Tolga Meriç hakkında bildiğim her şey
Tolga Meriç, hayattaki en yakın arkadaşlarımdan. Gitmeyeceklerden. Gitse de kalacaklardan. Egoist Okur’dan tanıyorsunuz onu. Bir de tabii Picus döneminden bu yana yaptığı görkemli röportajlarından… Bazılarını burada yeniden yayınlamayı düşünmüyor değilim, röportaj nasıl yapılır, öğrensin herkes diye.
Tolga’yı uzun uzun anlatmak istemiyorum size, zaten sevmez kendinden konuşulmasını. Onun parlak zekası, kimi zaman acıtan şefkati, sesi, bulaşıcı gülüşü olmasa artık, ben de biraz eksik kalırım, o kadarını söyleyeyim. Hem karanlıkta görebilen kaç kişi var ki tanıdığım? Bu röportaj neticede onu biraz daha yakından tanımanız için. Tüm içtenliğiyle cevapladı soruları; kasmadan, “kimi üzerim, küstürürüm” diye düşünmeden… Ve hakkı teslim edilmesi gereken ustaları gözeterek, kollayarak…
Sizi onunla baş başa bırakıyorum. Ve saçma bir samimiyet krizi geçirdiğimi sanacaklara aldırmadan, söylüyorum: “Seni çok seviyorum Tolga!”
“Bir yazar dokunulmazlık halesiyle taçlandırıldığında, içimde sevgimi gözden geçirme dürtüsü oluşuyor”
Çocukken neler okuyordun? En sevdiğin kitaplar hangileriydi? Ne bileyim, o zamanlar senden kaçırılan kitaplar var mıydı? Gizli gizli neler okurdun?
Bir keresinde bana yerli romanlarda geçen mekânlara, kurulan atmosferlere, yaratılan karakterlere ve daha bir sürü şeye inanamadığınızı, bu yüzden de uzunca bir süre yerli edebiyattan uzak kaldığınızı söylemiştiniz. Bugün ben de öyle düşünüyorum biraz. Fakat çocukluğumda yatağımın hemen yanı başında duran küçük kitaplığımdaki yabancı çocuk romanlarının içine bir türlü girememiştim. Hayatımda bir daha o kadar güzelini görmediğim ciltli kitaplardı bunlar. Hatırladıklarım arasında “Pinokyo”, “Alice Harikalar Diyarında”, “Gümüş Patenler”, “Küçük Kadınlar” ve “Çizmeli Kedi” var. Fakat daha öncesinde şöyle bir şey oldu: Galiba beş ya da altı yaşındaydım. O yıllarda televizyonda yerli film pek olmazdı. İlk Türk filmini seyrettiğimde hâlâ anlatamadığım büyük bir mutluluk duymuş, yerli bir yapıtla karşılaştım diye kendimden geçmiştim. Bu coşkunun beni ailemden koparan bir yanı da vardı sanki. Yabancı yazarlarla arama girenler, buna benzer mutlulukların eksikliğiydi işte. Bunu aşmam için babamın bana on altı yaşımda Adalet Ağaoğlu’nun “Bir Düğün Gecesi” ile Pınar Kür’ün “Akışı Olmayan Sular” adlı kitaplarını armağan etmesi gerekti. Ya hemen öncesine ya da aynı döneme denk gelen başka bir yazarla, İnci Aral’la tanışmam ise çocukluğumda bir yetişkinle girdiğim karmaşık bir ilişki sayesinde mümkün olmuştu. Galiba gerçekten okumaya başlamam, okumayı sevmem, bu üç yazarla tanışınca gerçekleşti. Yabancı yazarları sevebilmek için önce uzun süre yerli edebiyatı okumam gerekti benim. Benden kaçırılmış tek kitapsa, benden yaşça büyük ama aslında kendileri de çocuk olan tanıdıklarımın sayfalarından bölümler okuduğu “Akıntı Adaları” adlı kitaptır. Fakat bu kitap Hemingway’inki değildir. Bilmem anlatabildim mi?
(Ah, tamam, bununla ilgili yorum yapmayacağım.) Kitapla ilgili kötü alışkanlıkların oldu mu? Mesela hiç kitap çaldın mı? Veya ödünç aldığın bir kitaba el koydun mu?
Yirmili yaşlarımda, biri bana kitaplar vereceğini söylediğinde, o kişiyi sıkabilecek sözsüz bir ısrara kapılırdım. Nasıl anlatayım bunu? Bambaşka şeyler yaptığımızda bile, ağzımı açıp da istemediğim halde, o kişi aslında kitapların verilmesini beklediğimi bir biçimde sezerdi. Daha öncesinde ise, çocukken yani, yapamadıklarımı başkalarına yaptırma becerisi edinmiştim. Üstelik aynı şekilde: Yaptırmak istediğim şeyi hiç söylemeden yine. Kardeşim bunu anlamıştı, ondan neyi istediğimi de anlamıştı ve benim için kitaplar çalmıştı. Belki on belki yirmi tane. Fakat sonra vicdan azabı duydu ve çaldığı kitapları yine tek başına gidip, aldığı yerlere geri koydu. Ödünç verme meselesine gelince… Kitap ödünç vermeyi sevmediğimden, verdiğim kitapları geri istemeyi ya da beklemeyi doğru bulmadım. Bu konuda herkes böyledir diye düşündüğümden olacak, ödünç aldığım kitapları geri verme gereği de hissetmedim pek. Bence ödünç alıp vermek o işin adı olmuştur da, aslı başka bir şeydir. Fakat evet, insan bu tür kandırmaların dışında tutamıyor yine de kendini.
“Göklere çıkarmada, onunla at başı gittiğine inandığım linç kalabalıklarının gölgesini de görür gibi oluyorum”
Bir insan okumayı ne kadar severse sevsin, nihai seçimini en baştan yapmaz, farklı ve değişik şeyler okur, arada “yaramaz” seçimler yapar. Senin de bu tür ara dönemlerin oldu mu? O ara dönemler şimdi de sürüyor mu?
Bu sorunun karşılığı olmayacak ama bir yazar dokunulmazlık halesiyle taçlandırıldığında, çok sevdiğim bir isim bile söz konusu olsa, içimde o yazara dönüp yeniden bakma ve sevgimi gözden geçirme dürtüsü oluşuyor. Oğuz Atay, Bilge Karasu ya da Leylâ Erbil gibi yazarları kuşatan dokunulmazlıktan söz ediyorum. Kuşku ve bıkkınlık uyandırıyor bende bu. Göklere çıkarmada, onunla at başı gittiğine inandığım linç kalabalıklarının gölgesini de görür gibi oluyorum.
Okumak için tercih ettiğin özel bir saat ve yer var mı? Bizimle ideal okuma deneyimini paylaşır mısın?
Vapurlarla otobüsler hariç, açık havada ya da dışarıda kitap okuyabilen biri değilim. Zaman seçmem pek ama oturarak okuyamam genelde. Sırtüstü uzanabileceğim ya da yan yatabileceğim bir koltuk ararım. O koltuğun dokusunun bana tanıdık olmasını da isterim. Bedenimin şeklini az çok almış bir koltuk olmalı. Herhalde bu yüzden, başkalarının evinde, o evde yalnız bile olsam doğru dürüst kitap okuyamam. Başkalarının evlerinde kitapla arama bir şeyler girer. O evlerin koltuklarının içine gömülecek, göçülecek yerlerini ya da serinliklerini, gölgelerini keşfedecek zamanım olursa -neredeyse eşyayla aramdaki erotik bir ilişkidir bu- kitaplarla da yakınlaşmaya başlarım.
Ne tür kitapları sever, okursun?
En çok öykü ve roman okumayı severim. İyi yazılmış otobiyografileri de severim. Fakat şairlerle gerçekten uzun zaman geçirmem gerekir. Bir şairden ötekine atlayamam. Yılda ikiden fazla şairi anlayıp tanıyabileceğimi sanmıyorum. Behçet Necatigil, Gülten Akın ya da Walt Whitman gibi anında çarpıldıklarımla ise ilişkim ömürlüktür.
Kütüphanenin bir haritasını çizmeni istesem neler anlatırsın? Okumayı en az senin kadar seven biri kütüphaneni görse ne hazinelerle karşılaşır? Bir de orada bizi şaşırtacak, senden beklemeyeceğimiz ne bulurduk?
Kitaplığımın acıklı bir hal almasını önlemek için ıvır zıvır, şıpınişi yazılıp piyasaya sürülmüş kitapları kendileri için satacak birilerine veririm. Böylece kitap atmanın, kâğıt için üzülmenin yükünden kurtulmuş olurum. Eğer bu bir hazine koruma yöntemi sayılırsa, kitaplığımı görenler küçük, buruk sevinçler duyabilirler. Şaşırtıcı olansa kitaplığımdaki bir şeyde değil, kitaplığımın kendisinde ve evde sahiplendiğim tek malım gibi duruşundadır.
“Belli bir birikimden sonra kapıldığımız ‘yeni yapıtlar karşısında duyulan şu bildik tiksintiyle’ tanışıyorumdur belki de”
Sehpanın, masanın üstünde hangi kitaplar duruyor şu an?
Charles Dickens’ın “Büyük Umutlar”ı, Oktay Rifat’ın “Bay Lear”ı ve Stephen Hawking’in “Büyük Tasarım”ı. Komik bir şey söyleyeyim: Ben hayatımda kimseye “Adamım” falan demedim. Öyle şeyler diyecek biri olmadım hiç. Ama nedense Stephen Hawking’i “Adamım benim” diye seviyorum. Fizik için yeni bir dil yaratma çabasına hayranlık duyuyorum.
O halde hemen Hawking’e dalacağım. Peki rafta gördüğün zaman seni hangi kitaplar heyecanlandırıyor?
Tanımakta geciktiğim ölü yazarların kitapları. Marguerite Yourcenar’ın sözünü ettiği, belli bir birikimden sonra kapıldığımız “yeni yapıtlar karşısında duyulan şu bildik tiksintiyle” tanışıyorumdur belki de.
“Olmayacak bir işe kalkışarak her yıl bir ‘roman’ yazanların fabrikasyon, kitaplarını, arkadaşlarım ya da sevdiğim yazarlar bile olsa, almak istemiyorum artık”
Asla almam dediğin kitaplar var mı? Ne tarz kitapları ya da yazarları hiç okumazsın?
Olmayacak bir işe kalkışarak her yıl bir “roman” yazanların fabrikasyon, hormonlu kitaplarını, bunu yapanlar arkadaşlarım ya da sevdiğim yazarlar bile olsa, almak istemiyorum artık. Okuru, yaşadıkları siyasi yoksunluk krizleriyle istismar ettiğini düşündüğüm yazar ya da kitapları ise iş olsun diye bile okuyamam. Bunlar zaten çapsız ürünlerse aslında o kadar aldırmam da, okur ya da eleştiri düzeyinde toplu bir budalalık, görmezden gelme ve ikiyüzlülük sezersem edebiyat adına umutsuzluğa kapılırım.
Seni düş kırıklığına uğratan ya da aşırı övüldüğünü düşündüğün kitaplar hangileri? Hoşlanman beklenen ama hoşlanmadığın bir kitap oldu mu?
Barış Bıçakçı’nın, romanlarında süren gizli şiire aynı zamanda mahkûm olduğunu düşünüyorum. Romanlarını ve romancılığını zaafa uğratan bu durumdan söz edildiğine rastlamadım daha. Hasan Ali Toptaş’ın aldığı övgülere hiçbir zaman aynı şiddetle katılamadım. Emrah Serbes “Deliduman”la Radikal Kitap’taki köşesinde Selim İleri’den mektup bile aldı ama önceki kitaplarıyla kıyaslandığında yazarlığı adına aşılmayı bekleyen, kritik bir eşikteymiş gibi geldi bana. Adalet Ağaoğlu’nun “Dert Dinleme Uzmanı” ise düş kırıklığı oldu benim için. Fakat yirmi beş yıllık okurluğumun ardından, beni asıl düş kırıklığına uğratan şey, yazarlarımızın çoğunun düşlemekten fazlaca yoksun olduğunu fark etmem oldu. Kendi yaşamlarından ya da başkalarının hayatlarından beslenmenin dozunu kaçırıyorlar gibi geliyor bana. Otobiyografik metinlere özel bir sevgi duyduğuma göre, bu düş kırıklığım romanları okuya okuya açığa çıktı diyebilirim. Gerçeğe aşırı bağlılar. İyi de, senin yarattığın gerçeğe ben nasıl inanacağım o zaman? Ne kadar yazınsal olabilecek o gerçeklik? Bir de tabii, gerçeğe aşırı bağlılık, kendileri fark etmeseler bile, göstermekten çok anlatmaya yönlendiriyor yazarları. Son zamanlarda bu konuda beni rahatlatan roman Semih Gümüş’ün “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz”u oldu. Ama işte, bunları böyle yazıp tartışacak ortamlar yok. Onun yerine, Semih Gümüş’e, yer yer pornografik bir dil kullandığı söyleniyor. Bunu gerçekten de iyi niyetle söyleyenler, insanın saygın acısının şimdiye kadar hangi pornoda yer aldığını görmüşler acaba?
Hakkı yenmiş kitaplar dendiğinde aklına hangileri geliyor?
Bence zaman karşısında her kitap kendi layığını buluyor. Yine de, Oktay Rifat’ın, Selim İleri sayesinde keşfettiğim “Bir Kadının Penceresinden” adlı romanı ilk aklıma gelen.
Son zamanlarda yayımlanan kitapları düşünürsen, bir keşiften söz edebilir misin? Bir gün herkes şu kitaptan ya da şu yazardan söz edecek gibi…
Mehmet Erte. “Arzuda Bir Sapma”daki birkaç öyküsünü okurken hayatımda ilk defa kıskançlık duydum. Metinlere karşı bende hiç olmayan bir duygudur bu. O yüzden çok şaşırdım. Fakat benim keşfettiğimi kaç kişi keşfedebilecek emin değilim. Çünkü hakkında bayağı bir yazı çıktı ama kitabı ya da yazarı tam olarak kavrayabilmiş yazılar değildi bunlar. Gerçi ben Mehmet Erte’nin de kendisini tam olarak anlayabildiğini düşünmedim. Eğer anlarsa, metinlerine şu saçma sapan hayatın yerine kendi dünyasını koyarsa, bambaşka bir yer açabilir edebiyatımızda.
Tolga Meriç’in yangında ilk kurtaracakları
Tehlikeli İlişkiler, Choderlos de Laclos
Anna Karenina, Tolstoy
Madame Bovary, Gustave Flaubert
Yüzyıllık Yalnızlık, Gabriel Garcia Marquez
Her Çıkışın Bir İnişi Vardır (İyi İnsan Bulmak Zor), Flannery O’Connor
Sevgili, Marguerite Duras
Cehennem Kraliçesi, Selim İleri
Mor, İnci Aral
Bir Düğün Gecesi, Adalet Ağaoğlu
Parasız Yatılı, Füruzan
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest