Egoist okur

Lekeli bir zihnin oyunları

İyi bir sahaf müşterisi, müdavimi olduğu dükkanın raflarını avucunun içi gibi öğrenmiştir. Aylarca bakıp bakıp iç geçirdiği kitaplar olur, öyle alışır ki onların varlığına, hiçbir yere gitmeyecekler, orada öylece onu bekleyecekler sanır. Sonra bir gün bakar ki, uçuvermişler.

gulenay borekci lekeli bir zihnin oyunları egoistokur

Lekeli bir zihnin oyunları

Eskiden İstanbul’daki bütün sahaf dükkanlarını tanıdığımı söyleyebilirdim kolaylıkla. Hangi sokağın hangi ıssız köşesinde bir kitapçı vardı, bilirdim.

İyi bir sahaf müşterisi, müdavimi olduğu dükkanın raflarını avucunun içi gibi öğrenmiştir. Aylarca bakıp bakıp iç geçirdiği kitaplar olur, öyle alışır ki onların varlığına, hiçbir yere gitmeyecekler, orada öylece onu bekleyecekler sanır. Sonra bir gün bakar ki, uçuvermişler.

Bir kitabı yitirmenin acısını iyi biliyorum, bizzat yaşadım çünkü. (Aşkınızın tek size göz kırptığının, kalbini tek size açtığının, kendisini tek size sakladığının garantisi -kitaplar söz konusu olduğunda bile- yoktur, öyle değil mi?)

Şimdilerde böyle zevkli keşifler yapamıyorum pek. Bir kere, eskisi gibi sokak sokak dolaşıp avarelik yapacak, gözlerimi kaldırım taşlarından kaldırmadan hayal kuracak, diyelim ki bir kafede oturup insanları seyrederken ‘acaba kim yanındakine ne söylüyor’ oyunu oynayacak vaktim olmuyor. Ne fena! (Aylaklık etmenin en güzel tarafı, suçunuza ortak olacak bir oyun arkadaşına rastlama ihtimalinin içinizde yarattığı heyecan kıpırtısı.) Hem sokakta kaplumbağa gezdirecek kadar araştırmacı bir karakterim de yok. (Geçen yüzyılın başında Parisli flâneur’lerin, yani kendilerini en çok sokaktayken evde hisseden seyyahların böyle yaptıkları söyleniyor, kaplumbağa sayesinde daha yavaş yürüyebilsinler, etraftaki en küçük ayrıntıyı bile gözden kaçırmasınlar diye.)

***

Şimdilerde ‘John Malkovich Olmak’ oyunu oynuyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla, Charlie Kaufman’ın bu filminde John Cusack çalıştığı ofise sığamayan birini canlandırıyordu. Tavanlar fazla alçak, duvarlar fazla yakın, masalar fazla küçüktü; her şey cüceler için yapılmış gibiydi. Bir sandalye çekip oturabilseniz bile çalışamıyordunuz, çünkü bu sefer de kendinizi miniminnacık masaya uyduramıyordunuz. Yazarken iki büklüm olmazsanız kafanız tavana çarpıyordu. İçeri girdikten sonra çıkış, dışarı çıktıktan sonra da giriş zordu, çünkü insan o binanın kapılarından ancak sürünerek geçebiliyordu. Kaufman elbette ironi yapıyor ve günümüzde sistemin insanları gitgide nasıl işlevsiz hale getirdiğini anlatıyor. Eğlence anlayışı yerlerde sürünen biri olarak ben de onunla aynı fikirdeyim.

Umutsuzluğa kapıldığımın, sesimin karamsar bir tona büründüğünün farkındayım. Her şey ağır geliyor bana bugünlerde… A-HA’nın ‘Scoundrel Days’ şarkısı çınlıyor zihnimde sürekli: ‘They forgive everything but greatness…’

Halbuki yeni keşfettiğim bir kitapçıda bulduğum bir hazineden söz edecektim size. Kısmet değilmiş, artık daha sonra!

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments