Bora Abdo: “Bu, hep böyle sürecek bir sevgililik hali…”
İstanbul Maçka’da, çimlerinde horozların öttüğü, köpek ve kedilerin yan gelip yattığı bir parkta, Bora Abdo ile son kitabı “Seni Seviyorum. Çok,”u konuşmak üzere buluştuk. Abdo, yaşamıyla birlikte kitaplarında da kendine mesken bellediği Büyükada’nın deniz kokusu ve martı seslerini koydu masamıza. Çayla birlikte içtiğimiz Büyükada seslerine, bir de onun kitaplarından baktık. Aynı sesler, Abdo’nun kelimeleriyle sizi sakin bir söyleşinin derinliklerine taşıdı…
Dilek Atlı, Bora Abdo ile edebiyatı ve “Seni Seviyorum. Çok,” adlı yeni kitabını konuştu
Edebiyat ve sanat arasındaki bağ birçok farklı şekilde tarif edilebilir. Bazen bir sergide bir tabloya takılırsınız; sizi içine çeken resim, başlar size hayatınızdan bir hikâyeyi, bir yabancıymışsınız gibi anlatmaya. Bazen de baktığınız resim, sizi kendine mühürler. Bakarsınız, hissedersiniz ama sırrı tariflendiremezsiniz. Edebiyata başvurursunuz; aklınızdan okuduğunuz ve sizi, bu tablonun yaptığı gibi içine mühürleyen öteki eserler; romanlar, öyküler, şiirler geçer. Onların da mührünü tariflendirememişsinizdir. “Bir şey; tarif edemediğim bir duygu, bir renk, bir çekim…” dersiniz yanınızdakine ya da kendi kendinize.
İşte ben de size diyorum; bir şey var… Bora Abdo’nun “Seni Seviyorum. Çok,” kitabını okurken böyle bir tabloya bakar gibiyim. Derin bir nefes alıp fısıldıyorum: “İyi ki edebiyat var, iyi ki sanat…”
“Öteki Kışın Kitabı” ile 2013 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne; “Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü” ile de 2014 Sait Faik Hikâye Armağanı’na lâyık bulunan Bora Abdo, bu defa “Seni Seviyorum. Çok,” ile karşımızda.
İstanbul Maçka’da çimlerinde horozların öttüğü, köpek ve kedilerin yan gelip yattığı bir parkta Bora Abdo ile son kitabını konuşmak üzere buluştuk. Abdo, yaşamıyla birlikte kitaplarında da kendine mesken bellediği Büyükada’nın deniz kokusu ve martı seslerini masamıza koydu. Büyükada’ya bir de onun kitaplarından baktık.
İkileme, üçleme, dörtleme şeklinde kitaplar yazmayı neden tercih ediyorsunuz?
Uzun süre yazmadım. Önceleri dergilerde öykülerim yayımlanıyordu ama kitaplaştırma fikrine çok sıcak bakmadım. 17-18 yaşlarındaydım ve ustaları okuyunca kendi yazdıklarımı beğenmiyordum. Arkasında duramayacağım metinlerdi. Sonrasında artık yazmayayım dedim. Hayatın dertleri de girdi araya ve uzun süre sadece okudum. Defterler dolusu notlar alıyordum. Olaylar, hikâyeler katmanlarıyla sürmeye devam ediyordu. Yıllar sonra yazmaya başladım. Bazılarını öykü türünde yazarken bazıları da ayrıntı çokluğundan ötürü roman türünde gelişiyordu. Bu, yazmak istediğiniz temaya bakışınızla ilgili. Ama bu yapılarda ilk taşı doğru ve yerli yerine sabitleyince, sonradan ekleyeceğiniz taşlar uzun yıllar sonra gelse bile yapının bütünlüğünü bozmuyor. Serilere dalışımın en belirgin sebebi buydu.
Bu okuma uğraşı ne kadar sürdü?
12 yıl. Hâlâ sürüyor tabii ama yazmadan okumak, 12 yıl sürdü. Bu arada düşündüm. Ne yapabilirim, nasıl bir dil kullanabilirim diye. Çünkü hep ada üzerine kitaplar okudum son zamanlarda. Büyükada, adalar tarihi, sürgüne gönderilen keşişler, adalıların anıları, ada sevdası, adalı olmak… İster istemez birçok detay öğreniyor, bilgi ediniyorsunuz. Bunu yazmalıyım diyorsunuz. Böylece, “Beni Unutma Dörtlemesi”nin ikincisi “Balık Boğulması”na ara verdim. “Pergel İkilemesi”nden “Seni Seviyorum. Çok,”a geçtim. Ve şimdi ikilemenin ikinci ucu olan romanı yazmak fazlasıyla heyecanlandırıyor beni.
Daha çok ikinci kitaba yoğunlaştınız o zaman?
Evet, buna yoğunlaştım. Ayrıca dürüst olmak gerekirse bir sözümü tutayım istiyorum ve en azikilemeyi en azından tamamlamak istiyorum.
“Pergel İkilemesi” öykünün içinde ya da öyküler arasındaki hissedilen dairesellikle dikkat çekiyor. Hatta kitabın bütününde bile bir dairesellik var. İsmi buradan aldığını düşünmek doğru olur mu?
Aslında evet, bir yönüyle doğru. Ama sadece bu değil. Pergel sözcüğü ve onun yarattığı düşünce üç türlüydü. İlki dediğiniz gibi, öykülerin aynı tematik bütünlük içinde dönüp dolaşmasıydı. İkincisi, pergelin bir ayağı sivri ve kanatıcıyken diğer ayağının işe yarar olmasıydı… Üçüncüsü ise, kitaba “Seni Seviyorum. Çok,” adını koymama da sebep olan şey; pergeli iki ayağından ötürü bir sevgililiğe benzetmemdi. Dönem dönem birinin sivri ve yıkıcı olması gibi. İlk çıkış noktası aslında buydu.
Öyleyse kitabı okurken hissettiğim ikinci duyguya gelmek istiyorum: Sevginin şiddeti. Seni Seviyorum. Nokta. Çok. Buradaki ‘çok’ kelimesi sevginin tehlikeli kısmıymış gibi sanki. Bazen çok sevmek öldürücü de olabiliyor.
Tehlikeli ve bitmeyecek kısmı. “Seni Seviyorum. Çok,” kitabın bütününde iyi duyguları, aşkı ifade ettiği gibi günümüzdeki kadın cinayetlerinin de altını çiziyor. Erkeğin devletten aldığı güçle, kendi mutsuzluğuyla kadını öldürmesinin en büyük ifadelerinden biri, “Seviyordum, öldürdüm” şeklinde. Bir insanı sevmek konusunda insanlığın aslında hiçbir zaman gelişmediğini ve bunun üzerine hiçbir anlam katamadığını düşünüyorum ben. İnsanlığın tarihi, insanın dünya üzerinde yalnız bırakılmışlığı ve av kültürüyle ilgili. v kültüründe insanlar avlamak istedikleri hayvanın kılığına bürünüp onun çıkardığı sesleri taklit eder, böylece avını ona benzediğine inandırarak kandırır. Bu benzerliğe inanan hayvan kolayca yakalanır, avlanır. Bu hep böyle sürecek bir sevgililik hali. Taklit ve benzeme yalanıyla öldürme.
Ne demek bu tam olarak?
Kitaba adını veren öyküde 64 bin yıllık sanat tarihinden bahsediliyor. Müzisyen, dünyanın sevme ve sevilme hallerini anlatıyor. Resim çizmek, beste yapmak, yazmak ve tüm bunların da merkezinde olan sevmek duygusunu, 64 bin yıl önceden 19. yüzyıla kadar getirirken, şunu düşündüm: Tarihte sevmek, hep kıskançlıkla başlamış. Öyküdeki karakter de sevdiği kadını kıskanıyor. Mağara duvarlarında sevdiği kadının resmini görüyor, onun geçmişini sorguluyor. Aslında ikili ilişkilerde, aşk denen şeyde, kadın cinayetlerinde böylesi ince ayrıntılar var. İnsan mağara devrinde de, teknoloji ve iletişim çağında da aynı seviyor; kandırarak ve öldürerek.
Antropoloji ve arkeoloji okumaları yapmanın faydasını ben de görüyorum. Haklısınız; Sümerlerde komşu kavgası var, günümüzde de…
Kurban etmek de hâlâ var. Adak adamak, bedel ödemek, bir kurban vererek korktuğu şeyden uzaklaşmak. Öyküdeki karakter sevdiği tayı veriyor şimşeğe, gök gürültüsüne. Şimdi de çok korkuyoruz. Çünkü gitgide fazlalaştı insanlığın tanrıları. Konuştuğumuz ya da bir şekilde temas halinde bulunduğumuz her varlık, her kavram bize tanrı olduğunu söylüyor. Kırılıp büzüşüyor, bunların ne zamandan beri tanrımız olduğunu sorgulamaya çalışıyoruz. Bu bazen korkutucu. Ama en azından bilimsel yollarla bazı bilinmezlikleri kendimize açıklayabiliyoruz. Diğer taraftan yine korkularımız nedeniyle kurbanlar vermeye devam ediyoruz.
Dil arayışı bir yazar için zahmetli bir yolculuk. Üç kitabınızda üç farklı dil kullanımı var. Sevim Burak, Oğuz Atay gibi iktidara dille karşı koymuş yazarlar sizi cesaretlendiriyor mu?
Benim için cesaretlendirici. Nasıl İkinci Yeni oluşumu şiire yeni bir anlayış getirdiyse, öyküde de 1950 kuşağı, yani Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Nezihe Meriç, Leyla Erbil, Vüs’at O. Bener klasik anlatıya karşı durdular. Cesaretle ilgili bir şey bu. Bu isimlerin yanına kendi adımı koyamam elbette ama elimden geldiğince ben de ustalarımızın yaptığı şeyi yapmaya çalışıyorum. Başka bir şekilde anlatmaya, başka bir şekilde göstermeye çalışıyorum; bunu önemsiyorum.
“Seni Seviyorum. Çok,”un arka kapak yazısı karakterlerden birine ait. Son cümlesi de şu: “Yazma! Yazıp da kendini öldürme.” Bu cümle üzerinden farklı okumalar yapılabilir. Örneğin, bu bir öykü karakteriyse ve böyle bir cümle kullanıyorsa belki yazarların yaratım dünyasındaki karakterlerin yazım süresince yaşadığına dair bir gönderme olabilir.
Doğru düşünmüşsünüz. Ben cümlenin farklı anlamlara gelmesini severim, iyi metinlerin de bu tür cümlelerden oluştuğunu düşünürüm. Birçok anlama gelen ve hikâyelerdeki “Yazma! Yazıp da kendini öldürme” ifadesi kurgunun içinde de devam eden bir cümle. Öykü kahramanlarından Şekip Adil, bir yazar olarak arka kapak yazısını yazmak istiyor. Yazar burada “Yazma! Yazıp da kendini öldürme” diyor. Yazar olarak okuyucuya, “Ben yazarak burada kendimi öldürdüm” diyor da olabilirim. Ama en çok hikâyenin iyi ve güzel gitmesi için kullandım bu cümleyi.
Karakterlerden Melâl birkaç öyküde karşımıza çıkıyor, okuru sobeliyor. Okuyucuyla oyun oynamayı sever misiniz?
Çoğu yazar kadar severim. Melâl, kitabın ana karakterlerinden biri. Bir roman üzerine konuşsaydık sinopsis gibi kısaca anlatabilirdim. Tüm öykülerde, öykülerin kendi içinde Melâl’den bir iz bulmak, öykü kitabı için yorumları güçleştiriyor. Melâl, benden istenen “Beklemek” temalı bir seçki için doğdu. İstanbul ve adalar tarihi üzerine okuyordum o dönem ve kafamda belirli karakterler belirmeye başlamıştı. Bu karakterleri bir öyküye uyarladım. Karakterlere isim vermekte zorlanan, üzerine uzun uzun düşünen biriyim. Vüs’at O. Bener’den söz ettik. Örneğin onun “Bay Muannit Sahtegi’nin Notları” kitabından isimler rastgele konmamıştır. Muannit, inatçı, Sahtegi, sahte demektir. Melâl de hüzün anlamına gelir. Kitaptaki çoğu karakterin ortak yanı hüzündü. Karakterin ismini de bu hüzün duygusunu versin diye Melâl olarak belirledim. Sucu Adil Efendi’nin üvey kızının adı da Melâl, diğer öyküdeki Şekip Adil’in 6 yaşındaki kızının adı da. O, çok acıklı bir şekilde ölüyor. Diğer Melâl de zaten Sucu Adil Efendi tarafından öldürülüyor. Bu, karakterler arasında kendiliğinden kurulan kan bağı, evet.
“Şekip Bey ve Gökyüzü” öyküsünde, ilk kitabınız “Öteki Kışın Kitabı”ndaki gibi kısa cümleler karşımıza çıkıyor. Neden böyle bir dil seçtiniz?
Tokadizâde Şekip Bey, gerçek biri. İzmir, Karşıyakalı bir şair. İlk oğlunun ölümü üzerinden çok geçmeden 1932’de ikinci oğlunu da kaybetmiş, tifodan… O dönem Cenap Şahabettin sürekli eleştiriyor onu, neden hiç mutlu şiirler yazmıyorsun diye. Öyküye Tokadizâde Şekip’in bazı şiirlerinden birkaç mısrayı ve Cenap Şahabettin’e verdiği cevabı da ekledim. “Ruhum böyle, gözüm bunları görüyor” diyor. İlk oğlunun ölümünden sonra bir silah edinmiş ve ikinci oğlu tifoya yakalanıp ölünce kalbine kurşun sıkarak intihar etmiş. Mezarlığa oğluyla birlikte gömülmüş. Soğukkuyu Mezarlığı; “Soğuk uyu” gibi… “Öteki Kışın Kitabı”nda denediğim dil bir yönüyle hem bu ritmi yakalamak hem de kışın ve karın hatta ölümlerin diyeceğini birden demesinden çıkmıştır. Bir şaire ve şiire ihtiyaç hissetmeden. Ama bir daha o dilde, yani “Öteki Kışın Kitabı”ndakilere benzer öyküler yazamayacağımı biliyorum. Dilsel ve biçimsel anlamda birbirine benzemeyen kitaplar yazmak istiyorum. Bunu becerebilirsem mutlu hissederim kendimi.
Ayşe Ediboğlu’nun öyküdeki röportajına gelmek istiyorum. Bu röportajda karakterin ağzından göndermeler, benim de haz etmediğim, “kafkaesk”, “freudyen” gibi sözcüklere eleştiriler var. “Genç yazarlara öneriniz nedir?” sorusunun cevabı da “Okumayın!” olmuş. Siz neleri eleştiriyorsunuz…
Günümüz edebiyatını tabii ki. Ayşe Ediboğlu karakteri, öyküde Şekip Adil’in roman yazma heveslisi ama bir türlü yazamayan, üstelik kızını da kaybeden eşi. Şekip Adil kızlarının adına Melâl Yayınevi’ni kuruyor, romanı da karısının yerine tamamlıyor. Ayşe Ediboğlu’yla yapılan söyleşiler Şekip Adil tarafından kurgulanıyor. Sanki roman tüm dünyada övgüyle eleştirilmiş, büyük ödüller almış gibi… Bu metnin ilk hedefi, arka kapak yazıları yazanlardı. Bence yazmanın en temel kuralı okumaktır, okumadan yazılmaz. Bir eleştiri de bunaydı. Direkt isim vermedim ama etkilendiği yazarlara Bilge Atılgan, Yusuf Karasu dedim. Şekip Adil bir yönüyle bunlarla eğlenirken bir yönüyle de acısını akıtıyor. En sonunda da Ayşe Ediboğlu’nun akrostiş şiirini koyuyor hikâyenin içine. Ama o öyküde Ayşe Ediboğlu’ndan daha çok Şekip Adil’in yazma tutkusu ön plana çıkıyor. Tek tek sıralarsam aslında birçok gönderme var. Olur olmaz bir küfrü ya da cinsel temayı metnine sıkıştıran usta ve genç maymunlardan da bahseder Şekip Bey mesela.
Aldığınız ödüller adınızı edebiyat okuruna duyurmanızda yardımcı oldu. Ödüller ve eleştirilerin sizdeki etkisi nedir?
Ödüllerden sonra kitaplarım daha duyulur ve görülür oldu. Ama ben kavramlara karşı çıkıyorum. Özellikle “kapalı” diyen eleştirilere. Öykülerim yeterince açık, iyi bir okumayla her şey anlaşılabilir. Onlara gerçeküstücü bir hava katma çabasına hiç girmedim. Kurgu beni böyle yönlendirdi. Metin bazen sizi geçer. Bazen öykü sizi ve kaleminizi alır götürür. Ben de adlandıramadığım bir ruh haliyle yazıyorum bazı zamanlarda. Üzerinden zaman geçip de tekrar okuduğumda oluşan metne ben de şaşıyorum. Şu an istesem yeniden yazamayacağım öyküler var. Elbette birçok yorum da yapılıyor, beğenen olduğu kadar beğenmeyenler de var. Dikkate alıyorum tabii ama yine kendi zihnimdeki yazın macerasına dalmayı tercih ediyorum. Aksi takdirde yazmam.
“Öteki Kışın Kitabı”nda farklı bir dil okuyucuyu etkisi altına alıyor. Dil kullanımı ilk kitapta size hangi kapıları açtı?
“Öteki Kışın Kitabı”nda ritimsel bir cümle yapısı yakalamak istedim. Bu nedenle kısa cümleler hâkim metinlere. Yüksek sesle okudum, çok sildim. Bir sözcük cümleye de dönüşebiliyor ama o sözcüğü yersiz kullanırsanız ritmi bozarsınız. Diğer hâkim duygu da kıştı. Hemen hemen tüm öyküler kışın geçiyor. Bir öykü Ağustos ayında geçiyor ama o da kış gibi bir ağustos. Kar, fırtına öykü içinde de bölüm adlarında da hissediliyor. Yazarken çoğu zaman ikinci, üçüncü kez yaşarsınız anlattıklarınızı. Bu da her şeyi değil de en önemlilerini yazmanızı gerektirir. Boşluklar oluşur. Kitaptaki öykülerin sonunda karakterlerin çoğu hayatın yaşanmaya değip değmediğinden çok, uğruna heder oldukları şeyin en güzel ölüm sebebi olduğuna ikna olunca intihar ederler. Bu müntehirlerin bilinmeyen sırlarını biraz olsun anlamaya çalışırım. Ama bilirim ki buna kimsenin gücü yetmez. İntihar, yalnızca bir suçtur çünkü ülkemizde.
Büyükada yazım dünyanızda neden bu kadar geniş yer alıyor?
Her şeyden önce orada yaşıyorum ve bildiğim yeri yazmaya çalışıyorum. Gerçekten de Büyükada benim için çok önemli. Uzun bir aradan sonra yeniden yazıya döndüğümde Büyükada’daydım ve ilk öykülerimi orada yazmaya başladım. Latince ada, izole demek zaten. Tüm kış mevsiminde, bu izole olmuşluğu hissediyorsunuz. Her gün iş için sabah 6’da yola düşüp şehre gitsem ve akşam dönsem de, yalnızlık, doğanın içinde olma duygusu benim için önemli. Belki ilk kitaptaki karakterlerin çoğunun intihar ederek ölmesi bu umutsuzluğu fazlaca düşünmemden kaynaklanıyordu. “Şehrin korkunçluğundan kaçarken yarattığınız bir metinde neden karakterlerin çoğunu intihar ettiriyordum” diye soruyorum kendime. Neden karşılarına onları vazgeçirecek dostlar çıkarmamıştım. Sonraki kitapta, yani “Çağanoz”da da, insanlardan iyi sözler duyamadığı için iyi sözleri kendi kendine söyleyerek intihar eden bir karakteri yazdım yine. Ada sayesinde kendi içime bakıp biraz da bu öfkeyle ve suç işleme isteğiyle ilham perilerini bekledim. Çünkü üzeri gazete kâğıtlarıyla örtülmüş at ölülerini ve Adalar’dan İstanbul’a çalışmaya giden insanların hayatlarındaki acı yoksulluğu gördüğünüzde, durağan ve naif metinler yazamıyorsunuz. Öfke sızım sızım bulaşıyor. Büyükada, anlamadığım ve benim boyumu geçtiğini düşündüğüm bu hayat çırpınmasının ağırlığında, “boşuna uğraşma, olmayacak” umutsuzluğunda, çoğu kez elimden tutmuştur. Bu yüzden de metinlerime sızmasına karşı duramıyorum.
Dilek Atlı
Subscribe
0 Comments
oldest