Egoist okur

Ahmet Büke: “Öyküyü takıntılı biçimde seven bir kuşak geliyor”

Çağdaş edebiyatımızın sevilen öykü anlatıcılarından olan Ahmet Büke, ON8 Blog’daki “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi”nde bir yıl boyunca her hafta öykü yazdı. Sonunda da 12 yeni bölüm ve bir de final ekleyerek bu öyküleri “İnsan Kendine de İyi Gelir” adlı bir romana dönüştürdü. İlham kaynağı, Yaşar Kemal ve Orhan Kemal’in bir zamanlar günlük gazetelerde yayınladığı tefrikalardı.

Ahmet Büke’yle buluştuğumuzda, elbette bunları ama daha çok bu çok yetenekli yazarın kendine has küçük ve güzel bir öykü gibi sihirli dünyasını konuştuk… Bir de yayıncılığımızın en tuhaf kitaplarını derlediği diğer yeni kitabını.

Baba, Oğul, Asker

Dünyanın En Güzel Dedesi

Ekmek, zeytin ve “iyi palavra atma yeteneği” üzerine

insan kendine de iyi gelir gunisigi kitapligi gulenay borekci egoistokur

Ahmet Büke: “Baban yenildi belki diyeceğim kızıma, ama umudunu yitirmedi…”

Sosyal hayatımızın ayrıntılarını bir yıl boyunca kurmaca üzerinden tefrika ettin. Neler anlatırsın? Tefrika bizde eski bir gelenek aslında…

Evet, ben Yaşar Kemal’in “Hüyükteki Nar Ağacı” romanını çocukken böyle okumuştum. Gazetede her çıkan bölümü kesip saklıyordum ama son bölüm yayınlanmamıştı. Onun için kitap olarak çıkmasını beklemek gerekiyordu. Orhan Kemal’in de birçok kitabı bu şekilde yayınlanmıştı. Türkiye’nin çatışmalı dönemlerine kadar devam etti bu. Sonra tabii biz büyüdük, insanların gündemi farklılaştı ve tefrikaların sonu geldi. Bizde yayıncılığın yükselişi tefrikalarla gerçekleştiği için önemli bu tefrikalar. İnsanlardaki okuma alışkanlığını çok geliştirmişler. Ben, Manisa’nın Gördes ilçesinde büyüdüm. Ne kitapçı vardı ne okuyacak kitap bulunurdu. Yeni bir roman tefrika edilmeye başladı mı babamdan başlayarak sırayla okurduk. Babaannem Cumhuriyet’ten önce doğmuştu ve okuma yazmayı akşam mektebinde öğrenmişti. Tefrikaları kesip yastığının altına koyardı, gece uyumadan önce okumak için. O günkü bölümü okuduktan sonra akşamları üzerine konuşurduk, bir sonraki bölümde ne olacak diye…

Bugün televizyon dizilerini konuştuğumuz gibi… Sen tefrikana “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi” adını vermişsin, niçin?

Çocukluğumla alakalı bir şey bu… Kitap bulamayınca evde bulduğum her şeyi okurdum. Dedemin Hayat Ansiklopedisi ciltlerini de çok severdim ve anlattıklarını anlamasam bile resimlerine, fotoğraflarına bakardım. Tefrikanın her bölümünde mahalle hayatının başka bir ayrıntısını anlatma fikri oradan geldi. Bölüm bölüm ilerlesin ve hepsi sonunda bir bütün oluştursun istedim. Reşad Ekrem Koçu’dan ve severek okuduğum meşhur İstanbul Ansiklopedisi’nden de epeyce ilham aldım.

Fakat senin hikâyelerin bir romanın parçaları. Geçmişi anlatıyor gibi görünseler de bugünden izler taşıyorlar…

Yazmayı sürdürdükçe hikâyelerin ana iskeleti ortaya çıktı. Hayatta dün de bugün de değişmeyen, değişmeyecek şeyler vardır. İşsiz olan karakterimin hayata tutunma çabası mesela, zamansız bir durum. Bazen yiyecek parası bile olmuyor ama tam ümidi kesecekken, kapı çalınıyor ve biri geliyor. Dedesi ölmeden önce yiyecek siparişi vermiş meğer. Bazen de epeyce gerçeküstü şeyler oluyor. Kapıyı çalan adamın işi, açlıktan ölmek üzere olan insanların evine gidip onlara yiyecek hazırlamakmış mesela. Önce kartvizitini gösteriyor, sonra mutfağa gidip konserveleri açıyor, tarhanaları pişiriyor. Çizgi romanlarda olur böyle şeyler, hiç beklemediği anda kahramanın imdadına bir süvari yetişir ve tüm sorunlar çözülür ya, onun gibi.

“2 yaşındaki kızım olmasa pes edebilirdim”

Bu gerçeküstü kurtarıcılara rağmen gerçekçi bir roman yazmışsın. Bizim toplumun işsizlik gibi bir meselesi var, onu görmezden gelmemişsin mesela…

Hayatta kalmak, yarınımızı kurtarmak hepimizin temel meselesi; genç işsizliği çok yaygın… Mahalle hayatı var romanımda ama eskisiyle aynı değil, dayanışma ruhu kalmadı pek. Öte yandan umudu kesmemek, vazgeçmemek gerek, son anda da olsa bir çıkış yolu, bir hal çaresi bulunuyor. Kulağa klişe gelebilir ama ben bu mesajı önemli buluyorum.

Vazgeçmeyen biri misin?

2 yaşındaki kızım olmasa, vazgeçebilirdim. Bu romanı benden ona bir şey kalsın diye yazdım zaten. “Baban yenildi belki ama umudunu yitirmedi, sen ondan da güçlü ol ve zor durumlarda hep bir çıkış yolu bulunacağını bil, pes etme, vazgeçme” demek için.

Dürüst müsün bu söylediğinde, hayatta her zaman bir çıkış yolu bulunacağına inanıyor musun gerçekten?

Bende babamın karamsarlığı, annemin iyimserliği var. Babam okumuş yazmış ama karamsar biriydi. Annemse okumamıştı ama hayata inancı kuvvetliydi. “Kara gün kararıp kalmaz” derdi hep.

Hangisi haklıydı?

Babam erken yaşta öldü, annemse hayatta. Bizim ailenin bütün erkekleri erken öldü, hepsi de karamsar insanlardı. (gülüyor) Galiba bizde hep en son kadınlar öldü. Şimdi düşünüyorum da iyi ki kızım olmuş, oğlum olsa üzülürdüm.

ahmet buke gunisigi kitapligi gulenay borekci egoistokur

ÇOCUKLUK: “Yüklüğe saklanmak benim için ana rahmine dönüş gibiydi”

Ölüm var hikâyelerinde ama bu, hayatın normal akışını kesmiyor hiçbir zaman.

O benim Egeli ve kasabalı oluşumla alakalı bir şey. Ege kasabalarında ölüm trajik bir şey sayılmazdı. Kimse uzun uzun ağlayıp dövünmezdi mesela, çünkü hayatın olağan akışının bir parçasıydı. Doğmak nasılsa ölmek de öyleydi. Hatta biz çocukken sevinirdik, helva yiyeceğiz diye. Modern hayatta bu değişti, insanlar kendi evlerinde değil, hastane köşelerinde ölüyor. Çocuklara da göstermiyorlar ölüyü, “uzaklara gitti” falan diye yalanlar söylüyorlar.

Kitabında daha önce hiç yayınlanmamış 12 bölüm var. Yaşar Kemal usulü bitirmişsin romanı.

Evet, yüklükte başlıyor, yüklükte bitiyor. Ve o 12 bölümün yanı sıra romanın finali de internette yok.

Yüklük derken?

Bildiğimiz yüklük işte… Kitap yüklükte başlamıştı, çocukluğumla. Bizim evde en sevdiğim yer babaannemin odasındaki yüklüktü, yaramazlık yaptığım yerdi orası, yüklüğe girip yorganların arasına sızar ve orada uyuyakalırdım. Zayıf bir çocuk olduğum için beni saatlerce bulamazlardı. Dolabın kapağını da kapatırdım. Ana rahmine dönüş gibiydi bir bakıma, tüm dünyayla bağlantım kesilirdi. Bir de babaannem bahçedeki hanımelinin çiçeklerini toplayıp yüklüğe, temiz çarşafların arasına koyardı, güzel koksun diye. Ahşap kokusu, temiz çarşaflardaki sabun kokusu, hanımeli kokusu; hepsi birbirine karışırdı.

GENÇLİK: “Bu ülkede hak etmeyen insanlar hep sizin önünüzde olacak!”

Edebiyat dünyamızda ayrı bir yerin var; hem içindesin bu dünyanın hem de dışında… Hem genç kuşağın önemli yazarlarındansın hem de tam buraya ait değilsin, uzaklardan selam ediyor gibisin… Bir de ben edebiyat dünyasından olup da seni sevmeyen birine rastlamadım.

Ne güzel, öyleyse gerçekten… Şu an İzmir’deyim ama İstanbul’da olduğum zamanlarda da hayatım böyleydi. Birkaç arkadaşım vardı, hep onlarla oturur, onlarla sohbet eder, yazar çizer tayfasıyla da pek içli dışlı olmazdım. Ama genç okurlarla ilişkim iyi… Sosyal medya üzerinden iletişim kuruyoruz daha çok. Öykü yazmayı takıntılı biçimde seven ve bunda ısrar eden bir kuşak geliyor, mutluyum. Cep harçlıklarını biriktirip dergi çıkaran gençler var. Tasarımcıya verecek paraları yok, önce oturup tasarım öğreniyor, sonra da her şeyi kendileri yapıyorlar.

Ne söylüyorsun onlara?

Öğüt vermiyorum, çünkü kendim de öğüt almaktan hoşlanmıyorum. “İyi bir mesleğiniz olsun, yazarlığı çizerliği onunla birlikte yürütün, öbür türlü yaşamak zor, yıpranırsınız” diyorum sadece.

Başka?

“Çok iyilerin bile yazarak yaşamasının çok zor olduğu bir ülke burası. Hak etmeyen insanlar hep sizin önünüzde olacak, onların çok rahat hayatlar yaşadığını göreceksiniz ve siz, çok yetenekli bile olsanız hep zor koşullarda yaşayacaksınız” diyorum. Aksi takdirde para kazanmak için sevmeyecekleri şeyler yazabilirler… Gençken bir arkadaşım Konya’dan bir sürü kitapla gelmişti. Orada bir han varmış, yayıncıların olduğu. “Bunlar burada çok satıyor, siz de yazın, basalım” demişler. Kapalı kadınların, muhafazakâr erkeklerin aşkları… Anadolu’da böyle müthiş bir network var ve bu tür kitapların her biri 200-300 bin satıyor.

Ahlaksız teklif resmen… Yazara inanmadığı bir şeyi yazması sipariş ediliyor. Yazmadın tabii…

Yok, onu yazamazdım.

YAZARLIK: “Kahvede çalışmak öğretici bir şey”

İki roman yazdın ama hissediyorum ki hâlâ en çok öykü yazmayı seviyorsun. Öykünün güzel yanı ne?

Okur için öykünün güzel yanı nedir, bilmiyorum ama benim için çabuk bitmesi. Mesela geçen sene ON8 Blog’a her ay beş öykü teslim etmem gerekiyordu ve ben bunun için ayda üç gün ayırıyordum. Evde bir çalışma odam yoktu ve sürekli gürültü yapan küçük bir kızım vardı. O yüzden yazacağım günler bizim mahalledeki kahveye gidiyordum. “Bana bir sade kahve yap” diyordum, zaten tanıyordu çocuk beni, hatta televizyonun sesi yüksekse ben söylemeden kısıyordu. Uzun süre borsacı zannetmiş. Sürekli internete bakıp duruyorum ya… “Abi nasıl gidiyor borsa?” diye sordu bir gün. “Borsacı değilim ki öykü yazıyorum” dedim. “Yazık!” deyip uzaklaştı. Şakalaşacak kadar tanıyorduk birbirimizi anlayacağın, bana prize yakın masayı ayırıyorlardı. Bir yazarın her yerde, her koşulda yazmayı öğrenmesi gerek. Ben bunu yapabiliyorum. Bazen arkadaşlar maç izleyip bira içerken benim bir köşede çalıştığım olur.

Belki de işin sırrı budur…

Olabilir. Kahvede çalışmak öğretici bir şey… Bizimkine yaşlı amcalar gelir genelde. Her gün okey oynayıp aynı şeyleri konuşur, aynı meseleler için kavga ederler. Sonra teyzenin biri girer içeri ve oradakilerden birine “Altı saattir buradasın, evin yolunu unuttun” diye bağırmaya başlar.

TUHAF KİTAPLAR: “Deli saçması ama hazırlarken çok eğlendim”

“100 Tuhaf Kitap”ın konusu nedir Ahmet?

1920’lerden itibaren Türkiye’de basılmış absürd kitapları. 60’larda yazılmış şu ünlü “Sevgiliye Aşk Mektubu Örnekleri” mesela… Okurlara örneklerle aşk mektubu yazmayı öğretiyor.

Biliyorum onu. Fenerbahçeli kızdan Beşiktaşlı erkeğe mektup vardı, hiç unutmuyorum. Genç işçi kızın beğendiği ama reddetmek zorunda kaldığı fabrika sahibi erkeğe mektubunu da hatırlıyorum… “Aramızdaki bir ilişki olamaz bayım, olsa da mümkün değil, yürümez” yazmıştı. Gerçi o mektuplu kitaplardan çok vardı sanki, senin aldığın hangisi bilmiyorum. Başka hangi tuhaf kitaplar var?

Türkiye’nin ilk veganı “Tevrat’ta Yamyamlık” diye bir kitap yazmış ve uzun uzun yamyamlığın kökenini araştırarak et yiyenlerin sonunda yamyam olup çıkacağı sonucuna varmış. O kadar acayip şeyler anlatıyor ki mizah olarak okunuyor… Sonra “Vantrolok Olunuz” diye bir kitap var. Çok komik değil mi; vantrilokluk öğrenmek isteyenlere yol yordam göstermiyor, doğrudan “olunuz” emriyle girişiyor. “Suzy’e Mektuplar” diye çok garip bir şiir kitabı var. Adam her yıl İzmir Fuarı’na gelen sirkte çalıştırılan maymunlardan birine âşık olup şiirler yazıyor. Akıl almaz, değil mi?

Fenaymış! Ben de bir keresinde sahaflarda Michael Jackson’a aşkını ilân eden bir genç kızın kitabını bulmuştum. Evde duruyor olmalı…

Deli saçması kitaplar hepsi ama hazırlarken çok eğlendim. “Allah Olmasaydı Kadına Tapardım” diye bir şiir kitabı var mesela. Çağ açmaya geldiğini söyleyenler ve daha neler neler… “Büyükbaba Olma Sanatı” diye bir kitap var, o çok enteresan. Adam ünlü Fransız edebiyatçı Victor Hugo’ya mektup yazıyor ve konuyu “Dinle kardeşim, şiir öyle yazılmaz, böyle yazılır”a getiriyor. O kadar saçma ki! Niçin Hugo’yla didişiyor, onunla alıp veremediği ne? Sonra niçin kitabının adı “Büyükbaba Olma Sanatı”?

Belki de zannettiğimizden daha çok deli var…

Eskiden vardı. Ve benim düşünceme göre, bizdeki deli zenginliği 1980’lerde tükendi. Yani o tarihten itibaren delilikte de vasatlaşmaya, birörnekleşmeye başladık. Bakıyorum, 80’lerden sonra da berbat kitaplar yazılmış ama hiçbiri pek orijinal değil. 80’lerden önce, hele 1940-70 arası benzersiz işler çıkmış. Galiba Foucault’nun 1900’lerin Avrupa’sı için söylediği şeyi biz yeni yeni yaşıyoruz; deliliği hapsediyoruz. Ben çocukken deliler de dışarıda, sokaktaydı. Hele taşrada onlar belki de insanların tek eğlencesiydi. İstismardan, dalga geçmekten söz etmiyorum; onlara sahip çıkılırdı ve korunur, kollanırlardı. Babam esnaftı ve hatırlıyorum bizim eve her gün ayrı deli gelirdi. Ve bizimle sohbet eder, soframızda otururlardı. Biri mesela sadece pazartesileri gelirken, bir diğeri yılda tek gün gelirdi. Atıyorum, her yıl 3 Mayıs’ta gelip babamdan beş lira alan bir adam vardı, sonra çekip giderdi. Bu insanlar bizim toplumun zenginliğiydi. Şimdi sokakta deli falan göremezsin, hepsi evlere, hastanelere kapatılmış durumda. Oysa aslında çoğu aramızda yaşayabilecek durumda.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments