Egoist okur

Kalından inceye süreksiz sert duygular

Egoist Okur takipçisi olarak hayatımıza giren ama artık Egoist Okur’un yazarlarından biri olan Burcu Yıldızer’den yeni bir yazı… Ama aslında bir öykü… İşin tuhafı yeni de değil aslında. Çünkü Burcu bunu bana aylar önce göndermişti ama ben hayatımın en zor döneminden geçtiğim için biraz savruk davranıp yazıyı kaybetmiştim. En güzeli yeniden istemek olacaktı, öyle yaptım.

kalindan inceye sureksiz sert duygular egoistokur

Kalından inceye süreksiz sert duygular

Kalabalığın tam ortasındaydım. Adımlarım neredeyse duracak kadar yavaşlamış, göz bebeklerime düşen ışık giderek azalmıştı. Karanlığa doğru sessizce kendimi bırakacağım ana kadar yürümem gerektiğini hissetsem de sonunda ne olabileceğini ben dahil kimse bilmiyordu. Yine de insan kendisine en tanıdık gelen ayrıntıların peşinden gitmeyi istiyordu. Seçenekler arasındaki geçişte, düşünceleri hiçe sayan bir yaşanmışlık mutlaka vardı. Tecrübeler her zaman sabit bir öğrenilmişliği getirmiyor ve hata payı, varlığını daima koruyordu.

Önceleri her şey kalın bir çizgiden ibaretti. Zaman içerisinde görüntüler silindikçe çizgi üzerindeki hâkimiyetim de kayboldu. Kurşun kalemle yazı yazmak gibi değildi kâğıtların üzerine değen darbelerin geride bıraktıkları. Harfler yaşarken inceliyordu. Daha az önce kalem tıraşa ihtiyaç duyacağımı bildiğim için yanı başıma koymuştum. Şimdiyse kalın çizgilerle başladığım hikâye birdenbire incelmeye, neredeyse okunamayacak kadar belirginliğini kaybetmeye başlamıştı. Kalemi değiştirdim. Yine aynı şey oldu. Bir diğeri… Değişmedi. Belki de masanın başından kalkmalıydım. Kafamı toplamalı, yanlış bir yola girmemeliydim.

Bir müddet gezdim. Yeni yerler, yeni yüzler tanıdım. Telefonla aramdaki bağı sıfıra indirdim. Ama hiçbir işe yaramadı. Sonra geri döndüm. Yerimi bırakmadım. Daha da sıkı bağlandım. Eksik olan, yeterince farkına varamadığım ayrıntılar görüş açımı daraltmış olmalıydı. Öyleyse tam da burada durmalıydım. Olayların geçtiği yeri terk etmemeli, bilmeden de olsa kendimi alıkoyduğum şeylerden uzaklaşmamalıydım. Esas olan hikâyenin içinde kaybolmak, orada kendine bir yer edinip her şeye en yakından bakmak değil miydi?

Bir süre kurşun kalem, kalemtıraş ve parmaklarım üçgeninde bekledim. İçlerinden biri mutlaka hareket etmeliydi. Kimse bulunduğu yerden vazgeçmek istemiyordu. Sanki herkes olması gereken bir anın içindeydi ve bu durağanlık, acı vermekten uzaktı. Ama er ya da geç sessizliğini koruyan parmaklarım buna bir son verecekti. Hep böyle olmamış mıydı?

Uzun değil birkaç ay boyunca hep aynı yere geldim. Kısa süreli vazgeçişlerim bir işe yaramadı. Çizgiler önünde sonunda beni buluyordu. İnsan kendi bıraktığı izlerden en fazla ne kadar uzağa gidebilirdi ki? Hayatı boyunca taşıyacağı bir zorunluluk vebali gibiydiler. Boynunda, kalbinde, bacaklarında, ellerinde; onu var eden her yerinde yıllarca duracaklardı.

Geldiğimde parmaklarım bıraktığı yerden devralmıştı zamanı. Ardımda kalan ama hiçbir zaman önümde başlamayacak anların yüzleşme sahneleriyle işe koyuldum. Soyundum. Ne var ne yoksa harflerin arasına savurdum. Yapmam gereken teslim olmaktı. Teslim oldum. Korkuyordum. Her sorgulamanın başında bütün bedeni titreyen bir suçlu gibi ben de korkuyordum. Ne yapacağımı tam olarak bilemesem de çizgileri takip ederek nihayetinde yeni bir cümle bitimine kavuşacağımı sadece hissedebiliyordum.

Yanılabilirdim. Alfabeden yanlış harfler çekip kullanabilirdim. Artık her şey mümkündü. Bir tek içimde rahatsızlığını koruyan duygulara güveniyordum. Çünkü onlar ne zaman konuşmaya başlasa önce sesler arasında bir oraya bir buraya savruluyor sonra bulunduğum yerden mutlaka çıkmak için uykusuz geceler içinde düşünüyordum. Çok kaybolmuştum ama şimdiye kadar kendimi hiç kaybetmemiştim. Bu süreklilik beni ayakta tutuyordu. Ona tutunabiliyordum. İnsanlarsa bu çemberi hep daraltmak için çaba sarf eden tarafta oldular. İnsanlara sığınma isteği kolaydı da tutunabilmek zordu. Pençeleri vardı. Acımasızdılar. Kaç defa derimi yüzdüler. Açık etmedim. Sardım. Bazen kitapların sayfalarıyla bazense gerçeğinden çok uzak var olma hikâyeleriyle…

Yıkım çok önceleri hayatıma girmişti. Engel olamadım. Kalbimden hiç kimseyi teğet geçirmeyi başaramadım. Bu yüzden çok saldırıya uğradım. Ardına kadar açık kalan kapıların her yerinden sızdılar. İçime kadar girdiler. Orada kaldım. Yüz üstü bırakmadım. Kalın duygularla sevdim. Ama yaşarken duyguların da tıpkı harfler gibi incelebileceğine hiç ihtimal vermemiştim.

Yazmaya başladım. Herkes kim olduğunu bilsin istedim. Ama öyle göstere göstere değil. Benim çizgim üzerimdeki kelimelerin anlattıkları yeterli olacaktı. Fakat bazen sana ait olanlar da senden habersiz iş çevirebiliyordu. Sen ve senin diğer yansımaların ortaklaşa çalışıyordu. Çizgiler incelmeye başladıkça barınan duyguların sürekliliği de kayboluyor, değişiyordu. Sonuçta, seni açık edecek cümlelerden itinayla kaçsam da okursan yalnızca senin anlayabileceğini düşünsem de kötü bir rastlantı sonucunda herkes bütün olanlara tanık oldu.

Alfabeden yanlış harfleri seçebilme ihtimalimin olduğunu söylemiştim. Eskiden bahsettiklerime geri dönmeyeceğim. Derdim yeniyle. Ben onu arıyorum. Çünkü bu kısır döngünün bir şeyler yapmazsam değişip dönüşeceği yok. Bir sürekli bir süreksiz oyalanıp durduğumuzun farkında değil misin? Her şey olabildiğince karmakarışık.

Karanlığa doğru yürüyorum. Başlangıç yanılgısı dediğim gün, her ne kadar aydınlık bir zamana denk gelse de kısa bir süre sonra o günün en karanlık gün olduğunu öğrenmiştim. Taş duvarlar arasına serpiştirilmiş birkaç koltuk, ahşap masalar ve avuçlarımın arasında bütün o söylenilenlerden sonra tutmaya çalıştığım karton bardakla kalakalmıştım. Bir ara beklenmedik bir gayret gösterisiyle yerimden kalkmış ama çok geçmeden koltuğun köşesindeki yerime geri oturmuştum. Yığılmıştım. Üzerimde taşıdığım ağırlık bedenimin ağırlığından çok daha fazlaydı. İnsan öldüğünde yirmi bir gram kaybediyor olabilirdi ama yaşarken kaybettiklerinin yirmi bir ton olması içten bile değildi.

Daha o akşam, kendi kelimelerinle ortaklaşa çalışan cümleler kalından inceye doğru çoktan yol almıştı. Ayağa kalkmamla oturuşum arasındaki o kısa aralıktaysa ben, bütün bunların tohumlarını kendi ellerimle ekmiştim. Süreklilik halindeki kızgınlığım, kırgınlığım yerini büyük bir suskunluğa bırakmış, kalından inceye süreksiz sert duygularım da ilk o andan itibaren hayatıma yayılmıştı. Süreksizdiler çünkü ne zaman ve nerede karşıma çıkacaklarını kestirmek imkânsızdı. Aramızdaki sözüm ona dengenin şaşacağı an belli olmuyordu. Sen uzaklaştıkça sertleşiyor, yakınlaştığındaysa yumuşuyor, biçim değiştiriyorlardı.

Bir süre sonra her şey içinden çıkılamaz bir hale geldi. Yakınımdaki arkadaşlarıma hep aynı şeyleri tekrarladığımı fark ettim. İyi, kötü, iyi, kötü, iyi, kötü, kötü, kötü, kötü… Sıralamanın bozulduğu yerde durdum. Artık kalbim kirli duyguları temizlemek için yeterince kan pompalamıyordu. Bu benim yenilgimdi. Görünürde her şeyi bırakmıştım. Ayrıntılara takılacağını biliyordum. Son sahne her zaman geride kalanları unuttururdu. İşine en fazla yarayacağı anda hiç olmamışlar gibi davranmayı severdi insanoğlu. O ana nelerin neden olduğu hatırlanmazdı. Ya da kimileri için umursamamayı becerebilmek büyük şanstı.

Her ikisini de yapamadım. Umursadığımı, kalından inceye doğru yol alan süreksiz sert duygularıma nelerin sebebiyet verdiğini defalarca anlattım. Dinliyordun. Susarak. Tepkisiz ve şaşkındın. Ya da bana öyle geldi. Ne de olsa her şey apaçık ortadaydı. İhtimal bunca şeye sebebiyet vermiş olabileceğinin farkında bile değildin. O an bir nesneden farkın olsun istedim. Ama sen orada öylece oturmanın nasıl bir duygu olduğunu bana hissettirmekle yetindin.

Sona doğru hafızamdaki görüntüler ansızın silindi. Ben anlatmaya devam ettikçe yaşadığımız her şey büyük bir hızla yok oldu. Geçmişe dair tek bir iz vardı ve artık o, senin elindeydi. Yuvarlak mavi bir kolye. “Bunu boynundan hiç çıkarmayacaksın.” dediğin günü anımsadım. Oysa aylar önce o kolyeyi, beni inceltmeye başladığın o günde, bir daha takmamak üzere çıkarmıştım.

Çizgileri takip ettim. Günlerce, aylarca, bıkmadan takip ettim. Tanıdık ayrıntıların peşinden gittim. İkimizin yerine bir umudu sahiplenmenin ağırlığını işte o zaman anladım. Doğru kelimeleri seçmiştim ama asıl hissettiklerim daha fazlasıydı.

Kurşun kalemle yazı yazmak gibi değildi kâğıtların üzerine değen darbelerin geride bıraktıkları. Harfler asıl yaşarken inceliyordu. Giderken bile kalan olmanın verdiği ağırlıkla, oturduğum sandalyede, şu anda olduğu gibi duran da ben oldum.

Şimdi bu masada neyi düzeltmeye çalıştığımı anlıyor musun?

Burcu Yıldızer

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments