyor, boşlukların kıymetini biliyor ve hikayelerini suskunluklarda zenginleştiriyordu. Onunla yaptığımız söyleşide yazıyla macerasını anlattı, bu maceranın ne zaman macera olmaktan çıktığını anlattı… Ve tabii her kitapla yeniden çıktığı yolu, ruh göçünü…

Behçet Çelik’ten yüzleşmeyi göze alanlarla yüzleşmekten korkanların çatışması

Yazmaya ne zaman, nasıl başladınız? 

Öykü yazmaya erken sayılacak yaşlarda başladım. Ortaokul son sınıfta 15 yaşındayken Adana’da çıkan Son Yaprak isimli edebiyat dergisine öykü yollamıştım; dergide “önümüzdeki sayı öykünüz ya da eleştirisi yayınlanabilir” diye bir not çıkmıştı. Ne var ki bir sonraki sayısı yayınlanmadı o derginin. Lise boyunca da bir şeyler yazıp durdum. Milliyet Sanat’ın Dünya Gençlik Yılı seçkisinde ve Yeni Adana gazetesinde yazılarım yayımlandı. Ama esas olarak 1987’de Varlık’ta “Her Sayı Yeni Bir Öykücü” köşesinde bir öykümün yayımlanmasıyla edebiyatla ilişkim başka bir boyuta geçti.

Peki şimdi ilişkiniz ne şekilde yazıyla? Sizden neler bekliyor ve karşılığında neler vaad ediyor?

Yazı yazmak uzun süredir benim için kurtarıcı bir işlev görüyor. Edebiyatla ilgisi olmayan bir işim var. Mesaimi buna veriyorum. Çalışmak, bu sırada yapılması gerekenler, alınması gereken roller, tavırlar insanı tüketiyor. Okumak ve yazmak gündelik hayatın can sıkıcı akışının yanında, bana kendi seçtiğim ve katılmaktan hoşnut olup keyif aldığım başka bir akış sunuyor. Sadece öykü ve roman yazmak değil, edebiyat üzerine ya da kitaplar üzerine yazılar yazmak da aynı işi görebiliyor. Yazmak son yıllarda, gelir anlamında değilse de, yetiştirilmesi gereken yazılar, telaşlar anlamında benim için ikinci bir iş halini almış olsa da, bu durumdan çok şikâyetçi değilim. Yazı benden zaman bekliyor, ciddi bir emek istiyor. Ne yalan söyleyeyim, yorulduğum, yetişemediğimi hissedip telaşlandığım, “O yazılar için de söz vermeseydim” dediğim de oluyor, ama bir yazıyı tamamladığımda, hele ki o yazı başlarken umduğumdan başka bir şey olmuşsa, yazım sürecinde daha önce aklımda olmayan bağlantılar kurup hayatla, edebiyatla ya da kendimle ilgili yeni noktalar keşfetmişsem, gerçekten değiyor yorgunluğuna, telaşına. Bundan öte de bir vaadi yok sanırım.

Yazma süreci sizin için ne anlama geliyor? Bir kitabı tamamladığınızda ne hissediyorsunuz, ondan ayrılıyor musunuz, yoksa kurtuluyor musunuz? 

Bir şeyler keşfettiğim bir süreç yazmak. Aynı zamanda sevdiğim bir şeyle uğraşmak. Bir edebi metin üzerinde çalıştığım günün sonunda o gün yazdıklarımdan hoşnutsam bir tür doygunluk hissettiğimi söyleyebilirim. Yazamadığım günler bu nedenle çok sıkılmam ama yazabilmişsem hoşnutluk duyarım. Öykü kitapları öykülerin birikmesiyle oluşuyor. Kitap halinde yayınevine vermeden önce de kitabın bütünlüğü üzerine düşünüyor, öyküleri sıralıyor, belki bölüm aralarına alıntılar vs seçiyorum, ama o kitabı tamamlamak gibi bir his olmuyor pek. Her bir öykünün son halini verirken daha çok hissediyorum tamamlama duygusunu. Dolayısıyla söz ettiğiniz tamamlama/ayrılma sürecini roman yazarken daha çok duyuyorum. Dünyanın Uğultusu’nu tamamlamam yayımının gecikmesinden ötürü uzamıştı; yeniden okuyup düzeltme imkânım olmuştu bu zaman zarfında. Başlarken nerede biteceğini tam olarak belirlememiştim; sanırım tamamlama hissini romanın sonunu yazdığım sırada duydum. Daha sürdürmeye gerek kalmadığını hissettiğim yerde bitti. Galiba bu kurtulmadan ziyade tamamlama hissi oluyor.

Bir söyleşinizde okudum, “Öykülerimdeki bazı karakterlerin hep aynı kişi olduğu bile düşünülebilir. Ortak bir ruh halini anlatmaya çalışıyorum, bu ortak ruh halinin farklı durumlarda nasıl bir görünüm sunduğu ilgimi çekiyor.” demişsiniz. “O aynı kişi”siz de olabilir misiniz?

Mutlaka benden, benim ruh halimden de izler var içerisinde, ama daha genel bir şey sözünü ettiğim ruh hali. Bir kuşağın, dünyaya yakın noktalardan bakan, aşağı yukarı benzer şeyler yaşamış ya da benzer şeylere maruz kalmış insanların farklı durumlarda verecekleri tepkilerin ya da tepkisizliklerin peşindeyim. Kabaca aynı kişi gibi görünebilmelerine karşın ince nüanslarla ayrıldıklarını düşünüyorum. Aslında bu ince nüansları fark edebildiğimiz anlarda kişilikleri, duruşları hakkında bir şeyler görebiliyor, anlayabiliyoruz.

Gene o söyleşinizde karakterlerinizin mutlu olmak ya da mutsuz olmaktan başka şeyleri öne çıkarttıklarını söylüyorsunuz. “Kendilerini tartıyorlar, anlamaya çalışıyorlar, kendileriyle bir kavgaları, didişmeleri var; kendilerine dair daha gerçek bir şey bulabilmek onlar için mutlu ya da mutsuz olmaktan daha önemli.” Reçeteler halinde sunulan mutluluk vaatleriyle bizi oyaladıkları, o reçetelerin gerektirdiği türden bir mutluluğun neredeyse nihai amaç olarak gösterildiği bir devirde çok çarpıcı ve iç ferahlatıcı geldi… Mutluluğa dair ne düşünüyorsunuz?

Bazıları o reçetelerle de mutlu olabilirler, yeter ki başkalarına da bunu dayatmasınlar! Böyle bir şey de var. Kendilerine benzememizi, mutlu olmak istiyorsak ancak onların yaptıklarını yapmamızı da dayatmaya çalışıyorlar. Sahteliklerin olduğu yerde mutluluk çok mümkün olmazmış gibi geliyor bana. Sahteliklerle örülü bir hayatta bir an gelir dikişler atar, çırılçıplak kalırız gibi geliyor bana. Başkalarını hadi neyse, ama kendimizi sonsuza dek kandıramayız. Duygularımız bir şeylerin sahte olduğunu bize duyurur, tatminsizliklerimiz, hoşnutsuzluklarımız bunun alarmını verir. Sözü ettiğiniz reçeteler başka sahte şeylerle üzerini örtme çabasıdır mutsuzluklarımızın. Bunlar alınıp satılır şeylerdir çoğunlukla ve bunları edindikçe daha fazlasına da ihtiyaç duyan bağımlılara çevirir bizi. Bu yüzden mutluluğun reçetesi olur mu bilmem ama öncelikle daha az sahte olmakla başlamak bana en uygun yol gibi görünüyor.

Yazarken kendinize dair neler keşfediyorsunuz? Yazdığınız bir öyküde ya da romanınızda doğrudan kendinizi gördüğünüzde, hissettiğiniz şey ne oluyor? Nasıl bir ayna oluyor size o?

Galiba Uğur Yücel oyunculuk için kullanmıştı “ruh göçü” sözünü. Edebiyat için de geçerli olabilir bu. Yazarken de insanın ruhu yazdığı kahramana göç edebiliyor; ama bunun büsbütün bir kişilik değiştirme olduğu sanılmasın. Yazarla kahraman arasındaki bir gelgitten söz etmek daha doğru olur belki de. Kahramanın yapıp ettiklerini baştan sona yazar belirliyor sanılır, oysa kahramanın ne yapacağı, ne tutum alacağı çoğu kez hikâye ilerleyip kahramanın kişiliği oluştukça belirlenmektedir ve bir noktadan sonra yazara düşen bunu görüp kâğıda dökmekten ibaret olabilir. Yazar böylece −yarattığı kahramanın bile olsa− bir başkasını tutumlarının ardında ne olduğunu, hesaplarını, tepkilerini etkileyen şeyleri görmek zorunda kalır, kimi zaman kendimiz için yapmadığımız ya da yapmaktan kaçındığımız bir odaklanma gerekir bunun için. Böyle bir odaklanma ister istemez insanın kendisini tartmasına da neden olabiliyor.

“Diken Ucu”, söylenenlerden çok söylenmeyenlerin, yapılanlardan çok yapılmayanların kitabı olarak okunabilir… Tolga Meriç böyle yazmıştı kitabınızla ilgili olarak. Hatta şunu eklemişti: “Diken Ucu’nda ve Behçet Çelik’in edebiyatında beni en çok şaşırtan şeylerden birine; anlatılmamış ya da okura bırakılmış boş alanların başkalığına ve yeniliğine ilişkin. Gerçekten, nasıl oluyor da Behçet Çelik’in yazmadan anlattıkları-anlatabildikleri, birçok yazarın yazmadan anlattıklarından-anlatabildiklerinden daha farklı ve yeni olabiliyor?” Rodin’in heykel tanımını andırıyor biraz… Bundan bahseder misiniz?

Olan biten her şeyin baştan sona anlatıldığı, okura sadece edilgin biçimde bunları okuma, takip etme işinin bırakıldığı yapıtları bir yana bırakırsak, her edebi metnin içerisindeki boşluklar bizim o metne katılımımıza, hatta metni yeniden kurmamıza imkân sağlayan kapılardır. Benim yazdığım öykülerin bir farkı olup olmadığını ya da bu farkın ne olduğunu bilebileceğimi sanmıyorum. Şunları söyleyebilirim sadece: Bazen bir öyküyü tamamladıktan sonra Rodin’in sözünü ettiği gibi fazlalıkları attığım olur, ama çoğunlukla yazarken bu boşlukları koruyarak yazıyorum sanırım. Söz konusu olan insansa; belirgin, tek yönlü bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirmeler yapmak kolay değil. Dolayısıyla ister istemez ortada bir bilinemezlik alanı, daha doğrusu kimi soruların yanıtlarının mutlak biçimde verilemeyeceği bir alan kalır. Ne de olsa değişim sürekli; bir sorunun yanıtını bulduğumuz anda artık önceki durumda olmuyoruz, çok şey değişmiş ve dolayısıyla kartlar yeni baştan dağıtılmış oluyor. Bu durumda boşluklar olması kaçınılmaz. Öykü kişilerini kimi zaman tam da bunun farkına vardıkları anlarda ya da bunun farkına varmalarının ardından geçmiş hatalarını görmeye başladıkları sırada tanıyoruz. Belki bunun bir etkisi vardır.

Sıradanmış gibi görünen anlar ve kişileri anlatıyor ama onları sıradan olmaktan çıkarıyorsunuz. Bu bana ‘iyi edebiyat majör edebiyat demek değildir’ gibisinden bir şeyler söyleyen T.S. Eliot’u hatırlatıyor. Sizin tercihinizi belirleyen şey ne oldu?

Sanırım bu tarzda yazılmış öyküleri ve romanları seviyor olmam etkilidir tercihimde. “Büyük” hayatların, “büyük” olayların kendiliğinden ilgi çeken bir yanı var. Bunlar çoğu zaman özel durumlar, kişilikler, olaylar… Oysa sıradan hayatlardaki ilk anda önemsiz görünen gerilimlere odaklanmak bize insan olmak hakkında da, hayat hakkında da daha çok şeyi araştırma imkânı sunar.

“Diken Ucu” adlı öykünüzdeki karakterin bize, okura neyi hatırlattığını düşünüyorsunuz. Bu toplumun da diken uçları var mıdır, unuttuğumuz ama ara sıra sızlayarak kendini hatırlatan…

Geçmişte bıraktığımız arkadaşlarımızla birlikte kendimizden de bir şeyler bırakıyoruz, eksiliyoruz. Kavgası etmeden, muhasebesini yapmadan, olan bitenlerdeki kendi payımıza düşen kabahati kabullenmeden sadece kaçarak, uzaklaşarak, görmezden gelerek geride bırakmaya kalkmışsak, bir gün bir biçimde o kapanmayan yara uç verebiliyor. Toplumsal diken uçlarımız olmaz mı? Onlar da kapanmayan yaralarımızdaki kendi dahlimizle yüzleşmediğimiz için canımızı yakmaya devam ediyor. Bunlarla yüzleşmeye daha yeni başlıyoruz bence. Toplumsal hayatımızdaki pek çok gerilim yüzleşmeyi göze alanlarla yüzleşmekten korkanların çatışmalarından kaynaklanıyor. Son yüz yıl boyunca çok büyük acılar çekildi, çekilmeye de devam ediyor. Bunca acının iz bırakmadan unutulacağını sanmak büyük hataydı, nitekim şimdi başka biçimlerde kendini gösteriyor. Çok taze bir olay, bir arkadaşımın twitter’da söz ettiği bir bağlantı: Van depremi sonrasında verilen ırkçı tepkilerden çok rahatsız olduk. Bunları yapanların çoğu 90’lı yıllardaki kirli savaş döneminin çocukları oysa. Bununla yüzleşmediğimiz için bugün böyle bir diken ucu mütemadiyen batıp duruyor. 90’ların kirli savaşı da 12 Eylül’le hesaplaşamamış olmanın sonucuydu. Böyle silsile halinde gidiyor.

Bugüne dek sadece tek bir roman yazdınız. Öykü türünde size cazibeli gelen şey ne, neden daha çok onu tercih ediyorsunuz?

Şu sıralarda da bir roman üzerinde çalışıyorum. Bu romanı yazmaya başladığım son bir yılda çok az öykü yazdım, yazabildim, ama haklısınız, öykünün apayrı bir yeri var benim için. İlk romanım Dünyanın Uğultusu’nun ardından yeniden bir öykü kitabı yayınlayınca şaşıran arkadaşlarım olmuş. Bundan sonra romanla devam ederim diye düşünmüşler. Öykü benim çok sevdiğim bir tür. Okumasını da, yazmasını da seviyorum. Ama türler konusunda ayrımcılık yapmıyorum. Yazmaya karar verdiğim şey türü belirliyor. Öykünün cazip yanı, daha kısa bir an içerisinde daha çok şeyi saklıyor olması, başka bir deyişle yoğunluğu. Eksilterek anlatmaya yatkınlığı da etkili bunda.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments