Burhan Sönmez: “Hakikat, geçmişin kendini gelecekte var etmesidir”
Burhan Sönmez, 2009’da yayımladığı ilk romanı Kuzey’in ardından Masumlar ile şimdiden adını edebiyatın kalıcıları arasına yazdırdı. Neden, çünkü Masumlar, daha dumanı tüterken, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2011 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu. Tabii bir de bu kadar kısa zamanda fanlarını yaratmış olması da bu iddianın diğer nedeni. Öyle ki genç bir çift, birbirlerine duydukları aşkı Kuzey’deki kelimelerin izini sürerek itiraf edebilmiş. Sönmez, ona bu hikayelerin ruhunu fısıldayan annesiyle babasının, kitaplarını okuyamamasından ötürü kederli.
Burhan Sönmez, 46 yaşına, ‘geç kalan’ iki roman ve birçok hayat sığdırmış bir yazar. Yazmadan önce doya doya, sora sora, araya araya yaşamışlığı mı üslubunu bu kadar sağlam, bu kadar özgün kılıyor?
Gazeteci, editör, senarist ve yazar arkadaşım Meral Aslankaya, şu sıralar üçüncü kitabı üzerine çalışan Burhan Sönmez’le buluşup Egoist Okur için bir röportaj yaptı. Sönmez’in, onu var eden süreci birbirine bitişik iki ayrı bahçe yahut iki ayrı âlem imgesiyle anlatması, suçunu bilmek isteyen Kafka karakterleriyle cezasını arayan Dostoyevski karakterlerini karşılaştırması ve her metnin ruhunu düzenleyen gizli bir el olduğundan bahsetmesi bu röportaja da masalsı bir atmosfer katıyor.
Gülenay Börekçi
Burhan Sönmez: “Hakikat, geçmişin kendini gelecekte var etmesidir”
Seni Kuzey’e ve Masumlar’a ulaştıran kişisel hikâyeni öğrenebilir miyiz?
Çocukluğumdan benim zihnimde kalan iki temel parça varsa, birincisi, doğduğum, büyüdüğüm köy. Bozkırın ortasında, ücra, sanki dünyadan yalıtılmış bir küçük alem. Çerçilerin beş on günde bir uğrayıp at arabalarıyla eşya sattığı, parayla pek az teması olan çocukların birer avuç buğdayla veya dikenlerden toplanan koyun yünleriyle çerçiden bir şeyler aldığı, sonra elektriksiz günlerin ve gecelerin içinde büyüklerin dünyasının parçası olarak onlardan masal ve mesel dinlediği, radyonun büyülü bir şey olduğu, onun ise sadece günde yarım saat ya da bir saat açıldığı bir dünya. O dünyadan şehre geçtik sonra, ama ruhumuza ilk saplanan şeyler topraktan sökülemeyen kayalar gibidir, zihin coğrafyamıza yer eder. Şehirle beraber farklı bir dünyayla karşılaşmamdan önceki yan buydu, birinci yan.
Hangi köy, hangi şehir?
Köyümüz Haymana Ovası’nda, Şêxan Köyü, Türkçe adı Büyükkonakgörmez. Taşındığımız şehir ise Polatlı’ydı. Oradaki hayat yarı-göçer hayatı gibiydi. Yılın yarısını, yani okul zamanını şehirde, geri kalan yarısını yani harman zamanını ise köyde geçirirdik. Büyüme zamanım, siyasi kargaşalar ortamına denk geliyordu. Ama çocukluk ile ergenlik arasındaki zihnim, o günleri, büyülü bir atmosfermiş gibi algılıyordu; veya sonradan ruhumda öyle bir yer edindi. O zamanlar içimde ikinci bir alemin oluşmaya başladığını hissediyordum. Beni var eden süreci bu iki bahçe ile, ayrı ama bitişik iki bahçe ile tanımlayabilirim.
Neler vardı bu iki bahçede?
Birinci bahçede, köyde annemin anlattığı masallar ve onunla simgeleşen bir dünya var… Buna “Sokrates Devri” diyorum. Sokrates çünkü kendi yazmamış, ama yazacak kişileri yaratmıştır, Eflatun’u ve Aristo’yu… Annemin bende böyle bir yeri var. Büyüdüğüm ikinci bahçeye ise, “Palto Devri” diyebilirim, Rus edebiyatının Gogol’ün Palto hikayesinden çıkmasından ilhamla… Beni var eden ikinci bahçe, o zamanlar özendiğim abilerimin ‘palto/parka’sından, onun arkasındaki ütopyadan çıkmıştır. Herkesin hayatının bir Sokrates’i ve bir de “palto” simgesi varsa, benimkiler böyle oluştu. Kuşkusuz, insan tek harfli bir ses değil, zengin bir alfabedir. Hayatımın bu yanlarına zamanla çok şey dahil oldu. Ama kendimizi anlatmak bir alfabeyi baştan sona okumaksa, benim için ilk iki harf, yani elif ba, bunlardır.
Peki bunlar yazarlığına nasıl yansıyor?
Sosyolojik bir dil veya didaktik bir söylemle aktarılmaz bunlar, ama yazarken zihnimizdeki dünyada bunların nefesini hisseder ve bu nefesi kelimelere üfleriz. Zihnimizdeki sosyal arka plan veya Selim İleri’nin ifadesiyle “sosyal endişe”, bazen görünmez bir el gibi hareket eder. Piyasayı düzenleyen gizli bir el vardır derler ya, buna pek itibar etmem ama edebi metnin ruhunu düzenleyen gizli bir el vardır.
Üniversite yıllarında senin hep şiirle iç içe olduğunu hatırlıyorum… Hatta senin şiirlerini gün yüzüne çıkarmanı bekliyormuşum meğer. Yıllar sonra karşımda bir romancı bulduğumda yaşadığım şaşkınlıktan anladım bunu… Ne oldu şiire?
Küçüklüğümde abimin verdiği şiir kitapları, Özdemir Asaf, Ahmet Arif, Enver Gökçe; “Çoban Çeşmesi” gibi şiirler… orta okulda, bir tatil günü kütüphaneye gidip, raftan kitaplar seçtiğimi hatırlıyorum, güneşli güzel bir gündü. Neruda’nın “Yirmi Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı” adlı kitabını orada buldum, kim olduğunu bilmeden. Yorgo Seferis’i orada görüp tanıdım, Anadolu’nun ortasındaki bir taşra kentinin tenha kütüphanesinde. O zamandan şiire heves ettim. Zaman içinde şiirle yeşeren hayatım sonra başka dallar verdi. Şiirden uzaklaşmak insan için yenilgidir, ama burada, m. duras gibi “ben boyun eğerken başkaldırıyordum” demek gerek. Şimdi elim roman tutuyor olsa da, eğer kader diye bir şey varsa, ölmeden önce bana bir de şiir kitabı nasip etmesini dilerim.
Kuzey’deki masal dili kadar felsefe şöleni de baş döndürüyor. Felsefenin temel aktörleri ve argümanları adeta resmi geçit yapıyor. Felsefenin dert edindiği temel konular içselleştirilmiş, temel sorular yeniden anlamlandırılmış, yeniden üretilmiş… Bir okur olarak felsefe ile edebiyatın en lezzetli buluşmalarından birini tattım, derim. Peki sen kendi üslubunu nasıl tanımlardın?
Romantik ve gerçekçi bir yolda olduğumu hissediyorum. Sadece romantik tek yanlıdır ve sadece gerçekçi olmak ise eksiktir. İkisinden birer tutam alıp, güzel kokulu bir çay yapmak iyi olur. Ama bunların ötesinde, esas olarak her yazar kendi ruhuna ait, kendini anlatan bir söyleyiş bulmak ister. Hani derler ya, Dostoyevski aslında günah işlemiş karakterler yaratır ve bu karakterler kendi cezalarını ararlar. Kafka’da ise tam tersi, yani cezasını bulmuş karakterler vardır, ama bu cezanın, günahın nedenini bilemezler. Dava’da, Dönüşüm’de… Her yazarın buna benzer hareket noktaları vardır veya var olması umulur. Ben dünyanın bizi körleştiren gerçekliğine biraz masal tozu katarak, ona hakiki bir gerçeklik kazandırmaya çalışıyorum. Rousseau’nun “Gerçek dünyanın sınırları bellidir, ama hayal dünyası sınırsızdır” sözü rehber olabilir. Yazarın bulmaya çalıştığı kendisine ait ses, sadece bir üslup değil, romanda vaadettiğimiz alemi kurarken ister istemez uç veren bir şey. Bu sayede yazar ve hikâye benzer bir iklimde buluşur.
Peki sen edebiyat yoluyla hangi gerçekliği yeniden üretiyorsun? Ya da başka türlü soracak olursak; sen hangi temel sorununu dillendiriyorsun?
Dünyanın gerçekliğini daha hakiki kılmak derken, buna umudu eklemek gerek. Bütün hikâyeler, en acılı olanı bile bir umut taşır. Bunun iki yanı vardır; birincisi geleceğe dair iyimserlik ise, ikincisi, geçmişe dair de benzer bir iyimserlik taşımaktır. Çünkü geleceğe dair yaratacağımız her iyi şeyin aslında geçmişte kökü vardır. Bu temel inanca yaslanıyorum, iki romanımı da bu atmosferde kurmaya çalıştım. Kuzey’de insanlığın geleceğini “kadınların kadim kudreti” üzerine kurarken, hem insanın geleceğini onlara bağlamış oluyorum, hem de geçmişimizin en güzel parçasını yine kadınların prizmasından yansıtmaya çalışıyorum. Bu açıdan, geçmişle gelecek arasındaki süreklilik benim için asli öneme sahip. Belki de hakikât, geçmişin kendini gelecek içinde var etmesidir.
O kadar mütevazı bir tavır içindesin ki ya da çok iddialısın; herkes yazabilir, diyorsun. Yazı dersleri veriyorsun. Hakikaten her eli kalem tutan yazabilir mi?
Yazının farklı yolları öğretilebilir, ama yazarlık öğretilemez. Resim yapmak isteyen birine, ışık, perspektif ve renklerin uyumu anlatılabilir, ama ondan sonra güzel bir resim yapmak o fırçayı tutan kişiye kalmıştır. Kimseye dışarıdan bir şey verilemez, bu bizim insan felsefemize aykırıdır. Kant, her insanın içinde yaratıcı bir cevher bulunduğunu söyler. İnsanlara bu cevher dışarıdan akatrılamaz, ama bu cevheri açığa çıkartmanın imkanları birlikte aranabilir. Bazen insanlar, bir bahçeye nereden gireceklerini bilemez. Biz onlara bir bahçe sunamasak da o bahçenin kapısına nasıl ulaşılabileceği konusunda yardımcı olabiliriz. Sonrası ise onların kendi potansiyeline bağlıdır, çünkü o bahçe onlara aittir.
Kitabın basıldıktan sonra, anlattığın şeylerin okur üzerindeki etkilerini merak eder misin, seni nasıl etkiler bu?
Okurun dünyası, yazarın kudretinin ötesindedir, orada neler olup biter bilemeyiz. Kuzey romanını birbirlerine hediye eden ve sonrasında oradaki kelimeleri birlikte takip ederek gizli aşklarını dile getiren bir çiftle tanıştım. Belediye otobüsünde Masumlar romanını okurken ağlamaya başlayan bir kadının otobüsten indiğini duydum. Acı olan şey ise, annemin ve babamın, bana bu hikayelerin ruhunu veren iki güzel insanın benim kitaplarımı okuyamıyor olmasıdır.
Kitabınla ne zaman vedalaşırsın?
Kuzey üç yıl önce, Masumlar ise geçen yıl yayımlandı. Hâlâ onlarla vedalaşabilmiş değilim.
Meral Aslankaya
Subscribe
0 Comments
oldest