Bir İstanbul masalı: Obelisk ve banktaki kedi
“Gerçekler üzerine geldiğinde İstanbul’a sığınırdı. İstanbul mu kaldı sığınacak diyenlere boş gözlerle bakar, içten içe aşkının büyüsü bozulmamış diye sevinirdi de. Her daraldığında kendini tarihi yarımdanın, eski İstanbul’un bildiği, bilmediği sokaklarına atar, her seferinde ruhu bu sihirli kentten nasibini almış halde huzurla eve dönerdi. Hep böyle olmamış mıydı? Bambaşka dönüşümlere sahne olmuş semtlerinde bile üzüntüsünü dağıtacak bir karakter, bir bina, bir pencere, bir çeşme ona bambaşka şeyler anlatmamış mıydı? O kadar ki üzerine evler, otoparklar yapılmış surlarında bile bir dize görür, sanki oradan birileri ona el sallıyor gibi gelir, hayal kurmaya devam ederdi. Ne kadar çirkinleştirilmeye çalışılsa da bu şehirle arasında kurduğu özel bir dilin olduğunu, gözgöze gelip öyle susarak anlaştıklarını bile düşünürdü. Zaman, mesafeler neydi ki zaten? Nereden geldiğini bilmediği bir güç onu ona iter, asırlar içiçe geçer ve o, o güçlü enerjiyle kimsenin aralarına girmesini istemezdi; büyü bozulurdu çünkü, hayalleri kurduran bu kitabın sayfaları birbirine karışırdı.”
Emine Çaykara
Emine’nin yazısına ilham veren kediciğin ve yaşlı beyefendinin fotoğrafları…
Bir İstanbul masalı: Obelisk ve banktaki kedi
Her sabah yaptığı gibi o sabah da defne ağacının karşısına geçti ve bir süre öyle kalakaldı. Dallardan birine belli ki çoktan yerleşmiş sığırcığın sesini duyduğunda henüz ruhu geceden güne uyanmamıştı. Defneyle buluşmanın mutluluğuyla gülümserken farketti. Kumru ve serçenin arasında kısacık bir mesafe vardı; kadim bir ağaç onları neredeyse her sabah biraraya getiriyor, günün belli saatlerinde onları sanki anlaşmış gibi burada buluşturuyordu. Korna ve araba sesi baskın hale gelince ‘günaydın’ dedi kendi kendine.
Bugün acaba neler olacaktı? Kulaklarını tıkamak, kedilerin, köpeklerin, kuşların, denizin sesi dışında çok az kişiyi duymak istiyordu. Herşey karmakarışıktı. Kimsenin içinden çıkamadığı, anlamakta zorlandığı tüm akıldışılıklar birleşip, köy köy, şehir şehir dolaşıyor, konuşuyor, anlatıyor, hayatları işgal ediyor ve hatta bununla da yetinmeyip neredeyse hemen her evin kapısını çalıyordu. Bir kere kapıyı açarsanız gitmek bilmiyordu da. Garip günler, aylardan geçiyordu memleket.
Gerçekler üzerine geldiğinde İstanbul’a sığınırdı. İstanbul mu kaldı sığınacak diyenlere boş gözlerle bakar, içten içe aşkının büyüsü bozulmamış diye sevinirdi de. Her daraldığında kendini tarihi yarımdanın, eski İstanbul’un bildiği, bilmediği sokaklarına atar, her seferinde ruhu bu sihirli kentten nasibini almış halde huzurla eve dönerdi. Hep böyle olmamış mıydı? Bambaşka dönüşümlere sahne olmuş semtlerinde bile üzüntüsünü dağıtacak bir karakter, bir bina, bir pencere, bir çeşme ona bambaşka şeyler anlatmamış mıydı? O kadar ki üzerine evler, otoparklar yapılmış surlarında bile bir dize görür, sanki oradan birileri ona el sallıyor gibi gelir, hayal kurmaya devam ederdi. Ne kadar çirkinleştirilmeye çalışılsa da bu şehirle arasında kurduğu özel bir dilin olduğunu, gözgöze gelip öyle susarak anlaştıklarını bile düşünürdü. Zaman, mesafeler neydi ki zaten? Nereden geldiğini bilmediği bir güç onu ona iter, asırlar içiçe geçer ve o, o güçlü enerjiyle kimsenin aralarına girmesini istemezdi; büyü bozulurdu çünkü, hayalleri kurduran bu kitabın sayfaları birbirine karışırdı.
Giyinip çıktı. Günü çoktandır görmediği dostlarıyla sohbetle geçirdi. Akşamın çökmesine az kalmıştı. Sultanahmet’e gitmek, Yenikapı kazılarında ortaya çıkan limanı yaptıran Theodosius’u görmek istedi. İmparator Theodosius, hep oradaydı zaten, iki yanında iki oğlu öylece durur ve kendini hatırlatmaya çalışırdı.
Bugün belki de yüzlerce kez gördüğü imparatora farklı bakmayı deneyecekti. İstanbul, Konstantin’in şehri, Konstantinopolis olarak başkentliği kutsandıktan 17 yıl sonra başa geçen, hem Doğu Roma hem de Batı Roma’yı idare eden son imparatordu Theodosius.
Tramvaya atladığı gibi soluğu Sultanahmet’te aldı. Milion Anıtı’na uğramadan olmazdı; bugün Divan Yolu denilen eski Messe Caddesi’ni, sütun ve revaklarla çevrili yolları, mola verdiren forumları, oradan devam edip istikamete göre çıkılan sur kapılarını… Bir daha hayal etti. Theodosius’un bu yol üzerinde aynen Roma’da olduğu gibi zafer takı da vardı bir zamanlar. İmparatorluğun büyüyen başkentinin iaşe ihtiyacını karşılamak için bugünkü Bayrampaşa deresinin (eski Lykos) ağzına da arkeologların bulduğu o meşhur limanı yaptırmıştı. 7 Ocak 395’te Milano’da ölse de vasiyeti üzerine aynı yılın 8 kasımında İstanbul’da defnedildi. Mezarı nerede derseniz meçhul. Aynen Konstantinopolis şehrinin kurucusu “Büyük Konstantin”in mezarı gibi meçhul. Merak da etmemiş, eski bir Roma kentinin bu çok önemli karakterleriyle ilgili bir kültürel etkinlik, sergi de yapmamışız. Oysa fethettiği bu güzel şehri birbirinden güzel hanlar, külliyeler, mahallelerle süsleyerek bugünkü ruhunu kazandıran, kendini Roma İmparatorluğu’nu devam ettiren olarak gören Fatih Sultan Mehmet, Latin işgali ve fakirlikten harap düşmüş Konstantinopolis’in Roma geçmişine sahip çıkmıştı. Ne tarihi yollarını –bugün hâlâ kullanılıyor– ne de geriye kalan mimari yapılarını tahrip etmişti. Theodosius, muhtemelen aynen Konstantin gibi bugün Fatih Camii’nin bulunduğu alanda varolan Havariyum’a gömülmüş olmalı. Muhtemelen de Fatih kendi adını taşıyan camii ve türbesi için bu alanı onları korumak için, bilerek seçmişti.
Million’dan uzaklaşıp eski hipodroma yani Osmanlı’nın At Meydanı’na, imparatorluğun günler süren şehzade düğün sünnet törenlerinin alanına doğru ilerlemeye başladı. Ne günlerdi. Sultanı İbrahim Paşa Sarayı’ndaki özel yerinden törenlerde geçit yapan askeri – ticari şehir esnafını izlerken gösteren rengarenk minyatürler aklına geldi.
Alman Çeşmesi’ni geçmişti ki birbirlerine aldırmadan bankta oturan kediyle orta yaşlı adam dikkatini çekti. Birbirine dokunmayan, birbirine saygılı iki karakter. Kediye laf atıp biraz sevdikten sonra o dönemde Mısır’ı almış Roma imparatorluğunun taa oralardan getirttiği meydanın en yüksek anıtına yaklaştı. Obelisk denen bu anıtın kaidelerinde birer birer gezinerek Theodosius’a baktı. Hipodromdaki törenleri izlemek üzere locada iki oğluyla, Arcadius ve Honorius’la öylece duruyor ve İstanbullulara kendini, o günleri hatırlatıyordu. Burası aynı zamanda siyasetin nabzının da attığı yerdi. Ne kavgalar kopmuştu burada, aynen bugün nasıl haksızlık karşısında futbol takımları siyasete tepkilerini koyduysa kentin kalbinde dün yaşananlar da aynıydı.
Gözünü bir an ayırıp hipodromun anıtsal girişini düşündü. Sabahları dört, öğleden sonra dört yarış yapılırdı ve sabahları erkenden insanlar burada toplanırdı. Bir jetonla içeri girdiklerinde sirk gösterilerinden araba ve atletizm yarışlarına, siyasi toplantılardan resmi devlet alaylarına kentte ne yaşanıyorsa dahil olurlardı. İmparator beyaz mendil atarak oyunların başlaması için işaret verirdi. Yarış başladığında basamaklarda oturan izleyiciler, hipodromun tam ortasında duran bu anıtların etrafında dönen yarışçılarla birlikte heyecana kapılır, sesleri şehrin sessizliğini inletirdi.
Etrafta çok az insan vardı, birkaç turist grubu obeliskin üzerindeki hiyerogliflere bakıyordu.
Mısır’daki Karnak tapınağının girişinde bulunan, orijinali 30 metreyi bulan bu anıtı buraya dikmek ne de sorun olmuştu; kesilerek 20 metreye indirilmiş, buraya çıkarmak için kıyıda bekletilmiş, çözüm aranmış ve sonunda kentin valisi Proclus, makara ve kaldıraçlarla hipodroma dikmeyi başarmıştı. Anıtın kaidesindeki basit kabartma çizimlerle resmedilmiş bu sahneyi tek tek izledi. Veda eder gibi locasında tören ve yarışları izleyen imparator Theodosius’la oğullarının donmuş gözlerine bakarak arkasını döndü.
Emine bu tatlı kediye, İstanbullu programının çekimleri sırasında rastlamış.
Bir kaç adım atmıştı ki gökkubbeyi çınlatan, Sultanahmet Camii ve Nuruosmaniye’den münavebeli okunan, bölgenin meşhur akşam ezanı başladı.
Şehir sanki ilahi bir nefesle kutsanıyordu; taşlar, yarışçılar, imparator, herkes, herkes sustu.
Caddeye doğru ilerlerken banktaki kedi gözüne çarptı. Gözlerini tamamen kapamış, patileriyle sabitlediği vücudunu öne arkaya sallıyordu. Kendinden geçmiş, zikir yapar, ezanla huşu içinde alemlere dalan bir insan gibi sallanıyordu. Bir anlık mı bunu yapıyor diye bekledi. Ezanın sonunda hareket durdu, gözler uykudan uyanmış gibi açıldı. İstanbul’la kutsanmış arkadaşının gözlerine uzun uzun baktı ve oradan uzaklaştı.
Emine Çaykara
Subscribe
0 Comments
oldest