“Acıdan uzak durarak değil, hazza yaklaşarak mutlu ol”
“Zaaf” ve “Gertrude 2’ye Nasıl Bölündü” adlı kitapları aracılığıyla Şule Öncü’nün edebiyatçı yönünü epey zaman önce tanımıştık. Şimdi elimizde onun psikoterapist olarak yazdığı ilk kitap var. Doğan Novus etiketli “Yatıyorum Bir Şey Diyor Musun”da Öncü, bağlanma korkusu, ayrılık travması, çevrimiçi ilişkiler ve kimsenin gerçek anlamda karşılaşamadığı, tanışamadığı, buluşamadığı ıssız hayatlar etrafında aşk ve ilişkilere dair sorular soruyor, çözüm önerileri sunuyor.
ISSIZ İLİŞKİLER ya da başkalarının geçmişten kalan borçlarını sevgiliden tahsil etmeye çalışanlar
Psikoterapist Şule Öncü’nün aşk ve ilişkiler üzerine yazdığı yeni kitabı okurken, son zamanlarda aklımı çok kurcalayan bir meseleyi düşünüyorum: Kiminle konuşursam konuşayım, insan denen varlığın karanlık doğasından bahsediyor, onun bencilliğe ve yıkıcılığa meyilli olduğunu söylüyor. Bense soruyorum: “Buna inanmak, bize bir çeşit özgürlük; özensiz davranma özgürlüğü veriyor olabilir mi? Böylece normalde beğenmeyeceğimiz şeyler yaptığımızda, yani kendimizi sevmemek için gerçek sebeplerimiz olduğunda, suçu kolayca ‘doğamıza’ atıyoruz.” Bilmiyorum, benimki sadece bir fikir.
Şule Öncü’yse, “Kendini sevme konusu çoğunlukla yanlış anlaşılıyor” diyor. “İnsanın ötekiyle bağ kurmadan, öteki olmadan kendini sevmesi pek mümkün değil. Kendini sevmekse, ‘kendinden hoşnut olmak ve yalnızlığı da yaşanır kılmak’tan başka bir şey değil. Kendini sevmemenin temelinde de zaten genellikle vaktiyle başkaları tarafından sevilmemek ya da aşırı şımartılmak var. Tabii bu kişileri sevildiklerine inandırmak da zor oluyor.
Peki durum bu kadar umutsuzsa, uğraşmaya değer mi? Şule Öncü anlatıyor: “Bak; insan hayata prematüre geldiği ve doğaya karşı fazlasıyla savunmasız olduğu için savaşçı olmuş bir canlı. Ve maalesef hayatta kalmak için geliştirdiği savunmalardan bazılarında fazla ileri gitmiş durumda. Yine de karanlık yanlarımız olduğu gibi aydınlık yanlarımız; hastalıklı hücrelerimiz olduğu gibi sağlıklı hücrelerimiz var. Benim işim bu sağlıklı hücreleri çoğaltmak. Bazı şeylerin düzeleceği konusunda umudum olmayabilir ama bütünüyle umutsuzluğa kapılmak ve eylemsizliğe sürüklenmek gibi bir lüksüm de yok. Aslında hiçbirimizin yok. Umut şart değildir. Umutsuz da mücadele edilir.”
“O halde risk almamak için aldığımız en büyük risk, kendimizi attığımız ateş nedir?” diye soruyorum Öncü’ye, “Eylemsizlik” diyor. Harekete geçiyor ve röportajımıza buradan başlıyoruz.
Aşk ve ilişkiler özelinde söylenmemiş bir söz kalmamıştır gibi geliyor bana, o yüzden şunu soracağım: Bu kitapta neydi amaçladığın, yazar Hulki Aktunç’un o unutulmaz söyleyişiyle bu alanda neyi eksik gördün de tamamlamaya niyet ettin?
Kadınla erkeğin hem kendine hem de birbirine yabancı olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bu durum, birbirine aç ve muhtaç olan iki cinsin gerçek anlamda karşılaşmasına, denk düşmesine, birbirinin ihtiyacını karşılamasına, birbirinden beslenerek büyümesine, olgunlaşmasına engel teşkil ediyor. Biz geleneksel kolektivist bir toplumken, birkaç on yıl içinde modern metropol kültürüne gark olduk. Lafta kabul ettiğimiz ama bir türlü içselleştiremediğimiz değerlerimiz ve inançlarımız var, ilişkilere dair. Mantığı anlaşılmamış, sağduyu süzgecinden geçirilmemiş bulanık normlar var ve kendi aklıyla düşünmeye alışmamış bir toplumun bu normlara uyma çabası… Dolayısıyla biz ilişkilerimizi bu bulanıklığın ortasında, bir sis ve toz bulutu içinde, birbirimizi göremeden, itiş kakış yaşıyoruz. Ben bu kitapta, birbirini gereksinen ama yeterince iyi bir ilişkiyi bir türlü olduramayan kadınla erkek arasında biraz temizlik yapmak, bulanıklığı gidermek, sis perdesini aralamak ve görüşü netleştirmek istedim. Karmaşık, dağınık ve anlaşılmaz olanları anlaşılır, dolayısıyla değiştirilebilir kılmaya çalıştım. Çünkü kendinizi, ilişkiyi ve ilişkide olduğunuz kişiyi yeterince net göremezseniz ilişki gözünüzün yaşına bakmaz; savurur sizi, yerden yere vurur.
Başlarken annenle babandan örnek vermişsin hatta kitaba adını veren cümle babanın: “Yatıyorum, bir şey diyor musun?” İlişki açısından ne ifade ediyor o cümle?
Küslüğe yakın bir etkileşim zemininde, ifade edilemeyenlerin titrek bir özeti o cümle. Yeterince uzatılamamış bir barış çubuğu gibi. Hem yakarış, hem kaçış.
Eski insanlar problemlerin çözümüne dair bizden daha fazla şey mi biliyorlardı acaba?
Bizden önceki kuşakların kafası bizim kadar karışık değildi. Daha çok şey bildiklerini değil ama bildiklerinden daha emin olduklarını düşünüyorum. Bu durum zihinsel dinginliğe olduğu kadar sabit fikirli oluşa da sebepti tabii. Geleneksel rol dağılımını kabullendikleri için ilişki içindeki duruşlarını bizim kadar sorgulamıyorlardı. Ve bu kabullenişte ne gizli isyanlar, ne derin mutsuzluklar, ne sönmüş cevherler, kendinden vazgeçişler vardı… Daha mutlu değil ama daha kadercilerdi.
Toplumsal olarak zor zamanlardan geçmemiz bireysel ilişkilerimizi de etkiliyor mu?
Kesinlikle etkiliyor. Belirsizlik, güvensizlik ve sürekli tehdit algısı, varoluş kaygısını arttırıyor. Genel kaygı arttıkça yakınlık kaygısı da artıyor. Çünkü gerçek yakınlık cesaret gerektirir, kaygılı insan ise korkak olur. İlişkilerde algılanan sahte yakınlık da bir yanıyla artan kaygılarımıza bağlı. Ayrıca toplumsal hayatta aşırı baskı altında hisseden birey o kadar yorgun ve gergin ki, ilişkideki sorunları el birliğiyle çözülecek pürüzler olarak değil, varlığına yeni bir tehdit olarak algılıyor. Bu yolun sonu da ya ciddi çatışmalara ya da ilişkiden uzak durmaya çıkıyor.
Birbirimize karşı daha kırıcı olmaya başladığımız günlerde, hayatı paylaştığımız kişilere karşı da mı daha kırıcı davranıyoruz?
Maalesef öyle. Tehdit algısı defans refleksini tetikler ve bu refleks yakın ilişkileri de belirler. Yine de dışarıdaki koşullar ne olursa olsun yakın ilişkileri steril tutmak ve çöldeki bir vaha koşullarında yapılandırıp yaşamak mümkün.
Kitabında geçen “ıssız ilişkiler” terimini nasıl tarif edersin?
İki tarafın da dahil olmadığı ilişkiler. Duygularıyla, sezgileriyle orada değiller. İlişkiye yerleşememişler. Ötekine bir ezber perdesinin ardından bakıyorlar. Yani ötekinin gerçekliğini görmeye çalışmak yerine önceki yaşantılarının iz ve tortularından yola çıkarak niyet ve zihin okuyorlar. Sevgiliyi anne, baba, önceki sevgililer gibi başkalarının rolüne atıyor ve başkalarının geçmişten kalan borçlarını sevgiliden tahsil etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla gerçek anlamda karşılaşamıyor, tanışamıyorlar. İlişkiyi yaşamıyor, ilişkiye maruz kalıyorlar.
Demokles’in kılıcı, aşkta da…
Günümüzde ilişkilerin üzerinde asılı bir “Demokles’in kılıcı” var mı, varsa o nedir?
Bu metafor, ilişkiyi iktidara ulaşmanın bir yolu olarak görenler için geçerli olabilir. Toplumsal iktidara ancak oğlu üzerinden ulaşabileceği için oğlunu büyütmeyen, kendine bağımlı kılan anne gibi. Ya da evliliği kadın üzerindeki tahakkümünü meşrulaştıran bir araç gibi kullanan erkek gibi. Sevdiğine iktidarını dayatan, bedelini öder, karşısındakinin ondan nefret etmesiyle öder. Terk etmesiyle öder. Ama bir biçimde öder.
Peki nasıl üstesinden geliriz bu meselenin, nasıl o kılıcın altında öylece durmaktan vazgeçip kendimizi dünyaya ve deneyimlerin sınırsızlığına bırakabiliriz?
İnsanın kendini yaşanan ânın getirdiklerine bırakabilmesi için ona öncelikle cesaret gerek. Acıdan kaçınarak değil, hazza yaklaşarak mutlu olur insan. Sürekli defansta kalarak sevemeyiz ki. Sürekli isyanda kalarak anlam yaratamayacağımız gibi.
“İlişkiyi, zorlukların üstesinden birlikte gelmek güçlendirir”
Toplumsal hayatta kendimizi suçsuz hissetmek için ihtiyaç duyduğumuz günah keçilerine, özel hayatımızda da ihtiyaç duyuyor ve bu yüzden sürekli karşımızdaki kişiyi suçluyor olabilir miyiz? Buradan gerçeğe dönüş var mı; ne olacak da kendi hatalarımızı görmeye başlayacağız?
Hayatımızın sorumluluğunu aldığımız zaman. Sorumluluk ve özgürlük aynı madalyonun iki yüzüdür. Seçimlerinin sorumluluğunu almayan insan, tutsaktır, özgürleşemez. İçsel özgürlüğü olmadığı için çevresindekilere bağımlı kalır, bağımlı olduğu için de aşağılık ve değersiz hisseder. Genellikle de en yakınlarını, bağımlı olduklarını suçlar. “Yanlış işi yapıyorum sen suçlusun, mutlu değilim sen suçlusun, ayağım takıldı düştüm sen suçlusun…”
Kitabını okurken, bencil ve yıkıcı oluşumuzun aslında kırılgan oluşumuzla alakalı olduğunu hissettim. Kendimizi yeni bir ilişkiye açmayı nasıl başarabiliriz? Veya halihazırda aksak da olsa sürdürdüğümüz ilişkimizi ayağa kaldırmayı?
Kırılganlığın inkârında olmak gücün değil, bilâkis zayıflığın göstergesidir. Bunu idrak ve kabul edersek birbirimize karşı daha merhametli olabiliriz diye düşünüyorum. Ötekine kabuğumuzun sert ve kalın yanlarını değil, yumuşak karnımızı dönebildiğimizde yakınlaşırız. Ortak acılar, yaralar birleştirir bizi. İlişkiyi, zorlukların üstesinden birlikte gelmek güçlendirir.
“Okumak da yazmak da; kendimi arama, anlama, temize çekme yolu benim için”
“Olmak istediğimiz kişiye ne kadar uzaksak, aşka o kadar aç ve yatkınız…” Ne demek bu tam olarak?
Aşk altı ay-bir yıl arasında aşınır ve biter. Çünkü temel itibarıyla bir yanılsamadır ve kapalı devre yaşanır. Asıl ilişki, aşk illüzyonu eridiğinde, tarafların birbirine tuttuğu dev aynaları tuz-buz olduğunda başlar. İnsan ancak o zaman hem karşısındakini hem de kendini görebilir. Nispeten gerçeği yansıtan bir aynaya, yani artık aşık olmadığı ötekine baktığında gördüğü kendi yansımasını beğenmezse, yani aslında olmak istediği, olmayı hayal ettiği kişi değilse, kendini kendinden kurtarmak için yeni bir aşka sekme ihtimali yüksektir. Çünkü aşığın dev aynası bizi olduğumuzdan daha büyük, daha muktedir, daha muzaffer gösterir. Dolayısıyla kendinden hoşnut olmayan kişi, en uç noktada dev aynalarına bağımlı yahut “aşka aşık” kişi olma potansiyeli taşır.
Ve son sorum: Edebiyata yeniden dönecek misin yoksa biraz kırgın mısın? Aranızdaki ilişkiyi ne tamir ederdi?
Edebiyattan hiç gitmedim ki döneyim. Beş yıldır hikâye ya da roman yazmadım ama sürekli yazıyorum ve kurguluyorum aslında. Psikoterapist kimliğimle edebiyatçı kimliğim entegre oldukça, psikoterapiyle edebiyatın ortak topraklarında, melez metinler yazmaya başladım. Bir kısmı dergilerde yayınlandı, bir kısmı ‘Yatıyorum Bir Şey Diyor musun?’da, bir kısmı neredeyse bitmek üzere olan gelecek kitabımda… Ayrıca sinematerapi seminerleri, hem sinema hem de edebiyat deneyimimden yola çıkarak tasarlayıp geliştirdiğim bir seri. Son yıllarda yaratıcılığımı bu gibi terapötik metin ve performanslara kanalize ettiğim için, roman ya da hikâye yazmasam da kendimi yazıdan ve okurdan kopmuş hissetmiyorum.
Kırgın derken yanlış kelime kullandım sanırım…
Edebiyata kırgın olmak şöyle dursun, şükran duyuyorum. Hayatıma anlam inşa ettiğim zeminlerden biri edebiyat. Okumak da yazmak da; kendimi arama, anlama, temize çekme yolu benim için. Bu aralar melez metinler dışında kendime döndükçe şiir yazıyorum. Kırgınlık derken edebiyat okurunun sayıca azlığını kastettiysen; okura da kırgın değilim, çünkü fazlasıyla gerçekçiyim: Edebiyatın faydası çok rafine, çok dolaylı, kana yavaş karışan bir faydadır. Yavaşlamayı, durmayı, paradoksal bir şekilde hayata damardan girmek için hayatın dışına çıkmayı gerektirir edebiyat. Yazar için de okur için de böyledir. Yaşadığımız çağ ve koşullar ise; edebiyat için fazla hızlı, hoyrat ve sarsak maalesef. İncelikten, derinlikten, anlamdan mahrum bırakıyor insanı. Çok üzücü bir durum bu. Ben de üzülüyorum. Hepimiz adına üzülüyorum. Hayatını edebiyata adayan biri, bu hoyrat dünyada yapıtlarının da kendisinin de ziyan olduğunu hissettiği için kırgın olabilir. Haklıdır da. “Ziyan oluyorum!” duygusu, kendini yeterince gerçekleştirememenin semptomudur. Gel gör ki; burnumuzun dibinde gencecik canlar yok yere yitip giderken, ziyan olmanın tanımı da an be an yeniden sorgulanır hale geliyor… Hayat hem öldürüyor hem de süründürüyor. Herkes kendiyle, kendi karşılanmamış ihtiyaçlarıyla, kendi kaygılarıyla, dertleriyle o kadar meşgul ki. Can havliyle doğrudan fayda sağlayacak olanın peşinde koşuyorlar. Çünkü ihtiyaç var. Ben biraz da bu durumun kabulüyle bir süredir birikimimi daha açık ve doğrudan bir tarzla dile döküyorum. Günün birinde örtük ve dolaylı anlatıma döner miyim, ömrüm varsa zaman gösterir. Yazı biraz da kendini yazdırır bilirsin.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest