Egoist okur

Binalar insanları mutlu eder mi?

“Bir eve ‘güzel’ dediğimizde, aslında onun bize önerdiği yaşam tarzını sevdiğimizi söylemek istiyoruz” diyor Alain de Botton. “Büyü gibi. Beğendiğiniz ev bir ev değil de insan olsa, tanımak isteyeceğimiz türden bir insan olurdu. Yine de mimari tek başına kimseyi mutlu biri haline getiremez. Etkisi hava durumuyla karşılaştırılabilir ancak. Güneşli, güzel bir gün, zihinsel durumunuzu olumlu yönde değiştirir ya, mimarinin etkisi olsa olsa buna benzeyebilir. İçinden çıkılmaz türden çetrefil sorunlarınız varsa, en mavi gök de en güzel bina da sizi gülümsetemez.”

Bilmeyenler için; De Botton, Living Architecture adlı oluşum bünyesinde bir süredir İngiltere’nin en ünlü mimarlarına giderek ülkenin çeşitli yerlerinde evler yaptırıyor, sonra da bunları bütün sene tatilcilere kiralıyor. Amacı, usta bir mimarın inşa ettiği mekanlarda yaşamanın neye benzeyeceğini insanlara göstermek. Sıradan bir otelde kalmaktansa bu mekanlarda tatil yapmak çekici gelirse, Living Architecture web adresine siz de bir göz atın. Evlerden bazıları fazla avangard gelebilir ama farklı oldukları kesin.

alain de botton living architecture egoistokur gulenay borekci

Binalar insanları mutlu eder mi?

“The Exorcist” filminde kötücül ruhların, çocuk yaşta bir kızın bedenine sinekler gibi üşüşerek orada iyiye ve güzele var olma hakkı tanınmayan kara bir imparatorluk kurma girişimi anlatılır. Küçük kızın bedeni, iyilikle kötülüğün kıran kırana mücadele ettiği bir savaş alanıdır artık. Şeytan kovucuya hep bir ağızdan alaycı bir tavırla şöyle der cehennem kaçkınları: “Bizler, evsiz barksız kaldığımızdan beri böyleyiz, anlarsın ya!”

Onlar kötüymüş, sarkastikmiş, yalancıymış, iyi ruhları duygu sömürüsü yaparak kandırmak istiyorlarmış, olabilir, mümkündür. Yine de doğruluk payı yok mu söylediklerinde? Nihayetinde evsiz barksız bırakılmak, insanın yeryüzünde “istenmediğini” anlamasının en garantili yoludur.

Ev ne demek, diye sormazlar mı o zaman? Makul bir tarifim var: Güldüğümüz, ağladığımız, öfkelendiğimiz, uyuyup uyandığımız, rüya gördüğümüz, yas tuttuğumuz, seviştiğimiz yerdir evimiz. Sığınağımızdır aynı zamanda. İnsan en çok oraya mahkum etmiştir kendini ve en çok da orada özgürdür.

Konuyu açmamın sebebi, gündelik hayatın nedense pek ciddiye alınmayan mühim ayrıntılarıyla da ilgilenerek bir çeşit “popüler kültür felsefesi” yapmaya soyunan Alain de Botton’un “Mutluluğun Mimarisi” adlı kitabı.

Yazar, yaşadığımız binalara dair çeşitli sorular soruyor: Binalar konuşur mu? Bir evi güzel yapan şey nedir? Dekorasyona kafa yormak saçmalık mıdır? Zevkler ve renkler niçin tartışılmaz? İnsanların, beğendikleri evlerle benzer özellikler taşıdıklarını varsaymak akla yakın mıdır? Güzellikle iyilik arasındaki teorik ilişki, iş pratiğe döküldüğünde şekil değiştirir mi? Yeni taşındığı evin duvarındaki sıva döküldüğü için kimler hayatı kendilerine cehennem eder? O tür insanlara neler borçluyuz? Güzel evler içlerinde yaşayanların kişiliklerini düzeltmeyi beceremedikleri için mi mutlu olmamızı sağlamakta yetersizdir? Mutluluğumuzu, bir kasırgada darmadağın olabilecek böyle şeylere bağlamamız doğru mudur?

Bizi mimari tarihi içinde gezintiye çıkaran De Botton, kitap boyunca tüm bunlara ve “Binalar, içlerinde yaşayanları mutlu edebilirler mi?” sorusuna cevap arıyor.

“Ancak acıyla tanışınca gözümüzde değer kazanır güzel şeyler. Binaların güzelliğinden etkilenebilmek için de her şeyden önce biraz acı çekmiş olmamız gerekir” diyen De Botton’un kitabının son paragrafı o kadar güzel ki, buraya alacağım:

“Bakir topraklar üzerine yaptığımız evler, bu toprakların sunduğu güzellikten daha fazlasını sunabilmeli bize. Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz biçimde, en ustaca anlatabilen binalar inşa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını borçluyuz üzerlerine binalar inşa ederek yok ettiğimiz kırlara, ağaçlara, solucanlara…”

Haklı. Öte yandan “Consider Me Gone” diye bir şarkı yapan Sting de haklı:

“Evimizde bağışlama odaları vardı, şimdi hepsi boş. Sabır yüklü dolaplarımız, tıka basa özen dolu raflarımız vardı, hiçbirinden eser kalmadı. Bugünden sonra farz et ki ben artık gittim.”

Yeni ve henüz “boş” bir eve taşındığım için fazlasıyla eminim: Bir evi sevilebilir yapan, sadece görünen değil aynı zamanda görünmeyen güzellikleridir, öyle değil mi?

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments